• İstanbul 23 °C
  • Ankara 27 °C

Mustafa Özçelik: “Âkif’in Asım’ın Karakteri ve Mücadelesi için Söyledikleri Bütünüyle Kendisinde Mevcuttur”

Mustafa Özçelik: “Âkif’in Asım’ın Karakteri ve Mücadelesi için Söyledikleri Bütünüyle Kendisinde Mevcuttur”
Ropörtaj: Mehmet Kurtoğlu

Mustafa Özçelik edebiyat camiasının yakından tanıdığı, çok yönlü bir isim. Şiir, hikâye, deneme ve araştırma dallarında eserleri mevcut.  Özellikle Yunus Emre ve Mehmet Âkif üzerine araştırmaları ve biyografi kitaplarıyla tanınıyor. Onun Mehmet Âkif ve Çanakkale, Mehmet Âkif ve İstiklal Marşı kitapları yanında bu yıl “Bir Hisli Yürek Mehmet Âkif Ersoy” adlı kitabı yayınlandı. Bu mülakatımızda onunla “Bir hisli Yürek” kitabı başta olmak üzere Âkif ve Âsım üzerine konuştuk.

Safahat’ta geçen “Bir Hisli Yürek” imgesini Âkif’i anlattığınız kitabınıza isim olarak seçerken gerçekte bir tanımlama da bulunmuş oluyorsunuz. Hisli yürekler daha çok hüzünlü melal şiirleri yazarlar. Oysa Akif’in şiirlerine baktığımızda, büyük bir inanç, mücadele, kahramanlık görüyoruz. Hisli bir yüreğin daha çok bireysel, içe kapanık şiirler yazması gerek mi? Bu hisli yürekten destansı şiirler çıkmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

 Kitaba bu ismi seçerken Safahat’ın önsözü niteliğindeki “Bana sor sevgili kâri, sana ben söyleyeyim” mısraı ile başlayan şiirdeki “Oku şâyed sana hisli bir yürek lazımsa” söyleyişinden hareket ettim.  Bana göre buradaki “hisli” ifadesi bireysel, içe dönük bir durumla ilgili değildir. Meseleye böyle bakmak Âkif’i tanımamak olur. Âkif, hemen bütün şiirlerinde milletin sesi olmuş, onların dertlerini dile getirmiş bir şairdir. Onun çok önemsediği Namık Kemal’in şöyle bir beyti vardır: “Bais-i şekva bize hüzn-i umumidir Kemal/Kendi derdi gönlümün billâh gelmez yâdıma.” Âkif’in şiir tutumunu da aynen böyledir. Bu yüzden onun için kullandığımız “hisli” ifadesini bu problemleri sadece dile getiren değil onları yüreğinde yaşayan ve onlara karşı hassasiyet içerisinde olan bir şairin özelliği olarak görmek gerekir. Âkif, aynı zamanda bu hassasiyeti Safahat boyunca anlattığı perişan halimiz konusunda okuyucudan da beklemekte, olup bitenlere kayıtsız kalınmamasını söylemekte ve kendi hissiyatına okurun da ortak olmasını istemektedir. Bu aynı zamanda yaşanılanlara duygu planında da bakmamız gerektiğini söylemek anlamında düşünülmelidir. Mesela bir “Küfe”, “Hasta”, “Seyfi Baba” şiirlerine bakalım. Bunları ancak hisli bir yürek yazabilirdi. Yine “Hakk’ın Sesleri” kitabında yer alan ve Balkan harbinin acılarının anlatıldığı şiirler de aynı hisli yüreğin ifadeleridir. Bu tür anlayış, destan şiirleri yazmaya mani teşkil etmez. Çünkü Âkif, Çanakkale ve İstiklal destanlarında da aynı hissiyatlı yürekle konuşur.

296.jpg

Âkif’in İstiklal Marşı ve Çanakkale Destanı şiirleri üzerine yayınlanmış kitaplarınız bulunuyor. Onun bu iki şiiri üzerine kısaca neler söylersiniz?

Âkif, bir destan şairidir. Son asırda yaşadığımız bütün olayları şiirlerinde ele almıştır. Bu iki şiir ise sıcak savaşı destan diliyle ebedileştiren metinlerdir. Yani Âkif burada bir cephe şairi olma özelliği de taşır. Bu iki metin muhteva olarak birbirini tamamlarlar. Çanakkale, onun diliyle “en kesif ordular”ın bütün güçleriyle varlığımıza karşı yapmaya çalıştıkları saldırılar karşısında Mehmetçiğin direnişini sergileyen ve olağanüstü kahramanlıkların yaşandığı bir savaştı. Şükür ki, saldırganlara geçit verilmedi. Fakat çok geçmeden başka bir yolla başta İstanbul olmak üzere yurdun büyük bir kısmını işgal ettiler. Bu işgal karşısında da muazzam bir mücadele verildi ve işgalciler topraklarımızı terk etme mecburiyetinde kaldılar. Böylesi bir olayın da destanlaştırılması gerekiyordu. Bu da Âkif’e nasip oldu. İstiklal Marşı ise işgal edilen Anadolu topraklarını kurtarmak için girişilen Milli Mücadelenin destanıdır. Âkif, bu şiirinde bir savaş tasviri yapmaz. Savaşacak askerleri bu mücadeleye karşı motive etmeye çalışır. Onlara neden mücadele etmeleri gerektiğini ve bu mücadelenin hangi değerler için yapılırsa anlamlı olacağını anlatır. Onlara umut ve cesaret aşılar. Bu yüzden bu iki şiir, Âkif’in “Ordunun Duası”, Cenk Şarkısı” gibi şiirleriyle başlattığı destanının en önemli iki parçasıdır. Birini diğerinden ayırmadan okumak, bunları birbirlerini tamamlayan iki metin olarak görmek gerekir. Tabi ikisinde de Âkif’in yüksek şiir gücü kendini hemen gösterir. Her iki metin de edebiyatımızın en güçlü metinlerinden olma özelliği taşırlar.

Türk edebiyatında Kemal Tahir romanlarını nasıl ki bir tez üzerine kurgulayıp yazmışsa, Âkif de şiirlerini öyle yazmıştır. Bu bağlamda Âkif’in şiirlerini değerlendirir misiniz?

Mehmet Âkif, planlı yazmayı önemseyen biridir. Ne var ki onun metinleri kurgulanarak yazılmış değillerdir. Onun “Hayır, hayal ile yoktur benim alışverişim/İnan ki her ne demişsem görüp de söylemişim/Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek/Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek” ifadeleri de bunu gösterir. Ama konuyu tez kavramı üzerinden ele alacak olursak Âkif’in elbette bir tezi vardı. O, bir tefekkür şairi olarak şiirlerinde ve düz yazılarında hatta vaazlarında Osmanlı devletinin son asırda yaşadığı hadisler karşısında hep problemleri tespit edip ortaya koyan hem de onların çözümü için teklifler sunan biriydi. Âkif’in bu manada duruşu nettir. Kendini konumlandırdığı yer bellidir. Şartlara göre konuşmaz. Devrinin aydınlarının tek çözüm olarak Batılılaşmayı gördükleri, geri kalma sebebi olarak da dini sorumlu tuttukları bir zamanda Âkif, İslam’ın özüne dönerek, çağdaş ilim ve tekniği alarak bir kurtuluşun gerçekleşebileceği tezini savunur. Ne var ki din vurgusu yüzünden Batıcılar, ilim ve teknik vurgusu yüzünden kendini ilme kapatmış muhafazakâr çevreler tarafından anlaşılamadı hatta tepkiyle bile karşılandı. Ne var ki zaman onu haklı çıkardı. Âkif’in tezi doğrultusunda hareket edemeyen Osmanlı devleti yıkıldı. Âkif, bu defa umudunu yeni kurulacak devlete bağladı. Bunun için Milli Mücadelenin en güçlü destekçisi oldu. Nasıl bir insan, gençlik, toplum ve devlet yapısı düşündüğünü de şiirlerinde ifade etti. Mesela “Asım” kitabı böyle bir yol haritası olarak da okunabilir. Ama hayal ettiği şeyler gerek batılı devletlerin savaşta mağlup olsalar da anlaşma masasında çok güçlü olmaları, devleti inşa edecek kadroların da yine batılı bir anlayışa sahip olmaları yüzünden masa başında bambaşka bir Türkiye kurgulandı ve Âkif’in hayali gerçekleşmedi. Ama bugünlere geldiğimizde batılı anlamdaki yapılanmanın bir çözüm olmadığı görülmektedir. Türkiye o günlerden bu günlere devlet, toplum, yönetim yapısının inşası konusunda sancılı bir ülkedir. Bu yüzden Âkif’in hem problemlerin tespiti hem de çözüm teklifleri açısından tezleri hâlâ geçerliliğini korumaktadır.

191.jpg

Safahat’ın altıncı kitabı Asım. Asım aynı zamanda sembol bir isim, bir ideal. Bir nesil projesi. Bu bağlamda Asım şiiri üzerine neler söylersiniz?

“Asım” kitabı hem edebi özellikleri hem de muhtevası itibariyle Safahat’ın en çok ilgi gören ve okunan bölümüdür. Onu böylesine önemli kılan ise Âkif’in “Asım” üzerinden ortaya koyduğu ideal nesil projesidir. Asım, hem Milli Mücadeleyi zaferle neticelendirecek hem de yeni Türkiye’yi kendi değer yargılarımıza göre her manada inşa edecek neslin adıdır. Denilebilir ki Âkif’in gelecek vizyonu en çok bu eserde kendini gösterir. Bu kitaptaki Asım, Çanakkale savaşından yüz akıyla çıkan ve ardından ülkesini kalkındırmak için Batı’ya eğitim için gidecek olan bir nesildi. Sonra Milli Mücadele yılları geldi. Âkif, yazacağı 2. Asım kitabında hem bu mücadeleyi destanlaştırmak hem de Asım’ın neslinin yeni Türkiye’nin kurulmasındaki gayretlerini anlatmak istemişti. Fakat Mısır yıllarında yaşadığı sıkıntılar bu kitabın yazılmasına imkân vermedi. Ama buna rağmen 1. Asım kitabı tek başına Türkiye’nin hangi donananımlar sahip bir gençlik tarafından inşa edilebileceği konusunda bize yol gösteremeye devam eden bir metindir. Âkif bunu şöyle özetler: “Çünkü milletlerin ikbâli için evladım/Marifet, bir de fazilet.. iki kudret lazım” Bu, kurtarıcı neslin vasıflarını ortaya koyan bir söyleyiştir. Buna göre ikbal ve istikbalimiz için birisi marifet diğeri de fazilet olmak üzere iki temel değere ihtiyacımız vardır. Diğer yandan bu eser, Âkif’in sanat kudretini göstermesi açısından da önemlidir. Metnin çok güçlü bir şiir yapısı vardır.

Klişeleşmiş olan Akif- Tevfik Fikret ile Asım-Haluk karşılaştırmasını nasıl yorumluyorsunuz?

O dönemde Osmanlı’yı kurtaracak düşünceleri bir nesil projesi üzerinden ortaya koyan üç isim vardı. Bunlar Mehmet Âkif, Tevfik Fikret ve Ziya Gökalp’ti. Âkif, nesil projesini Asım, Fikret Haluk, Gökalp de Ay Hanım üzerinden ifade ettiler. Ay Hanım’la Asım’ın müşterek tarafları olduğu için karşılaştırma daha çok Asım ve Haluk üzerinden yapılmalıdır. Asım, kendi medeniyet değerlerimize bağlı, İslam amentüsüne iman etmiş ve çağdaş ilim ve fennin önemini de kavramış bir karakterdir. Haluk ise seküler bir anlayışa sahiptir. Değerlerimize yabancıdır. Amentüsü ilim ve fendir. İkisi de ilim tahsili için Batıya giderler. Asım, kendi kimliğini kaybetmeden o ilim ve fenni alıp ülkesine döner. Haluk ise Batıda köklerinden tamamen koparak bu ülke ile bağını keser. Türkiye’nin nesil anlamında gelecek tasavvuru bu iki isim üzerinden yürür. Yani bu ülkede hem Asımlar hem de Haluklar vardır. Bu iki nesil arasındaki mücadele bugün de devam etmektedir.

065.jpg

Sol’un Haluk’u unutulmaya terk ettiği gibi İslamcı ve sağcılar da Emin’i unutulmaya terk etmişti. Son yıllarda Emin Âkif hakkında sır perdesi aralanınca yeni bir tartışma başladı. Yeni yeni Akif Emin’in trajik hayatı hakkında yazılar ve kitaplar yayınlandı. Artık Asım ile Haluk’u değil de Emin ile Haluk’u kıyaslayanlar bulunuyor. Bu konuda neler söylersiniz?

Batıcı, sol düşünce zaman içinde daha da değişime uğrayarak Haluk karakterini başka bir şekle dönüştürdü. Ondan daha da yabancı bir anlayış zemininde hareket etmektedir. Dinimizle, tarihimizle, kültürümüzle en ufak aidiyetleri kalmadı. O yüzden Haluk’tan bu anlamda uzaklaşmış olabilirler. Çünkü Haluk’un en azından doğruluğuna katılmasak bile bir tezi, ideali vardı. Şimdiki Haluklar ise tamamen hedonist, popülist bir gençlik kitlesi. İstisnaları yok değil elbette… Ama inşa edilmek istenen gençlik ne yazık ki böyle görünüyor. Bu da Türkiye’nin istiklali ve istikbali manasında ciddi bir problem olarak karşımızda duruyor. Emin ise Âkif’in Asım olarak yetiştirmeye çalıştığı bir gençti. Ne var ki bu yeni yönetimin Âkif’in tezlerini benimsememesi yüzünden bu tasavvur gerçekleşemedi. Âkif de oğlu da trajik bir hayat yaşamak zorunda kaldılar. Bu durum, yakın tarihimizin utanç sayfalarından birisidir. 

Zamanın veya dönemin ruhu içinde değerlendirebileceğimiz Asım’ı, bugünün gençleri için bir prototip olarak sunabilir miyiz?

Elbette sunabiliriz. Âkif’in düşünceleri devlet katında çok karşılık bulmasa bile geçerliliğini ve önemini devam ettiren düşüncelerdir. Nitekim halk, çocuklarının birer Asım olması için hayli gayret sarf etti. Çocuklarımız okusun ama benliklerinden uzaklaşmasın düşüncesini taşıdı. Bir ayrımcılık adına söylemiyorum ama İmam-Hatip Liselerinin gördüğü rağbet bu açıdan da değerlendirilebilir. Halk, istemiştir ki çocuğumuz hem müspet hem de dini eğitim tahsili yapsın. Bu aslında Asım’la ifade edilen gençliğin ta kendisidir. Hz. Mevlana’nın pergel metaforunda olduğu gibi temel değerleri sabit, diğer yönden ise bütün dünyaya açık, çağının farkında olan bir gençlik… Bu neslin inşası bugünümüz ve geleceğimiz adına hâlâ önem taşımaktadır. Fakat önümüzde ciddi zorluklar vardır. Gençleri şekillendiren bir küresel anlayış bırakın evlerimizin içine gençlerimizin zihnine girmeyi başardı. Bizim de bu şartlar karşısında yeni yol ve yöntemler bularak onların kendi tarihimize değer yargılarımıza göre yetiştirmek gibi bir gayretin içerisinde olmalıyız. Yani Asım modeli hakikatinden koparılmadan güncellenmeli, yeni bir dille gençlerin zihin ve gönül dünyalarında karşılık bulmaya çalışmalıyız.

Hisli Bir Yürek’te “Âkif’in Asım olarak portresi” adı altında tanımlıyorsunuz. Akif Asım mıdır? Asım Akif midir?

Âkif’in Asım’ın karakteri ve mücadelesi için söyledikleri bütünüyle kendisinde mevcuttur. Ben, bundan dolayı onu Asım’ın neslinin müşahhas örneği olarak gördüm. Bu yüzden Âkif, Asım’dır, Asım ise Âkif’tir düşüncesini taşıdım. Hatta bu konuda söylediğiniz gibi bir de yazı yazdım. Âkif, Asım için ne söylemişse bu özellikleri kendi şahsiyetinde taşıyan bir isimdi. Fen eğitimi almıştı. Edebiyat birikimi çok güçlüydü. Diğer yandan aldığı dini eğitim çok yüksek seviyede idi. Karşımızda Kur’an tercümesi yapacak kadar Arapça’ya, Sadi’den şiirler çevirecek kadar Farsça’ya yine aynı şekilde Fransızca’ya hâkim ve bu üç dilin imkânlarıyla hem doğuyu hem batıyı takip eden, bilen bir Âkif vardı. Onun sporla, güzel sanatlarla ilgisi ise bu portreyi zenginleştiren diğer hususlardı. Yine sosyal hayatın içinde olmak, devrin meseleleriyle ilgilenmek, çözümler teklif etmek, bu uğurda mücadele etmek Âkif’in özellikleri arasındaydı. Bu sebeple Asım kitabında Asım için söylenenlerin de aynı yahut benzer şeyler oldukları düşüldüğünde Âkif’i Asım neslinin ilk örneği olarak görmek yanlış olmayacaktır.

foto-4-001.jpg

Âkif’in Safahat’ında üzerinde en çok durulan şiirlerinden biri de Bülbül’dür. Bülbül şiirini hisli bir yürek üzerinden değerlendirir misiniz?

Bülbül, malum Bursa’nın işgali üzerine yazılmış bir şiirdir. Yurdun diğer bölgelerindeki işgallerin hepsi elbette üzüntü vericiydi ama Bursa’nın daha özel bir durumu vardı. Burası Osmanlı devletine başşehirlik etmiş bir şehirdi. Devletin kurucusu olan iki büyük sultanla birlikte başka sultanlar da burada yatıyorlardı. İşte bu sebeplerden dolayı Bursa’nın işgali Yunanlılar için ne kadar sevinç veren bir olaysa bizim için de o kadar üzüntü verici bir olay oldu. Bu sebeple bütün bir ülkede büyük bir üzüntüye ve infial meydana geldi. İşte bütün bu elim hadiseler, herkesi çok üzmekle beraber en çok da Mehmet Âkif’i üzdü. Nasıl üzmesin ki o bir vatan şairiydi. Ömrü boyunca önce Balkanlarda kaybedilen topraklara ağıt yakmıştı. Oralar kaybedildikten sonra sıra işgale uğrama Bursa’ya gelmişti. Böylesi elim hadiselerin ilk etkisi derin bir üzüntü ardından ise isyandır. Bu Âkif için de böyle oldu. Nasıl Berlin’de ve Necid’de bulunduğu yıllarda aklı fikri Çanakkale’de ise şimdi de Bursa’da idi. Yüreği daralıyor, şimdilik bir şey yapamamanın verdiği isyan ve üzüntüyle kendini Ankara’da bağlara, bahçelere vuruyordu. İşte yine böyle bir ruh hali içindeyken bu gezinti esnasında ya bir bülbül sesini işitti ya da onu “vatanından ayrı kalıp kafeste tutsak edilmiş” halini tasavvur ederek Bursa’nın işgalinden duyduğu derin üzüntüyü dile getirmeye başladı. Şiir 9 Mayıs 1337 (1921) de tamamlandı. Tıpkı İstiklal marşı gibi bu şiir de Taceddin Dergâhında yazıldı. Dolayısıyla bu şiirde Âkif’in hissiyatını gösteren önemli metinler arasındadır.

Başka ekleyecekleriniz var mı?

Âkif, çok yönlü bir şahsiyet, dile getirdiği konular çok kapsamlı olduğu için bu konuda söylenecek sözlerin sonu gelmez. Ama en azından son söz olarak şunu söyleyebilirim. Aradan geçen bunca zamana rağmen Âkif’in tezleri, söyledikleri bugün de geçerliliğini koruyor. Bir zamanlar, Osmanlı-İslam toprağı olan Ortadoğu kan gölü. Bu akıbete Türkiye’yi de düşürmek için dört bir yandan her vasıta ile saldırılar yapılıyor. Allah korusun Balkan savaşı yıllarında olduğu gibi aynı oyunlar yine Balkanlarda da tezgâhlanabilir. Akif, bu anlamda dikkatimizi uyanık tutacak bir isim olarak her vakit gündemimizde olmalıdır. Yine onun örnek şahsiyeti, sanat-edebiyat anlayışı da bizim için dikkate alınması, önemsenmesi gereken diğer özellikleridir. Bu yüzden “Safahat” başucu kitabımız olmalı ve Âkif’i derinlikli okumaların konusu yapmalıyız. Tabi mesele okumakla bitmemeli, onun fikriyatı siyasetimize de, tefekkür dünyamıza da edebiyatımıza da yön vermelidir.

 

Bu haber toplam 595 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim