• İstanbul 18 °C
  • Ankara 24 °C

Mehmed Âkif kime “korkma” dedi?

D. Mehmet DOĞAN

İstiklâl Marşı “korkma!” nidası ile başlar.

Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak!

Millî marşımızın böyle bir kelime ile başlaması tartışma konusu olmuştur. Böyle bir başlangıcın ihtilalci Türklerin hislerine tercüman olmadığı, esasen Türk’ün korkmayacağı, Âkif’in istiklâl ve inkılâp için savaşan Türklerin yüksek ve asil hislerini ve seciyelerini bilmesi halinde böyle bir başlangıç yapmayacağı gibi iddialar ortaya atılmıştır.[1]

İstiklâl Marşı’nın başındaki “korkma” hitabının bütün millete yönelik bir ifade olduğu söylenebilir. Milletimiz endişelenmemelidir, emin olmalıdır; o ezelden beri hür yaşadığı gibi, bundan sonra da hür yaşayacaktır. Bu topraklardaki en son ocak sönmeden, yani en son aile yok edilmeden, al sancak şafaklarda yüzmeye devam edecektir.

Mehmed Âkif, bu mısralarla çok kuvvetli bir mukavemet düşüncesi ortaya koymaktadır. Düşmana karşı mukavemet, direniş; milletin en küçük vahidi/birimi olan aileye, ocağa hasredilmektedir. Ferdin yalnızlığının ötesinde ailenin temel bir bütünü temsil ettiği unutulmamalıdır. Aile en küçük millettir. En küçük millet yok edilmeden düşman istediği sonuca ulaşamayacaktır.

İstiklâl Marşı’nın yazılış şartlarını bilirsek, aynı zamanda bu hitabın tahsisen bir kesimi, grubu hedeflediğini düşünebiliriz.

Böyle bakılınca “korkma!’ hitabı, en çok korkanlara yönelik bir ifadedir.

Korku, insanın temel hislerindendir. İnsan korku ve ümid arasındadır (havf ü reca). Korku insiyakîdir (içgüdüsel). Bazen bizi aklımız korkuya sürükler. Akıl mevcut bilgiler, veriler üzerinden düşünür ve bizi korkuya sevk edebilir. Kalb ise aklı aşan bir genişlikle her şeye rağmen bize ümid telkin eder.

Eşref Edib’le Mehmed Âkif’in birlikte çıkardıkları Sebilürreşad dergisinin Ankara’da yayınlanan ilk sayısının başlığı mânidardır: “Ye’se düşen Müslüman değildir!” (3 Şubat 1921)

“Ümitsizliğe kapılan Müslüman değildir.” Ye’se düşmek, bir korku, karamsarlık halidir. Sebilürreşad’ın bu sayısında Mehmed Âkif’in Kastamonu havalisinde verdiği vaazların hülasası (özeti) yayınlanmıştır. Âkif konuşmanın başında okuduğu âyetlerin mânasını şöyle açıklıyor:

“Ey cemaat-ı müslimîn! Bu okuduğum âyat-ı celîlenin (yüce âyetlerin) birincisi Sûre-i Yûsuf’da, ikincisi Sûre-i Hicr’de, üçüncüsü Sûre-i Zümer’de, dördüncüsü de Sûre-i Secde’dedir. Dördü de ye’si, Allah’ın rahmetinden, inâyetinden, nusretinden ümîdi kesmeyi, sûret-i kat’iyyede (kesin olarak) nehy ediyor (yasaklıyor). Bunun neûzübillâh (Allah’a sığınırım) küfür olduğunu, dalâl (sapkınlık) olduğunu açıktan açığa ümmete bildiriyor. Evet âyât-ı kerîme sarihtir (açıktır). Hiç te’vil götürür yeri yoktur.”

Korku insanî bir histir, fakat yerleşirse, hastalık halini alır. Tıp dilinde bu “fobi/havf” olarak adlandırılır. İnsan açık havadan korkar (aerofobi), açık yerden korkar (agorafobi), kapalı yerden korkar (klostorofobi), yüksekten korkar (akrofobi)…

Mehmed Âkif’in İstiklâl Marşı’nda kullandığı “korkma” hitabının şiirindeki geçmişi araştırılırsa, korkunun kaynağı, mahiyeti ve Âkif’in kimi/kimleri hedeflediği ile ilgili ipuçları bulunabilir.

Mehmed Âkif, 1912’de yayınlanan Süleymaniye Kürsüsünde şiirinde/kitabında Abdürreşid İbrahim’in dilinden konuşur:

Mütefekkirleriniz, anlaşılan, pek korkak,

Yâhud ahmak... İkisinden bilemem hangisidir?

Sanıyorlar ki: “Bugün Avrupa tekmil kâfir.

Mütedeyyin görünürsek, diyecekler, barbar!

‘Libri pansör’ geçinirsek, değişir belki nazar.”

Burada Avrupa’yı idealize eden batıcı mütefekkirlerin kastedildiği anlaşılmaktadır. Bunlar esasen Avrupa’yı da doğru dürüst bilmemektedir. Avrupa’nın tamamen dinsiz olduğunu, biz dindar görünürsek yanlış anlaşılacağımızı düşünmektedirler. O zaman “libri pansör” geçinirsek/ görünürsek, bize bakışları değişir sanmaktadırlar. Libri pansör gerçekte “hür düşünceli” demektir. Şiir Ankara’da basılan Sebilürreşad nüshalarında yeniden yayınlanırken karşılık olarak “dinsiz” denilmesi mânidardır.

Avrupa’ya karşı dinsiz görünmenin bizi onların düşmanlığından kurtaracağına sanmak, “korkma” kelimesinin kullanılması ile ilgili açıklayıcı bir yaklaşım olabilir.

Âkif, ilk defa 1917’de yayınlanan Hatıralar kitabında yer alan bir şiirinin başına Âl-i İmran sûresinin 173. âyetini koymuş ve şöyle açıklamıştır:

“O mü’minlere ind’allah (Allah katında) ecr-i azîm (büyük sevap/mükafat) var ki: Birtakım kimseler kendilerine “Düşmanlarınız sizin için kuvvetlerini topladılar; onlardan korkmalısınız” dedikleri zaman bu haber imanlarını artırır da: “Allah’ın nusreti bize kâfidir, o ne güzel muhâfızdır!” derler.” 

Şehâmet dini, gayret dini ancak Müslümanlık’tır;

Hakîkî Müslümanlık en büyük bir kahramanlıktır.

mısralarıyla başlayan şiir 4 Eylül 1330 (17 Eylül 1914) tarihin taşımaktadır. 1914’ün ağustos ayında Cihan Harbi (Birinci Dünya Savaşı) başlamıştır. Osmanlı Devleti’nin bu savaşın dışında kalma ihtimali neredeyse yoktur. Nitekim, kısa süre sonra, ekim ayının sonunda, Osmanlı Devleti savaşa dâhil olmuştur.

Mehmed Âkif’in bu şiirini muhtemel savaşa bir nevi zihnî hazırlık olarak görebiliriz.

Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesinden kısa süre sonra, aynı yılın kasım ayında Mehmed Âkif Teşkilat-ı Mahsusa tarafından Berlin’e gönderilir. Davet, Alman İmparatoru adına yapılmıştır. Âkif’e Alman karargâhı ziyaret ettirilir ve Rus ordusuna karşı parlak başarılar kazanan Feld Mareşal von Hindenburg’la görüştürülür. Âkif, Almanlara esir düşen sömürgelerden toplanmış Müslüman askerlere ayrılan Berlin yakınlarındaki kampta konuşmalar yapar ve Fransız ordusunda halen savaşmakta olan Müslüman askerlere yönelik arapça beyannameler yazar. Her iki faaliyetin de faydası görülür.

Dünya hükümranı İngilizlerin ve müttefiklerinin harp filolaları kasım ayının ilk günlerinden itibaren Çanakkale Boğazı’nın karşısına mevzilenmeye başlamışlardır. Hedef İstanbul’dur; Osmanlı payitahtını, hilafet merkezini bir deniz harekâtı ile ele geçirmek böylece aynı zamanda, müttefik Rusya ile denizden irtibat kurmak amaçlanmaktadır.

