• İstanbul 12 °C
  • Ankara 11 °C

Kâmil Yeşil: Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Eserlerinde Mehmet Âkif Ersoy

Kâmil Yeşil: Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Eserlerinde Mehmet Âkif Ersoy
Tanpınar’ın Mehmet Âkif’i zikrettiği yerler, daha çok Yahya Kemal’in şiirini ele aldığı me­tinlerdir. Bu metinlerde Safahat şairi öncelikle Tevfik Fikret’le kıyaslanır.

Bildirinin başlığı, sanki Tanpınar, Mehmet Âkif hakkında bir kitap veya sayfalarca makale yazmış da onlardan bahsedecekmiş intibaı uyandırmaktadır. Halbuki bu konularla ilgilenen kişiler de bilirler ki Tanpınar, Mehmet Âkif Ersoy ve eseri Safahat’tan hep uzak dur­muştur. Tanpınar’ın Âkif ve eserleri hakkında kurduğu cümleler ise dağınık bir manzara arz eder. Bu dağınıklığa rağmen Tanpınar’ın Mehmet Âkif ve onun edebî kişiliği hakkında neler söylediklerinin birçok edebiyat tarihçisi ve akademisyen tarafından paylaşılmış ve tekrar edilmiştir.

Çünkü Ahmet Hamdi Tanpınar denilince aklımıza çok yönlü bir ki­şilik gelir. Tanpınar, sadece iyi bir romancı değildir; aynı zamanda bilinç akışı tekniğini hikayeye uygulayan önemli bir yazar, güzel şi­irler yazmış bir şair, özgün bir denemeci, ne dediği önemsenen bir münekkit, üniversitede profesör ve bir edebiyat tarihçisidir. Bunla­rın içinde en çok muvaffak olmak istediği ve fakat en az muvaffak olduğu alan şiirdir. Günlüklerine ve mektuplarına baktığımızda, şair olma isteğinin onu ne derece baskı altında tuttuğunu; ama buna karşılık istediği şiiri yazamamanın sıkıntısını açıkça görürüz.

Kendi nesli içinde adı şairler arasında sayılsa ve bazı antolojilere alınsa da kabul etmek gerekir ki Tanpınar, Ahmet Muhip Dranas ve Necip Fazıl Kısakürek ayarında bir şair değildir. Onun en çok gıpta ettiği, hayran olduğu ve yerinde olmak istediği şair Necip Fazıl’dır.

Tanpınar’ın şiire olan tutkusunu, hocası olarak Yahya Kemal’in, onu, en çok şairlik yönü ile etkilemesine bağlayabiliriz. Bu etki, Tanpınar’ı şiir üzerinde düşünmeye, araştırmaya ve yazmaya itmiş­tir. Bir üniversite hocası olması ve edebiyata bir bütün olarak bak­ma ihtiyacı, Tanpınar’ı, şiir üzerine yoğunlaştıran diğer sebeplerdir. Bundan dolayı o, şairler ve şiirler hakkında ne söylediği önemsen­miş bir kişidir.

Tanpınar’ın “19.Asır Türk Edebiyatı Tarihi”, Divan şiirinin ve Tanzi­mat dönemi şairlerinin nitelikleri için önemli bir başvuru kaynağı­dır. Bu, bir ders kitabı olmaktan öte, bir şairin, bir kültür adamının ve bir hocanın düşünce dünyasını ortaya koyması bakımından önemini koruyan bir eserdir. Ancak ne yazık ki ekonomik imkansızlıklar, birden çok saha ile ilgileniş, disipline edilmemiş çalışma ortamları gibi sebeplerle eksik bir eserdir. Tanpınar, kendisi de bu eksikliğin farkındadır ve açığını makalelerle kapatmak istemiştir. “Yahya Kemal” adlı in­celemesi dışında Tanpınar’ın “Edebiyat Üzerine Makaleler” adlı kitaplaşmış yazıları, yakın dönem Türk edebiyatı için önemli metinler olma özelliğini korumaktadır ve bu metinler yaklaşım ve metot olarak adı geçen eserin mütemmim cüzü yani tamamlayıcısı olarak ele alınabilir.

Resim, mimari, musiki, edebiyat, şiir, müzeler, sergiler, tiyatro, sinema, felsefe, düşünce akımları, folklor, bir kültür adamı olarak Tanpınar’ın hep ilgi alanında olmuştur. Bu ilgi dağınıklığından veya ait olduğu dünya görüşünün etkisi ile sürdüğü hayat tarzından olsa gerek; Tanpınar, bazı eserler ve şairler üzerinde ya hiç durmamış ya da onlara şöyle bir değinip geçmiştir.

Tanpınar’a hiç yakışmayan ve bu bağlamda zikredilebilecek isimlerin başında Mehmet Âkif ve eseri “Safahat” gelir. O kadar ki Tanpınar, İstiklal Marşı hakkında bir kelam etme­miştir.

Tanpınar, yukarıda adı geçen “19.Asır Türk Edebiyatı Tarihi”nde Mehmet Âkif’ten içerik müsaade etmediği için bahsetmemiştir. M. Âkif Ersoy ve Safahat, “Yaşadığım Gibi” adlı denemelerinde yer almadığı gibi, konusu gereği “Beş Şehir”de de yer almaz. Bizim göre­bildiğimiz kadarıyla değişik bağlamlarda Mehmet Âkif, isim olarak “Tanpınar’la Baş Başa” adlı günlüklerinde, “Yahya Kemal” adlı monografide, “Edebiyat Üzerine Makaleler”de ve hem talebesi hem dostu olan Turan Alptekin’in “Ahmet Hamdi Tanpınar: Bir Kültür, Bir İnsan” adlı eserde geçmektedir.

Günlükler bir yazarın en samimi, tabiri caizse en çıplak halini verir. Tanpınar’ın günlük­lerinde de bu özelliği görüyoruz. Tanpınar, adı geçen eserinde M. Âkif’ten iyi bir dil ile bahsetmez. Tanpınar, günlüklerinde 60’lı yılların siyasi anlayışı içinde kendini “sol” (CHP) olarak niteler; Mehmet Âkif’i “sağcı”lıkla itham eder ve şöyle der: “Mehmet Âkif’le yol arkadaşlığı mı? Asla!” (Tanpınar’la Başbaşa, s. 205, Dergah Yayınları, 2008)

Tanpınar’ın Mehmet Âkif’i zikrettiği yerler, daha çok Yahya Kemal’in şiirini ele aldığı me­tinlerdir. Bu metinlerde Safahat şairi öncelikle Tevfik Fikret’le kıyaslanır, Garpçılık, İslâm- cılık gibi düşünce akımları sebebiyle zikredilir ve kısa da olsa Âkif’in şiirlerine ve şairliği­ne değinilir. Sırasıyla gidersek, Tanpınar’ın, Mehmet Âkif’ten bahsettiği metinlerden biri “Şiirin Peşinde” adını taşıyor. Tanpınar bu makalede Tanzimat sonrası şiir telakkilerinden söz ederek şöyle diyor:

“İki san’at zihniyeti tâ Tanzimat’tan beri memleketimizde karşı karşıyadır. Bunlardan bi­rincisi asırlardan beri gelen bir zevk terbiyesinin mahsûlüdür; bu zihniyet ister ki san’at sadece güzellik peşinde koşsun ve güzel denilen şey de - bittabi şiir için dilin imkânları içinde aransın -mükemmele yaklaşan bir form içinde ve o form yuğrulurken elde edil­sin. Bu anlayış muhtelif san’at zümrelerimizde, Garp’dan gelen cereyanlarla beslendi. Bu da gayet tabiî idi; elbette daha evvel bu işlerle uğraşanlardan istifade edilecekti. İkinci zihniyet, şiirin hayat ve cemiyetle çok sıkı bir münasebeti olmasını, onun günde­lik manzumelerini, ihtiyaçlarını, içinde gizli temayülleri ve atılmağa hazırlandığı büyük hedefleri hazırlamasını ister. Namık Kemal, son devirlerinde Fikret, Âkif, Mehmed Emin, günümüzde Nâzım bu ikinci telâkkinin idare ettiği şâir olmuştur.” (Edebiyat Üzerine Ma­kaleler, s.13, MEB, İstanbul-1969)

Tanpınar’ın şiirlerinden hareketle onun bu şiir anlayışına uzak durduğunu söyleyebiliriz. Çünkü Tanpınar’ın şiir anlayışı birinci kategoride yer alır. Mehmet Âkif; Namık Kemal, Fikret, Mehmet Emin ve Nazım onun belirlemesine göre manzumeci, toplumcu ve fay­dacıdır.

Aynı dönemde yaşamış ve farklı dünya görüşlerine bağlanmış olan Tevfik Fikret-Mehmet Âkif karşılaştırmasının ve de karşıtlığının, edebiyat tarihimize siyasi ve toplumsal alana Tanpınar ve onun düşüncelerini tekrar eden kişiler sebebiyle yerleştiğini söyleyebiliriz. Şüphesiz, birbirine bu kadar zıt iki şairi kim olsa tespit edebilir. Tanpınar’a göre Yahya Kemal, Şark’tan Garb’e giderken Şark’ı da yanında götürmüştür. Mehmet Âkif ise Garb’ı Şark’e getirmiştir. (Turan Alptekin’in Ahmet Hamdi Tanpınar: Bir Kültür, Bir İnsan, s.83)

Mehmet Âkif’in Tevfik Fikret’ten etkilendiğini söyleyen Tanpınar şöyle diyor:

“1908’den sonraki devirde Türk Edebiyatı, biraz da Abdülhâmid devri istibdadının ne­ticesi olan estetizmden ve bedbinlikten çıkar ve İmparatorluğu sarsan hâdiselerin ve köklü mes’elelerin içine girer. Bizzat Fikret bile dargın psikolojisine rağmen, Rübâb-ı Şikeste’dir. İkinci tab’ına koyduğu şiirleriyle, hemen arkasından neşrettiği Halûk’un Defteri’nde bu aksiyonun içindedir. Filhakika bu kitap, ideolojik sahada medeniyet ve terakki fikriyle, türlü te’sire müsait bir atheisme’in sarih bir beyannâmesidir. Tarih-i Ka­dim manzumesinde daha da kat’ileşen onun bu atheisme’ini, vezin, manzume anlayışı, hatta kelime itibariyle daha sade olmasına rağmen, dil bakımından onun tesiri altında olan Mehmed Âkif’in, saikın kendi değerini muhafaza etmek şartıyle uyanmasını iste­yen İslamcılığı karşılar. Fikret, yukarıda bahsettiğimiz garpçılık ve medeniyetçilik ideo­lojisini temsil eder. Türkçenin sadeleşmesine çok hizmet eden ve Millî Marş’ın şâiri olan Mehmed Âkif ise terakki fikrinden hiç ayrılmayan fakat Garple münasebetin muayyen hadiselerde kalmasını isteyen İslamcılık ideolojisinin mümessilidir.”(Edebiyat Üzerine Makaleler, s.107, MEB, İstanbul-1969)

Kaynakları bakımından birbirinden ayrı olan bu iki şahsiyet, Garplılaşma idealinde or­taktır. Çünkü her iki şair de yıkılmaya yüz tutmuş bir devleti ayakta tutmanın kavgasını vermektedir. Bu durum, Tanpınar tarafından şöyle ifade edilmiştir: “Fikret’in ahlâkçılığı ve mutlak garbçılığı, Âkif’in ona çok benzeyen, garbın bütün ilim ve teknik silâhlarıyla mücehhez ve Asr-ı Saadet ahlakıyla giyinmiş İslamcılığı aynı gayeye matuftur.” (Edebiyat Üzerine Makaleler, s.107, MEB, İstanbul-1969)

Tanpınar, sadece estetik bir nesne olarak gördüğü şiir sanatından “fayda” beklemez ve modern şiiri Yahya Kemal ile başlatır. Tanpınar’ın bu görüşü daha sonraları birçok şair ve eleştirmen tarafından tekrar edilmiştir :

“Yahya Kemal’den evvel Türk şiirinin ne hâlde olduğunu hatırlatmağa lüzum var mı? Bir taraftan Fikret’in ve onun bir devamı olan Mehmed Âkif’in manzum nesir tecrübeleri, diğer taraftan Türkçülük cereyanının yaptığı aksülâmel, şiirimizi garip bir inhilâle düşür­müştü. Fikret, memlekette mevcut şiir telâkkisini büsbütün değiştirdi; artık şiiri kendisi için değil, ihtiva ettiği fikirler için seviyorduk; ayrıca şiirin iddialarını da değiştirdi. Onun çok tesiri altında kalan Mehmed Âkif ise, nesre doğru giden manzumeye, kâh manzum ve mukaffa bir hikâye, kâh bir mev’ize, herhalde bir yığın söz halini verdi.” (Edebiyat Üzerine Makaleler, s.334, MEB, İstanbul-1969)

Tanpınar’ın, Mehmet Âkif’le ilgili olarak kurduğu en önemli ve en olumlu cümleler “Son 25 Senenin Mısraları” adını verdiği makalede geçer:

“Servet-i Fünûn’la bugünkü nesil arasında birkaç isim vardır: Mehmed Âkif, Emin Bü- lend, Ahmed Hâşim. Mehmed Âkif, Servet-i Fünûn’un ve Fikret’in getirdiği mahallî şiir zevkini almış ve bir nevi mükemmelliğe götürmüştür. Hiç bir şâirimiz onun kadar ilha­mının ufkunu geniş tutmamış, onun kadar memleket hâdiselerini yakından takip etme­miştir. Bunun gibi, onun kadar geniş kütle tarafından okunan şâirimiz de yoktur. İnan­dığı bir dünyanın yavaş yavaş çökmekte olduğunu görmekten doğan ıztırabı zaman zaman sesini bütün bir ufkun aksisadası yapar.

Bu diyarın hani sahipleri dersen, cinler, Hani sahipleri, der karşıdaki dağdan bu sefer. Gündüz insan sesi duymaz, gece görmez bir ışık, Yolcu haykırsa da baykuş gibi çığlık çığlık.

Bu kudretli adamın bir lâhza olsun kendi içine dönmemiş olması şiirimizin hazin bir tali­hidir.” (Edebiyat Üzerine Makaleler, s.419, MEB, İstanbul-1969)

Şiiriyet bakımından birbirine benzeyen iki şahsiyetin itikadi değerler açısından birbirine olan karşıtlığı Tanpınar’ın dikkatine şu cümlelerle yansır:

“Fikret, bütün içe dönükler gibi gözleri ve jestleriyle bağlananlardandı. «Tarih-i kadim» in bir kurban bayramı tesadüfüyle yazılmış olması hiç bir şeyi izah etmez. Bütün me­sele 1905’te Fikret’in bu isyana hazır olmasıdır. Ebu’l-Alâ Maârrî’den sonra şark şiirinde buna benzer bir isyan görülmez. Meşrutiyeti selâmlayan ilk coşkun, sevinçli manzume­lerden sonra bu isyan, ancak çatallaşma tabiriyle anlatabileceğimiz şekilde geleceği göz önünde tutan yeni bir safhaya girer. Teknik terakkilerinin, elektrik ve diğer icatlarının karşısında şaşırmış, zekâsına tapmağa başlayan pozitivist ve scientiste ondokuzuncu asırdan başka bir şey olmayan bu davranış, «Halûk’un âmentüsü»nde bütün ütopyasını oğlunun nesli adına sıralar. Gariptir ki, bu sarih pozitivizm Avrupa’da Aguste Comte’un, Berthelot’nun, Renan ve Taine’in fikirlerine karşı spiritüalist Boutroux’nun ve Bergson’un aksülamelinin başladığı, insanlığın, geleceğin kendisine sakladığını düşünerek ürperdi­ği, neokatolisizmin ve hidayetlerin âdeta moda olduğu bir devirde başlar. Bu manzume ile Fikret Türkçede ulûhiyete karşı insan oğlunun büyük dâvasını açtı, denebilir. Nite­kim tam Müslüman olan, imanını ne tasavvuf, ne de panteizmin şaşırtmadığı Âkif hiç aldanmamış, ustasının bu son eserini en sert şekilde karşılamıştı. (Yahya Kemal, s.98-99, Dergah Yayınları, 1982)

(...)

Tanpınar şöyle devam ediyor:

“Kelimelerin sabun gibi kaydığı fikir hayatımızda yalnız onun gibi muayyen bir akidenin mümini olanlar bu manzumedeki fikirlerin ehemmiyetini ölçebilirdi. Fikret Tanzimat’tan beri gelen bir ayrılış ve kopuşu, müphem ve idealist davranışlar sahasından çıkarıyor, cemiyetin temellerinden biri olan din müessesesine karşı bir silâh gibi kullanıyordu. Bu­nunla beraber Fikret’le tilmizi konuşma diline yakın, hikâyenin ve hitabetin bütün un­surlarını toplayan bir şiir tekniğinde çok başka bir noktada daha birleşir, ikisi de Garpçı binaenaleyh terâkki adamıdır. Fakat tezada bakın ki, fikrî terbiyesini biyoloji ile yapan Âkif’in garpçılığı daha ziyade Cevdet Paşa’nın devamına benzer. Bu itibarla eserini «Me­deniyetçi» kelimesi ile ifade etmek daha doğru olur. Asıl garpçı Fikret’tir. (Yahya Kemal, s.98-99, Dergah Yayınları, 1982)

Modern Türk edebiyatının, “bir medeniyet krizi”yle başladığını söyleyen Tanpınar, kana­atimiz odur ki Mehmet Âkif’e, Safahat’a ve özellikle İstiklal Marşı’na eğilseydi bu krizin sebepleri yanında çözümlerinin de bu marşta ifade edildiğini görecekti.

Sonuç olarak şunlar söylenebilir kanaatindeyiz:

Tanpınar, öyle anlaşılıyor ki kültüre, edebiyata, olay ve olgulara sadece bireysel psiko­lojisi açısından değil; içinde yaşadığı siyasi ortamın adesesinden bakmıştır. Onun Meh­met Âkif’e uzak durmasının sebepleri arasında şunlar vardır.

  1. Mehmet Âkif’in düşünce dünyasına, yaşam biçimine uzak olması yani zihniyet fark­lılığı. CHP’den mebus seçilen, 27 Mayıs darbesinde İnönü’nün yanında yer alan bir kişi, elbette Mehmet Âkif’ten hazzetmeyecektir. Ama bize göre bu, bir akademisyen ve ede­biyat tarihçisi olarak Âkif’i ihmal ile sonuçlanmamalı idi.
  2. Estetik farklılık : Tanpınar şiir anlayışı olarak, Mehmet Âkif’in poetikasına uzaktır. Bu uzaklık, onu Âkif üzerinde yazmaktan alıkoymuş olmalıdır.
  3. Yahya Kemal’in etkisi. Bu konuda açık bir delilimiz yok. Ancak Yahya Kemal’in, sohbet­lerinde ve yazılarında Mehmet Âkif’e yer vermemesi Tanpınar’ı etkilemiş olmalıdır, diye düşünüyoruz. Eğer Yahya Kemal, sohbetlerinde ve yazılarında, Ahmet Haşim üzerinde durduğu kadar Mehmet Âkif ve şiirinden bahsetseydi bu Tanpınar için bir teşvik olabi­lirdi.

Tanpınar’ın bıraktığı boşluğun, talebeleri Mehmet Kaplan ve Orhan Okay tarafından fark edildiğini ve tamamlandığını söyleyebiliriz. Mehmet Kaplan, hem “Şiir Tahlilleri”nde hem “Edebiyatımızın İçinden” adlı eserinde İstiklal Marşı’na ve Mehmet Âkif’e özel bir yer verir. Müstakil bir kitap düzeyine çıkmayan bu çalışmaların yetersizliğini fark eden ise Orhan Okay olmuştur. Orhan Okay’ın Mehmet Âkif ve devrini, sosyal, siyasi, kültürel ve edebi olarak ele aldığı “Mehmet Âkif : Bir Karakter Heykelinin Anatomisi” bu iki hocanın yazamayacağı bir eserdir. Çünkü her iki akademisyen, Âkif’in ruh dünyasına Orhan Okay kadar yakın değildir. Tanpınar ve onun en yakın arkadaşı ve talebesi Mehmet Kaplan’ın ruh ve zihniyet dünyası Yahya Kemal ve Tevfik Fikret’e yakındır ve bu yakınlık eser ola­rak temayüz etmiştir.1* Orhan Okay, Nureddin Topçu’nun Âkif hakkındaki dikkatlerinden hareketle, Âkif’in sadece muhitine, eserlerine, dönemine ve edebi kişiliğine değil; onun en büyük mirası olan “karakter”ine de eğilmiştir.

Mehmet Kaplan, İstiklal Marşı’nın şu kavramlar üzerine kurulduğunu belirtiyor ve özetle şunları söylüyor:

Ahmet Hamdi Tanpınar, "Yahya Kemal”; Mehmet Kaplan “Tevfik Fikret / Devir - Şahsiyet - Eser', Dergah Yayınları

  1. İstiklâl

Şiire adını veren bu kavram; 1920’lerde Türk milletinin elinden alınmak istenen en önem­li değerdir. İstiklâl Savaşı, Türkleri tarihten silmek isteyen emperyalist Batı devletlerine karşı verilmiş bir savaştır. Mehmet Âkif Ersoy, bu marşta devlete ait bağımsızlık düşün­cesi ile millete ve bireylere ait hürriyet düşüncesini birleştirmiştir ve bunları birbirinin tamamlayıcısı olarak görmüştür. Milletin hürlüğünün kaynağı ise Hak’ka tapmak ve hak yolda olmaktır. Denilebilir ki İstiklal Marşı kendi kendini şerh eden bir şiirdir.

“Hakkı’dır Hakk’a tapan milletimin istiklal” dizesini bundan dolayı mutlaka “Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım” dizesi ile birlikte ele alınmalıdır.

  1. Hak

Milletin varlık şartı her ne kadar istiklal olsa da bu tek başına yetmez. İstiklâl, kendisini aşan daha yüce bir değere dayanırsa ancak o zaman bir kutsallık kazanır. İstiklal kavra­mına manevi destek sağlayan bu kavram haktır.

“Hak” kelimesi Türkçede sadece Allah lafzının yerini tutmaz; Arapça hukuk kelimesini de içerir. Hak kelimesinin üçüncü mânâsı “hakikat”tir. Şairimiz Mehmet Âkif; tek bir kelime ile Türklerin üç büyük değerini ifade etmektedir: Allah, hakikat ve adalet. Bunlara bağlı olan milletler köle olmaz. Allah, adalet ve hakikat. Bu üç mânânın aynı kelimede birleş­mesi tesadüf değildir. İslâmiyet’te hak kavramı Allah ile yakından ilgilidir.

