• İstanbul 13 °C
  • Ankara 13 °C

Mustafa Özçelik: “Bir hisli yürek” Mehmet Âkif Ersoy

Mustafa Özçelik: “Bir hisli yürek” Mehmet Âkif Ersoy

1.

İlkokul yıllarımda Mehmet Âkif, pek çok kişi için olduğu gibi benim için de sadece İstiklâl marşı şairiydi. Fakat tek başına bu şiir bile aslında onun hem şiir hem düşünce dünyasını hem de şahsiyetini genel hatlarıyla da olsa anlamak adına yeterliydi. Ama bu marşın söylendiği törenler ne yazık ki o yıllarda bize bu bilgiyi, bilinci vermekten çok uzak hatta onunla aramıza mesafeler sokacak şekilde yapılmaktaydı. Aslında durum, kısmi değişiklikler olsa bile bugün de çok farklı değildir.

 

Mehmet Âkif’i daha yakından tanımam ve eserlerinden parçalar okumam ise ancak ortaokul yıllarımda gerçekleşebildi. Kimi öğretmenlerimizin çeşitli vesilelerle ondan bahsetmeleri, şiir defterlerimize yazdırdıkları şiirleri, özellikle de karakterine ve mücadelesine ilişkin anlatılanlar, onun dünyasının kapılarını bize açmaya başlamıştı. Onu seviyorduk. Sanki aramızda yaşıyor, yazdıklarıyla bizimle söyleşiyor, konuşuyordu. Bu yüzden aramızda bir gönül bağı kurulmuştu. Ama daha ötesini de merak ediyorduk. Bu da Safahat’ı okumaktan geçiyordu. Fakat öğrenci bütçesiyle şimdilik mümkün görünmüyordu. Ama çok geçmedi bu arzum gerçekleşti. Sanırım orta üçteydim. Kitaplarla benden daha önce aşinalık kuran sınıf arkadaşım Kadir Atlansoy, bir gün bana karton kapaklı bir Safahat hediye etti. Nasıl sevindiğimi bugünkü gibi hatırlarım. İşte o günden sonra Safahat, benim başucu kitaplarımdan biri oldu. Aradan geçen bu kadar yıla rağmen bu durum hiç değişmedi.

 

İlk okumalarımda gördüğüm şu idi: Safahat, bir şiir kitabıydı ama bizim için aynı zamanda bir roman, bir hikâye, bir tiyatro, bir makale, bir hitabet kitabıydı. Dönemine tutulmuş bir ayna idi. Olaylar bir film şeridi gibi gözümün önüne getiriliyordu. Bu yüzden onunla bütünleşebiliyorduk. Kimi zaman olayların içinde bir kahraman da bizler oluyorduk. Küfesini minicik omuzlarında taşımaya çalışan Hasan aslında bizdik. Çünkü ailelerimiz fakirdi. Yahut yaşlılığın, yorgunluğun, kimsesizliğin trajik kahramanı Seyfi Baba, karşı komşumuz olan bir ihtiyardı. Hz. Ömer yahut Hz. Abbas, asırlar öncesinden bize sesleniyorlardı. Onunla bir mütefekkirin çileli saatlerine karışıyor, İslam âleminin sıkıntılarını birlikte konuşuyorduk. Fakat Âkif, en çok camideydi. Süleymaniye Kürsüsünde şiirini, Fatih Kürsüsünde şiirini okurken biz de bu camilerde onunla birlikteydik. O, kürsüde konuşuyor, biz de onu dinliyorduk. Böylece cemiyetimizin hayatını ve sorunlarını bu daha iyi anlama, yakın tarihimizde olup bitenleri en sahih şekilde yorumlama imkânı buluyorduk.

 

2.

Dahası da vardı elbette. Çünkü bir eser neden, hangi konudan bahsederse bahsetsin çok geçmeden zihnimizde yazarına/şairine ilişkin bir portre de çizer. Âkif konusunda da durum böyleydi. Hatta onda bu durum daha kuvvetli bir şekilde hissettiriyordu kendisini. Zira o, eseriyle bütünleşen başka bir ifadeyle söyleyecek olursak yaşadığı gibi yazan, yazdığı gibi de yaşayan bir insandı. Bu yüzden Safahat, aslında bize bir kahramanı anlatır. Bu kahraman, Âkif’tir. Biz, onu daha çok bu yönüyle severiz aslında… Çünkü riya yoktur bu eserde. Şairi yalanın vadilerinde başıboş dolaşan biri değildir. “Sözüm odun gibi olsun hakikat olsun tek” diyen gerçekçi bir şairdir. Yazarken kullandığı her damla mürekkep, adeta damarlarından çekilen kan, yüreğinden kopan bir heyecandır. Istırabın sesidir, bizi de yaralar ama çok geçmeden öyle bir umut türküsüne dönüşür ki her mısra okuyanı sarsar, kendine getirir, diriltir. Böylece Âkif, şair olmaktan öteye geçer. Bir mürşid hüviyeti kazanır.

 

Âkif’i bu gözle görmek, böyle bir algıyla kavramak noktasında bana imkân sunan yazarlardan da söz etmeliyim burada… Onunla ilgili okuduğum ilk kitap Sezai Karakoç’un Mehmet Âkif kitabıydı. Bunu Nurettin Topçu’nınki takip etti. O günlerden bu yana onunla ilgili olarak yazılmış hemen her eseri okudum ama bu iki yazarın eserleri kadar onu hem özlü hem de kuşatıcı, kavratıcı şekilde anlatan bir eser görmediğimi şahsi fikrim olarak belirtmek isterim. Tabi burada hakşinas olmak adına, yakın dostlarının yazdıkları hatıra kitaplarının da önemini vurgulamak gerekir. Eşref Edib’in ve Hasan Basri Çantay’ın eserleri bu anlamda adları mutlaka anılması gereken eserleridir. Sonradan Âkif’le ilgili özellikle olaylar bağlamında ne söylenmiş ne yazılmışsa temelini bu iki eser oluşturur. Keza aynı şekilde, Mehmet Doğan’ın “Camideki Şair” kitabını da anmak gerekir. Bu eser, Akif portesinin sürekli çarpıtılmak istendiği bir zamanda, onun konumlandığı yeri bir daha tartışılamayacak şekilde çok net olarak tespit etti. Böylece bu konuda kamuoyunda ciddi bir duyarlık oluşturdu.

 

3.

Gün geldi ben de şiirler yazılar yazmaya başladım. Beni bunca yıl diri tutan Âkif’e elbette ilgisiz kalamazdım. Biçimsel olarak farklı bir şiir tarzını benimsemiş olsam da duyarlık bakımından onunla aynı havayı teneffüs ettim. Kısmet oldu ve onun hakkında üç kitap yazdım. Bir yazarın eserleri, okurundan önce kendisi içindir. Bunu şu anlamda söylüyorum. Eğer, bir kişi hakkında eser yazacaksanız, ona ilişkin okumalarınız daha metodik ve derinlikli olmaktadır. Ben de bu okumaları böyle bir ciddiyet ve samimiyetle yapmaya çalıştım. Çünkü onu hem doğru anlamalıydım hem de doğru biçimde anlatmalıydım. Değilse ona dair sözlerin mesuliyetini taşımak mümkün olmazdı. Ben, bu niyetle yola çıkınca o da fikir ve sanat sofrasını bütün zenginliğiyle önüme serdi. Böylece onu adeta yeniden keşfettim. Bu keşif, bana çok şey öğretti. Ama bu, sadece bilgi, malumat toplamı olmanın ötesinde bir şeydi. Çünkü bilgi, çok geçmeden bilinç, ahlaki sorumluluk ve eylem haline geliyordu.