Mehmed Âkif Berlin’de iken aklı fikri hep Çanakkale cephesindedir. Savaşın seyri konusunda herkese sorular sorar. Binbaşı Ömer Lütfi Bey bunlardan biridir. Ömer Lütfi Bey Teşkilat-ı Mahsusa tarafından daha önce Berlin’e gönderilmiştir. Âkif, Ömer Lütfi Beyi sevmekte ve takdir etmektedir. Eşref Edib, Ömer Lütfi’nin daha önce Sebilürreşad’a gelip giden ve Âkif’i çok seven bir asker olduğunu belirtiyor. Âkif, Berlin’i onunla dolaşmıştır. Ömer Lütfi Bey dahi, dünyanın en büyük deniz güçlerinin Çanakkale muhasarası hakkında, “insan kudretinin dışında bir sebep olmazsa biz orada tutunamayız" demektedir. Bu cevap Âkif’i infiale sürükler, hatta ağlatır. “Ömer Bey ne diyorsun sen, Çanakkale bizim tek dayanağımız, o yıkılırsa halimiz ne olur” diye feryad eder.

Ömer Lütfi Bey “Âkif’in böyle askerî muhakemelere (akıl yürütmelere) tahamülü yoktu” diyor. O “bütün dünya toplanıp hücum etse yine Çanakkale sukut etmez (düşmez), dermiş.[2]

Mehmed Âkif “Binbaşı Ömer Lütfi Bey kardeşimize” hitabıyla ithaf ettiği Berlin Hatıraları şiirinin sonunda bu konuyu işler.

Sen ey Boğaz ki, uzattın bu âhenin kolunu,

Halîfe yurdunu tehdîd eden deniz yolunu,

Cihâna karşı asırlarca bağladın durdun

“Ey Boğaz, sen demir kolunu uzattın ve halife yurdunu tehdit eden deniz yolunu dünyaya karşı asırlarca bağladın durdun” diye başlayan Âkif, “senden uzaktayım, ama şu anda cepheni görmekteyim: Ateş yağıyor”, “Bulutların biri binlerce yıldırım sağıyor!” diyor. Bakışı bin bu kadar mil mesafeden kavuran alevleriyle o sele karşı duran karaltılar nedir? sorusunu soruyor. Asker mi, taş mı, gölge mi? Gözü seçmemektedir, yoksa bu bir serap mıdır? Taş olsa, erir; gölge olsa parçalanır; tufan gelir de önünde sed mi tanır!

Durun!.. Kımıldanıyor gördüğüm hayâletler...

Bakın: İlerledi... Asker! Hudâ bilir, asker!

Evet, gözüm seçiyor şimdi bir bir efrâdı:

Halîfe ordusunun en muazzam evlâdı,

Ki pâk alınları İslâm için son istihkâm.

Âkif, buradan sonra temiz alınları İslâm için son istihkâm olan Çanakkale cephesindeki askerlere hitab eder:

Hudâ rızâsı için ey mücâhidîn-i kirâm!

Sebâtı kesmeyiniz, çünkü, sâde sizde ümîd;

Dönerseniz ebediyyen söner gider Tevhîd,

Ey büyük mücahidler, sebatı kesmeyin ümidimiz sade sizde. Siz dönerseniz, geri çekilirseniz, tevhid, İslâm sonsuza kadar söner!

Şiirin devamında, bir geri çekilme, ricat anında olabilecekler tasvir edilir. Ve söz şöyle bağlanır:

Enîn içinde vatan... Kıymayın şu mazlûma,

Hudâ rızâsı için ric’at etmeyin!..

Aslında Âkif burada aydınların dilinden konuşur, onlar adına yalvarır. Bu korku dilidir. Aman sebatı kesmeyin, geri çekilmeyin, ricat etmeyin der. Bu birikmiş korkuların ifadesidir. Gerçekten korkulacak bir durum vardır ve insanüstü bir gayret, mucizevî bir mukavemet gerekmektedir.

İşte bu noktada Âkif cephedeki askerleri konuşturur ve onlar konuşmaya “korkma” diye başlar!

-Korkma!

Cehennem olsa gelen göğsümüzde söndürürüz;

Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz!

Düşer mi tek taşı, sandın, harîm-i nâmûsun?

Meğer ki harbe giren son nefer şehîd olsun.

Şu karşımızdaki mahşer kudursa, çıldırsa;

Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa;

Bu altımızdaki yerden bütün yanardağlar,

Taşıp da kaplasa âfâkı bir kızıl sarsar;

Değil mi cephemizin sînesinde îman bir;

Sevinme bir, acı bir, gaaye aynı, vicdan bir;

Değil mi cenge koşan Çerkes’in, Lâz’ın, Türk’ün,

Arab’la, Kürd ile bâkîdir ittihâdı bugün;*

Değil mi sînede birdir vuran yürek...Yılmaz!

Cihan yıkılsa, emîn ol, bu cebhe sarsılmaz!

Nasıl ki yarmadan âfâkı pâre pâre düşer,

Hudayı boğmak için saldıran cünûn-i beşer,

Nasıl ki nur-i hakikatle çarpışan evham;

Olur şerare-i gayretle âkıbet güm-nam,

Şu karşımızdaki mahşer de öyle haşrolacak.

Yakında kurtulacaktır bu cephe...                                                                                                                         -Kurtulacak?....

Demek yıkılmayacak kıble-gâh-ı â'mâlim?..

Demek ki ölmüyoruz...

                                     Haydi arkadaş gidelim!

Âkif şiirin sonunda, Çanakkale’de savaşan askerlerin “yakında kurtulacak bu cephe” sözü üzerine emellerinin kıblesinin yıkılmayacağına, millet olarak ölmeyeceğimize kani olarak “haydi arkadaş gidelim” der.

Mehmed Âkif bu şiiri Berlin’de tamamlamış ve 5 Mart 1331 (18 Mart 1915) olarak tarihlemiştir. Bu tarih Çanakkale deniz zaferinin kazanıldığı gündür.

Mehmed Âkif, mart ayında Almanya’dan döner. Bu dönüşten iki ay sonra onu yine benzer bir vazife beklemektedir. Mayıs ayında Osmanlı Harbiye nezareti Şerif Hüseyin’in İngilizlerle irtibatından şüphelenmiş ve Osmanlıya sâdık Necid Emiri ve Suud emiri ile görüşmek için Teşkilat-ı Mahsusa reisi Âkif ve Eşref Sencer Kuşcubaşı’nın da içinde bulunduğu bir heyeti yola çıkarmıştır. Bu seyahatten ancak ekim ayında dönülür. Âkif’in dönüş sırasında Çanakkale zaferinin haberini Hicaz hattında El Muazzam istasyonunda aldığı ve bu müjdenin heyecanı ile Çanakkale Şehidleri’ne olarak bilinen destanî şiiri yazdığı bilinmektedir.

Birinci Dünya Savaşı nihayete erdikten sonra korku büyümüştür. Çünkü Çanakkale ve Kût’ül-amâre gibi büyük zaferlere rağmen, savaş kaybedilmiştir. 1918’de Mondros Mütarekesi imzalanır. Ümitsizliğin yayıldığı korkunun büyüdüğü bu zamanda Âkif, batı Anadolu’da başlayan direnişi desteklemek için Balıkesir’e gider, Zağanos Paşa Camii kürsüsünden konuşur. Bilahire de Ankara’ya “İslâm şairi” olarak davet edilir ve akabinde yola çıkar. 24 nisanda Ankara’dadır. İslâm şairi Anadolu’da irşad heyetlerinde vazifelendirilir, birçok şehir ve kasabaların camilerinde vaazlar verir. Milletvekili yapılır. Dergisi Sebilürreşad Büyük Millet Meclisi’nin bütçesinden basılıp dağıtılır. İslâm dünyasına yönelik faaliyetlerde fikirlerinden faydalanılır. Ve işte belki de asıl Ankara’ya geliş sebebi olan İstiklâl Marşı’nı yazar.

İstiklâl Marşı’nın yarışmaya rağmen ondan istenmesi, tarihin garip bir cilvesidir. Marşı yazmasını isteyenler Ankara’da hâkim konumda bulunan batıcı, pozitivist erkândır. O zor şartlarda ümit ve iman telkin eden bir şiiri ancak Âkif gibi inanmış bir adam yazabilir. Bu konuda Ankara yönetiminin yukarıdan aşağıya bir mutabakatı ortaya çıkmıştır. Onlar korkularını yenecek, ümid telkin edecek sözü Âkif’ten beklemektedir.

Mehmed Âkif ısrar üzerine bu şiiri yazdığı için hiçbir şey gözetmeden dosdoğru ne söylemesi gerekiyorsa onu söyler. Milletimizin aidiyet unsurlarını yerli yerinde ifade ettiği gibi, bizi boğmak, yok etmek isteyen batı emperyalizmine karşı da doğrudan ifadeler kullanır.

Âkif’in, işte ikinci “korkma” hitabı İstiklâl Marşı’ndadır. Birincisinde Çanakkale’de çarpışan Mehmetçikler “korkma” demiştir. Âkif İstiklâl Marşı’nı kahraman ordumuza ithaf ettiğine göre, yine konuşan onlardır ve işte tıpkı Berlin Hatıraları’nın sonundaki gibi bu şiir de “korkma” hitabıyla başlar.

Bu korkma hitabının bütün millete şâmil olduğu söylenebilir. Fakat “İslâm şairi”nin yine de bir kesimi, belli bir grubu hedeflediğini düşünmemizi gerektiren işaretler vardır.

Âkif’in bu mısralardaki muhatabı, batıcılardır, batı karşısında komplekse kapılan aydınlardır. Âkif, başta bütün milleti gözetse bile dördüncü kıt’ada asıl korku içinde olanlara hitab eder:

Garb'ın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar,

Benim îman dolu göğsüm gibi serhaddim var.

Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imânı boğar,

"Medeniyyet!" dediğin tek dişi kalmış canavar?

Onlar batının ufuklarını saran çelik zırhlı duvardan, yani Avrupa’nın tahripkâr savaş teknolojisinden korkmaktadır. Onları ancak iman dolu göğüsler sınır çekerek durdurabilir.

“Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” sözünden ne çıkarmalıyız? Mehmed Âkif kendisi “medeniyet” dememektedir, ona medeniyet diyenler vardır, hatta daha sonra “muasır medeniyet” denilecek ve yine yüceltilecektir. Âkif işte bu barbar “medeniyet”ten korkanları temin etmek için konuşmaktadır. “Onlar ulusunlar” veya “milletimiz uludur, korkma, böyle bir imanı boğamazlar!” demektedir.

Meclis’in batıcıları, pozitivistleri böyle zor bir zamanda Âkif’in yüksek perdeden konuşmasına fazla seslerini çıkaramazlar. Korkuları onları Âkif’e yaklaştırmıştır. Meclis’te konu görüşülürken bazı oyalama konuşmaları yapılır. Bir tek kişi, onların sözcüsü olarak Tunalı Hilmi, olabildiğince açık konuşur. Âkif’in şiirinin bazı yerlerinin değiştirilmesi lâzımdır. Bunun için encümene/komisyona havale edilmelidir. Tunalı Hilmi bunun için sonuna kadar direnir, önerge üstüne önerge verir. Fakat bir sonuca ulaşamaz. Çünkü Âkif’in sözü o günün yaşanan gerçekliğidir. Tek dişi kalmış canavarın saldırılarını savuşturmak için bütün millet seferber olmuştur. Böyle bir zamanda batı emperyalizmini savunmak mümkün değildir.

Âkif, o güne mahsus şiirinde hoşlarına gitmeyen muhtevaya itiraza gücü yetmeyen garpçılara rağmen garba, medeniyete yüklenmekle kalmaz bütün mukavemet unsurlarını iman kavramı etrafında ifade eder. Ve istiklâli hak etmeyi Hakk’a tapmaya bağlar!

Tam cümle şudur: “Korkma! Hakkıdır Hakka tapan milletimin istiklâl!”

Âkif’in şiiri batının öldürücü gücünden korkanlara korkularını yenecek, ümid telkin edecek en kuvvetli sözdür. Bu söz, hedefe ulaşmıştır. Millî Mücadele’nin zafere koşan askerinin elinde bayrak, dilinde Âkif’in İstiklâl Marşı vardır!

 

[1] Suphi Nuri İleri, Yeni Adam, S. 169, 25 Mart 1937, sf. 10-11, İsmail Kara-Fulya İlbanoğlu: Sessiz Yaşadım. Matbuatda Mehmed Âkif (1936-1940). İstanbul, 2011, sf. 243-244

[2] Eşref Edib: Mehmed Âkif. (Haz. Fahreddin Gün) İstanbul 2010, sf. 90

* Son iki mısra 1928 baskısına alınmamıştır.

 

Muhit Dergisi, Mart 2021

adsiz-006.png

Bu yazı toplam 257 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim