Bu tavır, büyük oranda sübjektif davranmayı beraberinde getirmektedir. Bilhassa siyâsî, îtikâdî ve ideolojik fırkalara mensup kimselerin yorumlarına büyük oranda tarafgirlik hâkimdir. Herhangi bir rivayete dayanmayan ve şahsî re’yle yapılan bu tür tefsirlerde kişi, önceden bir manaya inanmakta, daha sonra Kur’ân’ın lafızlarına bu anlamı yüklemeyi istemektedir.[2] Bunun örnekleri pek çoktur. İki misal verelim:
İbn Ömer hâricîleri en şerli insanlar olarak görür ve sebebini de “Onlar kâfirler hakkında inen âyetleri mü’minlere uyguluyorlar” diye açıklardı.[3] Hâricîler bunu mezhebî taassupları sebebiyle yapıyorlardı. Kâfirlerden bahseden âyetleri mü’minlere tatbik etmek doğru değildir, ancak mü’minler bu âyetlerden ibret almalı ve ona göre hallerini düzeltmelidirler.
Siyâsî emeller için âlimleri ve İslâmî ilimleri kullanarak insanları yönlendirmek, taraftar toplayıp güç devşirmek, tarih boyunca Müslümanların zarar gördüğü en tehlikeli taktiklerden biri olmuştur. Tanzimat döneminde siyasî emellerini gerçekleştirmek isteyen bir takım güçler, ulemâyı harekete geçirebilmek için âyet ve hadisleri hatalı bir şekilde yorumlayarak indî yorumlar yapmışlardır.[4] Buna bir örnek olarak Cemiyet-i İlmiye-i İslâmiye vekili Köprülü Şeyh Aliefendizade Hoca Muhyiddin’i (ö. 1930) verebiliriz. O, hicrî 1314’te Sultan II. Abdülhamid’e takdim ettiği 12 sayfalık arizada[5] şöyle der: “Daha ulema sınıfı neşriyata başlamadı. Bir kere zebân-ı sihr-beyanımız söze başlarsa siyasi tefsir kılıklu ahkâm tebliğine besmele-keş olursak âlem hayrette kalır. Maksad pek kolaylaşır. Halk ulemaya bakar. Kütüb-ü ilmiye ve şerʻiyeden istediklerinizi çizdiniz, lâkin kulûb-u ümmetten «İnnel-Ulemâe veresetü’l-enbiyâ»[6] hadis-i şerifini silemediniz.”[7]
2. Tefsîr Şartlarına Riâyet Etmemek
Bir ilmin usûl ve kâideleri, bir binanın temeli gibidir. Bina ancak sağlam bir temellerle ayakta kalabilir.[8] Tefsir ilminin de bir takım usul ve kâideleri vardır. Tefsir için belirlenen şartları gereksiz gören bazı insanlar kendi bilgi birikimleri ve kültürleri istikametinde yorumlar yaparak, Kur’ân lafızlarını müsait olmadıkları manalarla tefsir etmişlerdir.
Mesela Kur’ân’ın sünnet ile tefsirini dikkate almayan bir yorumcu, belli şartlarda hırsızın elinin kesilmesini emreden âyeti[9], “kökünden değil, iz bırakacak şekilde elini kesip kanatınız”, “hırsızların, hırsızlık yapma güçlerini ortadan kaldırınız, kesiniz, engelleyiniz” şeklinde yorumlayabilmiştir.[10] Tefsir usul ve kâidelerini ve Kur’ân ilimlerini dikkate almayan, sırf Arap diline dayanan bu tür yorumlar, Kur’an’ın kimin kelâmı olduğunu, kime indiğini ve muhatabın kim olduğunu hiç dikkate almamıştır.
Ulûmu’l-Kur’ân konusundaki bilgi eksikliği de tabiî olarak tefsir ve te’vilin şartlarına riayet etmemeyi beraberinde getirmektedir. Bu da sonuçta yorum hatalarına ve ihtilaflara yol açmaktadır. Şu rivayet bunu açıkça ifade etmektedir: Hz. Ömer (r.a) bir gün yalnız kalmıştı. Kendi kendine “Peygamberi bir olduğu halde bu ümmet nasıl ihtilafa düşecek?” diye düşünmeye başladı. İbn Abbas’ı çağırtıp:
“–Peygamberi bir, kıblesi aynı olduğu halde bu ümmet nasıl ihtilafa düşecek?” diye sordu. İbn Abbas:
“–Ey Mü’minlerin Emîri, Kur’ân bize indirildi ve biz onu okuduk, ne hakkında nâzil olduğunu bildik. Bizden sonra insanlar gelecek Kur’ân’ı okuyacaklar ama ne hakkında indiğini bilmeyecekler, bu sebeple onun hakkında kendi görüşleri oluşacak. Onların her birinin Kur’an hakkında görüşleri olunca da ihtilaf edecekler, ihtilafa düşünce de birbirleriyle mücadeleye ve savaşa girişecekler” diye cevap verdi. (Bu cevabı beğenmeyen) Hz. Ömer onu tersledi ve azarladı. İbn Abbas da oradan gitti. Ömer onun sözü üzerinde bir müddet düşününce ne demek istediğini iyice anladı. Hemen İbn Abbas’ı çağırtıp “Sözünü bana tekrar et” dedi, o da önceki sözünü tekrarladı. Ömer (r.a) onun sözünün manasını idrak etti ve bu izah çok hoşuna gitti.[11]
3. Modernist, Tarihselci ve Sembolik Yaklaşım
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.