• İstanbul 20 °C
  • Ankara 20 °C
  • İzmir 22 °C
  • Konya 20 °C
  • Sakarya 21 °C
  • Şanlıurfa 27 °C
  • Trabzon 18 °C
  • Gaziantep 23 °C
  • Bolu 19 °C
  • Bursa 22 °C

Mustafa Kutlu'dan: Kaybolan sesler

Mustafa Kutlu'dan: Kaybolan sesler
Televizyonda, basında "son ustalar" diye isimlendirilen belgeseller görürsünüz. Semerci, nalbant, kalaycı vesaire.

Odunu vaktinde alırdı. Vaktinde kırdırır, bodrumdaki yerine istif ederdi. İşte baltacı tam da o günlerde geçerdi sokağımızdan. Yüzü kırışıktan vatan haritasına dönmüş, kırçıl sakallı, hafif kambur, yaşlı bir adamdı. Babam onun tiren garında hamallık yaptığını söylüyordu. Odun zamanı baltasını omuzlayıp rızkını aramaya çıkardı.

Odun pazarından alınıp, at arabası ile evin önüne kadar getirilen odunlar, kalın-yaşlı meşelerdi. Oduncu işine erken başlardı. Pazarlık yapılmazdı. Tonu kaçtan kırılacak belli idi. Ama sen az daha fazla ver. Ne olacak "ağanın eli tutulmaz" denilmiş.

Odun baltası ötekilerden iri, uzun, ağır ve geniş ağızlıdır. Çöp gibi bileklerimle kaldırmaya çalışır, oduncu bir cıgara yakıp gölgede nefeslenirken kendi gücümü denemek isterdim. Oduncu, ablamın getirdiği çayı içerken bana gülümser "Bırak yavrum, kaldıramazsın. Ağzını taşa vurursun bırak." Diye beni ikaz ederdi. Tatlı bir adamdı, gözlerinin içi gülerdi. Parmak kalınlığında tütün sarar, yasemin ağızlığına geçirip tüttürürdü.

Bu yaşlı adam bu baltayı nasıl kaldırıyor, akşama kadar o odun yığınını nasıl kırıp doğruyordu. Annem titiz kadındı. İkide bir gelir, doğranan odunları gözden geçirir, sobaya sığmayacak kadar iri kesilmiş olanlarını ayırır, oduncu hiç şikâyet etmeden onları daha küçük parçalar halinde keserdi.

Öğle yemeğinde annem oduncuya tam bir ziyafet çekerdi. Kızartma etten böreğe kadar. Oduncu, pilavının son pirinç tanelerini de sıyırıp ağzına attıktan sonra koca bir tas kayısı hoşafını kafasına dikerdi. Annem ona çocuklarına götürsün diye ayırdığı gömlek, pantolon, ayakkabı, çizme ne varsa verir; adam ona uzun uzun dua ederdi.

Ezan okunduğunda işi bırakır, benim ibrikle döktüğüm sudan abdestini alır, bahçemizin en iri ağacı olan kış elmasının gölgesinde namazını kılardı.

Akşamın önü sıra babam işten döndüğünde oduncu işini çoktan bitirmiş olur, elmaya sırtını verip cıgarasını tüttürürdü.

Babam önce kırılan odunlara şöyle bir göz atar, adamla helalleşir, parasını verip gönderirdi. İşin gerisi bize kalmıştır artık. Ben ablamla, kırılan odunları bodrum penceresinden içeri atar, babam orada onları düzgünce istif ederdi. Odunların taşınması bittikten sonra annem sahne alır, tüm yongaları bir çuvala doldurur, en ufak bir kırıntı bırakmazdı.

Soba yakmayanlar bilmez. Odunları hazneye yerleştirdikten sonra bu kırıntılar, yongalar önüne koyulur, çalı-çırpı veya kâğıt parçası ile önce bunlar tutuşturulurdu. Yongasız soba yanmaz.

Kar eskiden ne çok yağardı.

Varsın yağsın, sobamız sürekli yanardı. Petrol lambası ışığında dersimize çalışırken babam gazetesini okur, annem sökük diker, sobadan büyülü çıtırtılar gelirdi. Meşenin közü dayanıklı olur. Babam bir süre sonra bu közden bir miktar mangala çeker, kahvesini kendi pişirir kendi içerdi. Sobanın alt kısmındaki dikdörtgen hava deliğinden acayip bir ışık fışkırır, yarı karanlık odayı bir masal mekânına çevirirdi. Ah bu sessiz sakin taşta kışları, ah bu odun kokusu, nerede patlayan mısırlar, küle gömülen patatesler.

Onu söylemişimdir hep.

Taşranın kapısı hülyaya açıktır.

Taşra o yıllarda içe dönük ama derindir. Tefekküre müsaittir. Fakir ama gururludur.

Her güz, tıpkı oduncu gibi vaktinde geldiğinde "seyyar kalaycı"nın sesini duyardık. Kaplarımız bakırdandı. Karşı arsaya körüğünü kurar, sokağın tüm kapılarını kalaylardı.

Bir "hallaç" vardı; yünden, pamuktan ne kadar yatak-yorgan-yastık varsa atmaya gelirdi.

Kış bastırmadan sobaların bacaları temizlenirdi. Ki bunu yapamayanların işini "bacacılar" görürdü. Henüz kanalizasyon bulunmayan beldelerde her hanenin bir fosseptik çukuru olur, dolduğunda onu taşıyıp temizlemeye "lağımcı" gelirdi.

Bahar önünde, karlar kalkıp toprak kabardığında bilhassa ihtiyar, dul, yalnız kadınların bahçelerini bellemeye, zerzevat ekilecek kısmı tanzim etmeye, ağaçlarını budamaya "bahçıvanlar" gelirdi.

Hayat durduğu yerde durmuyor.

Bilhassa son iki yüzyılda akıl almaz biçimde hızla değişiyor. Kimse bir şeye aşkla bağlanmıyor, bu sebeple vefa duygusu kalmıyor.

Asırların meslekleri yok oluyor, geride bir boşluk kalıyor. Ama kim için?

Bu sesleri duyan, bu kişileri gören nesiller için. "Zamanın ruhu" dedikleri şeyi besleyip büyüten biraz da bu "kaybolan sesler" olmalı. Bunları kendi zamanında Ahmet Rasim yazmış, işte şimdi de ben yazdım. Benden sonra Allah Kerim.

27.06.2012 Yeni Şafak

Bu haber toplam 451 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim