“Batı Treni” Yerine “Şark Ekspresi” mi?
Bu kapsamda, Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın yaptığı son açıklamalarla Türkiye’yi AB’den uzaklaştırma niyetini açıkça ortaya koyduğunu iddia eden bu çıkışlarda iç siyasete yönelik çağrılar da dikkatlerden kaçmıyor. Hatta Türkiye’yi kaybetmemek adına Sosyalistlerin Grup Başkan Yardımcısı Roucek’in yaptığı; “reformları hızlandıracağı için Türkiye’ye de üyelik tarihi verilmesi gerektiği” çağrısı bile hatırlatılıyor.
Endişeler, sadece iç politika bağlamında yaşanan bir takım gelişmelerle ilgili değil. “Yeni Türkiye” sürecinin daha milli-bağımsız bir dış irade sergileme kararlılığı ve bu doğrultuda yeni oluşumlara yeşil ışık yakması da Batı’yı derin bir endişeye sevk etmiş durumda...
Bu kapsamda, Ankara’dan Şanghay İşbirliği Örgütü ve Rusya’nın başını çektiği Gümrük Birliği’ne yönelik üyelik sinyalleri, Çin ile çok boyutlu stratejik işbirliği arayışları ve Halkbank operasyonuyla birlikte bir kez daha gündeme gelen İran ile “derin ilişkiler”, Türkiye’nin Batı’dan kopma ve Doğu’ya yanaşma girişimleri olarak değerlendiriliyor.
Batılı başkentlerde son dönemde kendisini daha derinden hissettirmeye başlayan “otoriterleşen Türkiye, otoriter bloğa kayıyor” kaygısının temelinde de bu son gelişmeler yatıyor. Bu husus, adem-i merkeziyetçi bir süreci AB reformları ile sonuna kadar savunan hükümetteki “merkezci sapmalarla” ve “Putin kıyaslaması” ile kendisini daha net bir şekilde gösteriyor.
Yeni bir “bağımsızlık savaşı” mı?
Burada, Başbakan Erdoğan’a yönelik Putin benzetmesi bir tesadüf olmasa gerek. Sosyal medyada da yer alan şu iddia oldukça dikkat çekici: “Putin’in Erdoğan’a önemli bir sözü var bağımsızlık mücadelenizi destekliyoruz. Türkiye ilk defa zincirleri kırmaya yaklaştı.”
Bu noktada Türk-Rus ilişkilerindeki kırılma noktaları ve Batı’nın burada oynadığı rol oldukça önemli. Rusya, “İkinci Yalta” sürecinde adeta Batı’dan 1947 ya da 1952’nin rövanşını almak istiyor.
Rusya’nın Orta Asya-Kafkasya-Karadeniz üzerinden yakın çevresine keskin bir dönüş yaptığı ve bu çerçevede Türkiye ile de derin işbirliğini esas aldığı (Kasım 2001 tarihli Avrasya İşbirliği Eylem Planı ve Mayıs 2010 tarihli Üst Düzey İşbirliği Konseyi-ÜDİK) bir dönemde, 1921-1938 ruhunun tekrar canlandırılabileceğine yönelik çıkışlar da dikkatlerden kaçmıyor.
Bir diğer ifadeyle Rusya, Türkiye’yi Batı’ya itmek suretiyle uzun vadede kaybettiği mücadeleyi, Türkiye üzerinden Türk-İslam dünyasını kazanmak suretiyle telafi etmek istiyor. Zaten, Batı cenahındaki bir takım endişelerin temelinde de bu korku yatıyor.
Esas korku: “Türkiye’yi kaybetmek”...
Burada hiç kuşkusuz ABD’nin tavrı oldukça belirleyici bir yere sahip. Ankara-Washington hattındaki “büyükelçi buhranı” şimdilik dondurulmuş olsa da, ABD’den gelen mesajlar bu krizin devam edeceği yönünde...
Nitekim, Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Psaki tarafından yapılan yazılı açıklamada şu ifadelere yer veriliyor: “Türk medyasının bazı unsurlarında büyükelçimiz, diğer üst düzey Amerikalı yetkililer, uluslararası medya temsilcileri ile özel Amerikan vatandaşları ve grupları hakkında devam eden temelsiz saldırıları derinden rahatsız edici buluyoruz.”
ABD’li yetkililerin şu ifadesi de, bu bağlamda gündeme bomba gibi düşmüş durumda: “Makul olmayan bu açıklamaların iki ülke ilişkilerini zehirlenmesinden endişe ediyoruz.” Washington kaynaklı haberde, “Türk-Amerikan ilişkilerinin geleceğinin tehlikeye girdiği”ne yönelik vurgu da bir o kadar önemli.
Çin’i çevrelemeye çalışan ve bu kapsamda Rusya ve İran’la yeni bir dönem başlatmaya çalışan ABD’nin böyle bir “zehirlenme” olasılığına karşı “endişe etmenin” dışında başka arayışlar içerisinde olup olmadığını da göreceğiz; her ne kadar “Perşembe geliyorum” dese de...
26.12.2013 Milli Gazete































Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.