Mehmet Âkif’in:

“Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklâl”

dizesi, görüldüğü gibi «istiklâl» ile «Hak» arasında sıkı bir münasebet kurmaktadır.

  1. İman

İstiklâl Marşı’nın en mühim kısımlarından biri maddî kuvvet ile manevî kuvveti karşılaş­tıran ve ikincisini öncekine üstün gösteren aşağıdaki bölümdür.

Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar,

Benim imân dolu göğsüm gibi serhaddim var.

Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imânı boğar, Medeniyyet dediğin tek dişi kalmış canavar?

Maddi kuvvete sahip olan Batı’nın dayanağı çelik zırhlı duvar; maddî kuvvet itibariyle zayıf olan Türk milletinin güvendiği kuvvet ise imandır. İman, insanın dışında değil, içindedir ve manevidir. Mehmet Âkif’in parçada sözde medeniyeti temsil eden Batı’yı tek dişi kalmış canavara benzetmesi ile maddî kuvvetin yırtıcı ve hayvani olması ara­sında doğrudan bir ilgi vardır. Fakat Batı, sanıldığı kadar güçlü değildir. Nitekim İstiklal Savaşı, şairin bu tespitini doğrulamış ve orduları dağıtılmış, silahları toplanmış, tersane­lerine girilmiş bir millet; çelik zırhlı duvarları aşmıştır.

  1. Vatan

Her milletin, üzerinde yaşadığı toprak onun için hayatî bir öneme sahiptir. Fakat vatan sadece topraktan ibaret değildir. Vatan, tarih, din ve milletin kaynaştığı bir yerdir. Türk- ler, Anadolu topraklarını vatan haline getirmiş ve bu toprakları Türkleştirmiştir. Türkle- rin bu coğrafyayı vatan haline getirmesinden sonra İslâmlaşan Anadolu aynı zamanda Türklerin son vatanıdır. Burası, altı şehitlerle doldurulmuş; üstü bayındır hâle getirilmiş bir “cennet vatan”dır.

  1. Din

Milletleri birlik haline getiren en büyük değerlerden biri dindir. Türkler İslâmiyet’ten önce, genellikle birbirlerine düşman topluluklar halinde yaşıyorlardı. İslâmiyet’i kabul ettikten sonra birleşerek büyük devletler kurmuşlardır. İslâm dini bir “vahdet/birlik” dinidir ve dinler, kendine inananları, uzakta olsalar bile, birbirlerine yakın kılar. Dinin üstün değerlerinden biri, insan ruhunu yücelten kutsiyet duygusunun en büyük kay­nağı olmasıdır. Türk halkı gibi dinine bağlı olan Mehmet Âkif, hem kendisinin, hem de milletinin duygusuna tercüman olarak Allah’a şöyle yalvarır:

Ruhumun senden İlâhî şudur ancak emeli;

Değmesin mâ’bedimin göğsüne nâ-mahrem eli!

Bu ezanlar —ki şehâdetleri dinin temeli

Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.

O devre ait bütün belgeler göstermektedir ki, İstiklâl Savaşı’nın kazanılmasında millî istiklâl düşüncesi kadar dinin de büyük rolü olmuştur. Türk milleti, -şehâdetleri dinin temeli olan - ezanın ebedî olarak inlemesini candan istemektedir. Mehmet Âkif Ersoy, bu şiirle Türkiye’nin kaderi ile Türk halkının dini ve imanı arasında vazgeçilmez bir bağ görmektedir.

Türkiye Yazarlar Birliği'nin vefatının 90. yılında Âkif'i anmak için düzenlediği bilgi şöleninin tebliğlerini içeren kitap, TYB'nin 45., Mehmet Âkif Ersoy Araştırmaları Merkezi'nin 6. kitabı...
 
Bu haber toplam 1327 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim