Bulaç'ın ne dediğini hatırlayalım: 'Tanzimat ve Türk modernleşmesinin derin etkisinde İslamcı söylem de, genellikle şair, hikâyeci ve edebiyatçıların inhisarında kaldı. Oysa Abbasi modelinde sanat, edebiyat ve şiirin çevre felsefe, bilgi ve hikmet havzalarıyla kurulan temasta ve sağlanan alışverişte sıfır etkisi söz konusudur. Bugün de özellikle Türkiye İslamcılığının en büyük handikapı ve zaafı hâlâ şairlerin, öykücü ve edebiyatçıların blokajı altında olup kelami ve usuli temeli olmayan, gerçek entelektüellerden ve alimlerden yoksunluğudur' (Zaman, 12.08.2012).
Konuyu doğru tartışabilmek için ilkin Bulaç'ın itirafını (kardeşlik hukuna yaslanarak) bertaraf etmem gerekir:
Abbasi modelindeki 'sıfır etki', son yüzyılda Batı sanatının/edebiyatının taklidinde belirleyici bir rol üstlenerek ciddi bir yüzdeye ulaşmıştır. Bu durumda konuyu artık Abbasi devrindeki gibi ele alamayacağımız aşikardır.
Öte yandan yerli İslamcılığın yumuşak karnındaki en ağrılı kısmı oluşturan sanatı ajitatif dille blokaj nedeni olarak ilan etmek, kulağında Glenn Miller'ın sesi, cebinde Joyce kitabı, dilinde Bukowski aforizmasıyla hayali atlara binip Üsküdar'ı geçmek üzere olan zamane Müslümanlarının alaycı tebessümlerinden başka bir şeye de yaramayacaktır.
Çünkü Saray sanatından toplumcu sanata geçişimiz, üzerinde enine boyuna düşünülerek, projelendirilerek sağlanmış değildir. Daha çok Batılı gerçekçiliğin istilasında el yordamıyla bulunmuş ve giderek nazariyatından bunalımcılığına kadar her şeyiyle Batı'dan aktarılmıştır. Vaki etkinin şiddetine muhatap olmak bakımından Müslümanın Müslüman olmayandan bir farkı yoktur hatta bugün bir 'Müslüman'a Kafka gibi yazıyor' demek onu övmek demektir.
Şimdi sorulması gereken şudur: Taklitçiliğin hakimiyetinde son yüzyıldır yapılmış olan sanatı hem toplumsal kaderimiz sayarak içe çekip, hem de geriye döndürülemez, iptal edilemez bir genel kabule ve ilgiye mazhar olması nedeniyle –geçmişte Helenistik felsefeyle ilgili yaptığımız gibi- onu ihata ederek, Müslüman kimliğimizle tanımlanacak şekilde tecdit edemez miyiz?
Ki, söz konusu içe çekmeyi benimsemediğimiz, eksisiyle-artısıyla mevcut sanatı asıl hedefe ulaşmak için uğranması gereken menzillerden bir menzil saymadığımız takdirde son yüzyıldır yapılanı –niteliği ne olusa olsun- inkar etmekle yüzyüze gelebilirz. Bu da bizi inkarda fahşaya ve giderek münkirlik ahlakına düşürebilir.
Öte yandan söz konusu inkarla, bu devrin İslamcı edebiyatını temsil edenlerin Müslüman kimliğiyle var olma çabasını da inkar etmek zorunda kalacağımız için, ancak onların sayesinde bugün kurmaya çalıştığımız doğru cümlelerin de farkında olmadan içini boşaltmış oluruz.
Bu bağlamda 'Sanatın kabulü, mevcut sanatın tecdidiyle yeni bir imkana dönüştürülebilir mi?' sorusunu eğer bir mümkünün içinden cevaplamaya talip isek o zaman mevcuda ilişkin belirlemelerimiz hem bir itiraf olarak kalmayabilecek hem de gözümüzü kör den edebiyat kara-sevdası yüzünden düçar olduğumuz akide sapmaları tashih edilebilecektir.
'Nedenli, nedenli olması yönünden nedenin varlığını gerektirir' (İbn Arabi). O halde söz konusu teklifimi dil, estetik, kurgu, tür vb. husular çevresinde temellendirmeye geçmeden önce Bulaç'ın nedenlerini kapalı bıraktığı itirafın aslını konuşmak üzere şu soruyu da cevaplamalıyım:
İslamcı edebiyatçıların aynı zamanda mütefekkir olmalarının (ya da olmak zorunda kalmalarının) nedeni nedir?
29.08.2012 Yeni Şafak






























Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.