Gerçek bir yazarın toprağa sırlanması, bir tohumun toprağa atılmasına benzer. Onun gidişi bir yok oluş değil, bilakis diriliştir. Yazıp çizdikleri ne zaman gerçek bir okura ulaşacak olsa, yazar bir daha dirilir. Yeniden ve defalarca dirilir... Ölüm geldiğinde herkesin söz hakkı bitse de bir yazarın söz hakkı ve konuşma süresi hiç bir zaman bitmez. Hayattayken söyledikleri kürsüye geçer ve sahibine vekâleten onlar konuşmaya başlar. Sözü daha da bereketlenir. Ebedîleşir. Yeşerir. Bire bin verir. Geçmiş Zaman Söyleşileri, bu bereketin tecessüm etmiş hâlidir. Ardında eserler bırakan yazarların, hayattayken yazıp çizdiklerini büyük bir titizlikle ve dikkatle okuyarak müstesna fikirleri ve altı çizilen satırları yeniden gün yüzüne çıkarmak ve onları hayalî bir söyleşi ikliminde okura yeniden sunmaktır. Bundan murad, kıymetli söz’e ve o sözü söyleyene bir vefa borcudur. Sözün sahibini hayırla anmak ve onun sadaka-i câriyesi olmaktır.
1916’da, bir Anadolu kasabasında doğdunuz. Bir konuşmanızda, babanızın sizin doğum tarihinizi bir Kur’an kapağına 13 Kanunuevvel 1332 olarak kaydettiğini söylemiştiniz. Biraz ailenizden, biraz da çocukluğunuzdan bahsederek başlayalım dilerseniz söyleşimize.
Sekiz yaşına kadarki hayatım bulanık, başsız sonsuz bir hatıralar yığını... Ailem Dimetoka’dan göçmüş. Babam, çeşitli nikbetler yüzünden hayata küsmüş eski bir yargıç. Az konuşan, çatık kaşlı, hareketlerine akıl erdiremediğim bir insan. Annem, bu yabancı dünyada âşinası olmayan hasta bir kadıncağız, silik, mızmız...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.