Darbelerde içerideki kuvvetler piyondurlar. Asıl darbeyi tezgâhlayanlar dış güçlerdir. Darbeden önceki yıllar Ankara adeta Ortadoğu'nun merkezi haline dönüşmüştü; bir yabancı devlet adamı uğurlanıyor, diğeri geliyordu. Türkiye gerçekten dev adımlarla ilerliyordu; böyle devam ederse, bir on yıl sonra emperyalistler ülkemize müeyyide uygulayamayacaklarını biliyorlardı. Bağdat Paktı da bölgemizdeki siyasi dayanışmayı örgütlüyordu. Bu paktın en zayıf ayağı olan Irak'tan işe başladılar; General Kasım'a Kral Faysal'ı devirttiler; bütün akrabalarını, Başbakan Nuri Said'i kurşuna dizdirdiler. Böylece Irak pakttan ayrıldı. Ardından Pakistan'da darbe yaptılar. Zaten İran pakta zorla girmişti; Türkiye tek başına kalmıştı.
Türkiye'nin sabıkası sadece başını çektiği Bağdat Paktı değildi. Cezayirliler, Fransızlara karşı kurtuluş savaşı veriyorlardı. Akşam karanlığında İskenderun veya Antalya'dan kalkan takalar Libya sahillerine yanaşıyor; indirilen silahlar oradan develerle Cezayir'e intikal ettiriliyordu. Türkiye'nin o zamanki başbakanı, hükümeti olmasaydı Cezayir'in hürriyetine kavuşamayacağını öğrenmek isteyenler, söz konusu yıllarda Libya'nın başbakanı olan Mustafa Bin Alim'in, Bin Bella'nın hatıralarını okuyabilirler. Tabii bu takalar sadece Libya'ya değil, Kıbrıs'a da silah taşıyorlardı. Dünyada "Hukuk dışı nasıl muhakeme olur?" sorusuna cevap olarak gösterilecek mahkemelerin başında gelecek olan Yassıada'daki, bir bakıma komedi, bir bakıma trajedi olan ucubenin reisi Salim Başol, "Akşamları İskenderun ve Antalya'dan hareket eden takalar nereye gidiyorlardı?" diye sorduğunda, muzdarip Menderes, "Devlet sırrıdır, söyleyemem." cevabını verdi. İdama mahkûm edilmeleri de mahkemenin iplerinin nerelere uzandığını göstermektedir.
Bu darbede basının oynadığı rolü de unutmamak gerekir. O dönemde bugün olduğu gibi basında çeşitlilik yoktu; anamuhalefet partisinin genel başkanı basının sanki orkestra şefiydi. Öğrencileri tahrik ediyor, Kars'ı, Ardahan'ı Menderes hükümetinin sattığını ilan ediyorlardı. Üniversiteli gençlerin kıyma makinelerinde doğrandıklarının feryadını basıyorlardı. Ne yazık ki bunların en büyük yardakçıları da üniversite hocalarıydı. O yıl hukuk tahsiline yeni başlamıştım. Derse giren Hıfzı Veldet Velidedeoğlu'nun; "Bugün hukukun kara günüdür; ders yapmıyorum; çıkın dışarıya, nümayişe katılın." sözleriyle öğrencileri kışkırttığını bugün gibi hatırlıyorum. Rektör Sıddık Sami de, "Ölülerimizi bulun" çığlığıyla gençleri ayağa kaldırıyordu. Biraz soğukkanlı bakınca insan, organizasyonun boyutlarını görmekte güçlük çekmiyor. Zaten darbeden sonra, olup bitenleri tasvip etmeyen yedi bin küsur askerin emekli edilmelerindeki gerekli parayı Amerika Birleşik Devletleri'nin vermesi her şeyi gün gibi ortaya çıkarıyor.
O sırada Hafız Mehmed adında bir ağabeyimiz vardı. CHP'liydi; İstanbul Belediyesi'nde cenaze işlerinde çalışıyordu. Menderes'in idamında bulunması için onu İmralı'ya götürmüşlerdi. İdam sehpasına giderken Menderes'in sözlerinden aklında kalanları bize anlatmıştı. Bazı arkadaşlarımız o sözleri bildiri haline getirip yayınlamışlardı; "Silahların gölgesine sığınan efendilere idam sehpasına ayaklarım titremeden gittiğimi söyleyebilir misiniz? Onlara müteşekkirim; millet yoluna koyduğum başımı 17 yıl önce almadılar; bana milletime hizmet etme fırsatını vermiş oldular. Onlar dirimden korktular, halbuki ölüm daha kuvvetli olacaktır."
Milletçe hizmet edenleri unutmadığımızı göstermek, gelecek nesillerin de ibret almasını sağlamak için takvimin bu yaprağı siyah kalmalıdır. Bu işi başlatan Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı, devam ettirip gelenekleştirirse, demokrasimize büyük hizmet etmiş olur.































Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.