Herkesten, her şeyden haberi olurdu.
Cenab-ı Hak bu adamın kazancına öyle bir bereket vermişti ki; o dağıttıkça hem malı hem sermayesi artıyordu.
Buna kendi de şaşıyor, şükrüne şükür katıyor, otururken, yürürken, raflara paketleri dizerken zikrullaha devam ediyordu.
Sabah namazından ağzında dualarla camiden çıkıp, yatağa girinceye kadar bu böyle devam ediyordu.
Sanki bir mahalle bakkalının günlük telaşesi içinde değil de cennet bahçelerinde dolaşıyor gibi yüzünden bir tebessüm çalışıp duruyordu.
Yüzü ve gözleri parıldıyor, ona bakan nedense bir iç ferahlığı duyuyordu. Para üstü verirken bile sesi bir duadan arta kalmış tınıyı taşıyordu.
Bu adamın dünya ile işi yok muydu?
Vardı tabii.
Dünya işi nedir ki?
Aldın-verdin-yedin-içtin-gittin-geldin-ağladın-güldün-hastalandın-iyileştin-evlendin-çocuğunu mektebe gönderdin-bir gömlek aldın-bir arsa sattın-berbere gittin-altına bir araba çektin. Dünya işi bitmez. Son nefes verilmeden dünyadan ayrı düşmek her kişinin harcı değildir.
Ama bizim bakkal galiba 'ölmeden önce ölünüz' sırrına mazhar olmuştu. Hiç de öyle sofu bir görüntüsü yoktu. Bırakın kötü sözü, sesini yükselttiği dahi görülmemişti.
Kendisi iyi, eşi ondan daha iyi idi.
Cenab-ı Hak -ki hikmetinden sual olunmaz- bu iki iyi kişiyi birbirine yazmıştı. Bir elmanın iki yarısı gibiydiler.
Mahallede kaç dul kadının kızını evlendirmişler, kaç delikanlıyı askere göndermişler, kaç hastayı hastaneye yatırmışlar, bırakın insanları mahallenin kedisine, köpeğine, kuşuna karda-kışta nasıl kol kanat germişler anlatmaya dil yetmez.
Kadın da sabahtan akşama hiç boş durmaz, ya birine mevlit pilavı pişirir, ya bir hastaya çorba yetiştirir, ya kışın tanıdık-tanımadık herkese dağıtılmak üzere ayağını sıcak tutsun diye yün çarık örer, ya dantel, sabunluk yapar, ya yazma-namaz başörtüsü kenarlarına oya yapar, ya çalışan bir annenin çocuğuna bakardı. Hiçbir hizmetine karşılık para kabul etmez, ancak tatlı dil ile tatillerde komşuların çocuklarına Kur'an öğretmek üzere evine gönderilmesini isterdi.
O çocuklara kurabiyeler, limonatalar, sahlepler, şerbetler hazırlar, Kur'an okumayı öğrenenlere bir çift çorap hediye ederdi. Çocuklarla beraber bazen anneleri, ablaları da Kur'an dersine gelirlerdi.
Böyle Allah dostu insanların ne gücü tükenir, ne zamanı.
Evlerinin önünde bir küçük bahçeleri vardı. Kadın bu bahçede hem meyve, hem sebze, hem çiçek yetiştirirdi.
Bahçeden mahsul alınmaya başlandığında tüm komşulara organik domatesler, salatalıklar, kabak ve patlıcanlar sepet sepet giderdi.
Okuldan eve dönen bir çocuğa seslenir, oracıkta çiçeklerden bir buket yapar, annesine götürmesini söylerdi.
Gül reçeli, incir-vişne-çilek reçeli yapardı. Bunları hem dükkânda satışa sunar, hem birer kavanoz komşulara dağıtırdı.
Bağ bozumu geldiğinde o küçümen bahçeden bidonlarla turşuluk olacak mahsul çıkardı. Kadının turşusu ilaç gibiydi ilaç. Bir yiyen bir daha isterdi.
Yatsıdan sonra kırk yıllık karı-koca evin önündeki asma çardağının altına oturup sohbete dalar, bazen alçak sesle ilahi söylerdi.
Böyle bir bakkal var mıydı?
Yoksa bu bir masal mıydı?
29.08.2012 Yeni Şafak






























Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.