 

Âkif’le kurduğumuz bu ünsiyet, daha sonra konferans, panel gibi etkinliklerde onu anlatma şekline de dönüştü. Bu benim için bir kıvanç meselesiydi. Bu yüzden onu konuşmak, anlatmak beni çok mutlu eden hadiseydi. Fakat burada daha önemli olan şu idi: Bu tür konuşmalar için gittiğim şehirlerde ona gösterilen ilgi, ona yönelik sevgi…Bu, bana şunu gösterdi. Âkif, bu toplumun vicdanıdır. Âkif, bu milletin yüreğidir. Dinleyiciler için şair ötesi bir isimdir. Bu durumu da yine mürşidlik olarak, toplum mürşidliği olarak görmek gerekir. Eğer, onun yol göstericiliği olmasa idi kim bilir nerelere savrulacaktık, hangi yabancı sulara demir atacaktık. O, bizi yabancılaşmaktan kurtardı. Onun sayesinde önümüzde neye inanacağız, neyi savunacağız, nelerle mücadele edeceğiz gibi konularda aydınlık bir yol açıldı.

 

Âkif, hiçbir zaman sadece didaktik bir şair olmadı. Her şiiri bir yürek çarpıntısı şeklinde bize merhametten, sabırdan, mücadeleden, umuttan söz eden mısralar toplamıydı. Yani yüreği konuşuyordu onun. Bu samimiyet, her kelimesinde kendini gösterir. Her ne kadar “Dili yok kalbimin” dese de o “hisli yürek” her an herkes için çarpar. Gün gelir cephede savaşanlara destan olur, gün gelir hikmeti arayanlara bilgelik dersleri…Kimi zaman bir kılıcını kuşanmış er olur, yürür karanlığın üstüne… Ne zulmü alkışlar ne zalimler sever. O, mazlumların sesidir. Yangın yerine dönmüş İslâm coğrafyasında bir vaha serinliği sunar yüreklere.

 

4.

Pek çok yazar bizi hayal kırıklığına uğratır. Âkif, böyle olmayanların başında gelir. Bu yüzden her konuda o, hepimiz için örnek bir şahsiyettir. Şair mi olacağız, fikir ya da mücadele adamı mı olacağız? Âkif’i okumak ve anlamak bu konuda yeterlidir. Üstelik o, kendisiyle de sınırlamaz bizi… Doğudan batıdan onca yazar ve kitap Âkif’i Âkif yapan zengin kültür birikimini bizimle de paylaşır. Daha da önemlisi kimi, neyi okursak okuyalım bütün yollar Kur’an’a çıkar. Kur’an’la konuşan bir şairdir, bizi de onunla konuşmaya davet eder. Kendisinin yanılmaması ve bizi de yanıltmaması, şahsiyet ve ahlak denilince akla ilk gelen ismin o olması bu sebepledir.  O, şairliğin ötesinde aslında işte bu kavramı içselleştirmiş ve bu kavramlarla bütünleşmiş bir müstesna bir şahsiyettir. Hayatında yaşadığı nice olay, nerdeyse kıssa yahut menkıbe diyebileceğimiz bir özelliğe dönüşür. Sözünde durması, elinde olanı olmayanla paylaşması, zamana zemine göre değişmeden hep aynı kalması, kararlılığı, mücadeleciği, dostlarına vefasına ilişkin öyle olaylar vardır ki Âkif’in asıl güzelliği onlarda görülür. Ona yönelik saygının önemli bir sebebi de işte bu yönüdür. Bu yüzden fikirlerini benimsemeyenler bile söz konusu olan onun ahlakı olunca saygı duymak durumunda kalırlar. Düşmanlarını bile bu yönüyle kendine hayran bırakmak, sanırım çok az insana nasip olabilecek bir özelliktir.

 

Türkiye’nin yakın tarihine bakanlar, her olayda mutlaka Âkif’i göreceklerdir. Zira, onun söz söylemediği, fikir belirtmediği bir toplumsal konu neredeyse yoktur. Tarımdan ekonomiye, spordan müziğe, şiirden romana, kadın ve çocukların haklarından fikir hürriyetine, siyasetten hukuka, eğitimden sağlığa…her konuda sözü olan birisidir. İşte burada yeniden Safahat üzerinde birkaç söz daha söylemek lazımdır. Bu eser, sadece bir şiir kitabı hüviyetinde değerlendirilmemelidir. Farklı disiplinlerde okumaların konusu olmalıdır. Bir edebiyatçının olduğu kadar bir tarihçinin, bir sosyoloğun, bir din adamının, bir siyasetçinin de kendi ilgi ve bilgi alanları çerçevesinde Safahat’a eğilmesi gerekir. Dahası ondan çıkaracakları sonuçlar, sadece bizim geçmişimizle ilgili malumat ve hissiyatlar da olmamalıdır. Bugüne ve yarına dair sonuçlar da olmalıdır.

 

5.

Burada bir noktaya daha temas etmem gerekiyor. İlki kendi şiir telakkilerini merkeze koyarak kendilerinden farklı tarzda yazdığı için Âkif’i şairden saymayan zamane şairleri, diğeri ise toplumda onun kazandığı müstesna mevkiden rahatsızlık duyarak fikirleri itibariyle de eleştirmeye kalkıp itibarsız kılmaya çalışan zamane mütefekkirleri… Fakat ne söylenirse söylensin güneş balçıkla sıvanmıyor ve yine bulut ne kadar önünde dursa da çok geçmeden güneşin yeniden görünmesi misali var olmaya devam ediyor. Çünkü o, toplumun ruhuna kök salmış ulu bir ağaç…Bu kök salışta ne şöhret tutkusu ne maddi beklentiler ne sanatkâr kibri ne siyaset merakı ne riya ne gösteriş var. Bunların hiçbiri yok…Âkif demek, 63 yıllık ömrünü tertemiz sayfalar halinde yaşayan bir insan demek. Âkif demek samimiyet demek, ilkeli olmak demek, dost demek, mümin demek, şair demek, mütefekkir demek, mürşid demek ve belki hepsinden de önemlisi “hisli yürek” demek…Çünkü yürek “hisli” olmazsa bunların hiçbiri olmaz. İğreti durur onu anlatmak için kullanılan bütün sıfatlar.

 

Bu “hisli yürek”in böylesine müstesna bir insan oluşunun sırlarını ise öncelikle ailesinde ve muhitinde aramalıyız. Onu Arnavut asıllı bilgili bir baba ile Buhara’dan nefes almış hisli bir anne büyüttü. İslâm inancını sokağından camisine kadar ruhuna sindirmiş Fatih semti yetiştirdi.  Dostu Mithat Cemal’in ifadesiyle Âkif’i Âkif yapan üç şey vardı: “Kur’an’lı ev, rasathaneli mektep ve pehlivanlı mahalle…” O yüzdendir ki Âkif, Kur’an şairi oldu. O yüzdendir ki meselelerimize bakarken şark melalinden kurtularak olup biten her şeye nesnel bakabildi. O yüzden bilgiyi, gayreti, çalışkanlığı, ahlaklı ve ilkeli olmayı hayatının merkez değerleri yaptı. O yüzden güreş meydanlarında kazandığı mücadele azmiyle her zorluğun üzerine yürüdü. Ne tufanlardan korktu ne zamane yangınlarından. O, bir iman ve isyan abidesi olarak dün konuştuğu gibi bugün de konuşmaya devam ediyor. Safahat’ı açıp bakalım. Bugün yazılmışçasına hâlâ aktüel bir kitap hüviyetinde olduğunu göreceğiz. Çünkü bu eser, Topçu Hoca’nın ifadesiyle “Vakar dolu bir alın, hayâ dolu bir çehre, şiddet dolu bir bakış, iman dolu bir sine”ye sahip bir şairin eseridir. Başka söze gerek var mı? Âkif budur işte.

 

Muhit Aralık 2020

Bu haber toplam 490 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim