Senelerce… senelerce evvel, TYB’den hikâye ödülü alan bir yazarımızla konuyu müzakere etmiştik. “Neden hikâye değil de öykü?” diye.
Kendince şöyle bir açıklama getirmişti: Eskilerin yazdığı hikâye idi, bizim yazdığımız öykü! Böylece hikâye eskide kalmış küçümsenen bir tür oluyordu. İşe bakın ki en büyük yazarlarımız Ömer Seyfeddin’den Sait Faik’e hikâyeciler safında kalıyor. En büyük öykücümüz kimdi?
Ona sorum şu olmuştu: “Senden önce öykü yazan var mıydı?”
“Hayır” diyecek, ayıp olacak; kendiyle başlatıyor görünmemek için “Rasim Özdenören”var dedi.
Böylece öykü Rasim Bey’le başlamış oluyor!
Buna da razı olduk da geçen sene büyük hikâyecimiz Ömer Seyfeddin’in vefatının 100. Yılı idi, bir hayli yazı gördüm, “öykü yazarı” Ömer Seyfeddin’le ilgili! Halbuki büyük yazarımız öykü diye bir kelime bilmezdi!
Hayatını öykü kelimesinden bihaber geçirmiş olan Sabahaddin Ali’nin kitapları vefatının üzerinden 70 yıl geçtikten sonra birçok yayınevi tarafından telif hakları düştüğünden, külliyat olarak yayınlanmaya başladı. Merhum böylece vefatından 70 yıl sonra “öykücü” olup çıktı!
Hatta işi, “Dede Korkut öyküleri”ne kadar götürenler var!
Son günlerde kapağında “öykü” yazan bazı kitaplar okuyorum. Basbayağı hikâye bunlar!
*Geldik kültürel iktidar bahsine!
Bu kelime seçimi veya keşfi, hikâyecilikten öykücülüğe geçen yazarımızın kendi tasarrufu olsa, başımın üstünde yeri var. Bu seçimi daha önce birileri yapmış. Yapmakla kalmamış, piyasasına dayatmış. O seçimi yapanların siyasî uzantıları ile kavga halinde iken, dil dayatmalarını kabullenmek nasıl anlaşılmalı?
“Kültürel iktidar” meselesi arada bir gündeme geliyor. Türkiye’de siyasi iktidar değişiyor ve fakat asıl değiştirici olan kültürel iktidar olduğu yerde duruyor. Üst yapıyı değiştiren sağcı iktidarlar, asıl alt yapı olan kültürel alanı, maarif alanını tanzim edemedikleri için, reddettikleri ideolojiye hizmet etmeye devam ediyorlar. Siyasetin ideolojiye direnişinden daha keskin bir mukavemet iddiası olan muhalif edebiyat kesiminden bazılarının edebî iktidarın diline tâbi olarak meşruiyet kazanmayı, itibar sağlamayı umması işin özü. Onlarda siyaset bu kültürü, bu dili yerleştirmek için var. Bu tarafta ise bu dili kullanarak karşıtlarının nezdinde kabul görmek için başvurulan taklitçilik. Bir mağlubiyet psikolojisi yansıması.
İş başlangıçta böyleydi: Bu konunun dirijanı (güdücüsü) Nurullah Ataç 1950’li yıllarda taşralı bir delikanlının kendisine gönderdiği dergiyi Türk Dili dergisinde övdü…Bunun hep bir şekilde tekerrürü umuldu. Zaman zaman ufak tefek tekerrürler olmadı değil. Fakat umulan kabulleniş, benimseme hiçbir zaman olmadı. “Öteki bizim dilimizi taklid ediyor”, havası hâkim oldu.
“Öteki” ise, bu başlangıcı unutarak dilinin davacısı olmaktan uzaklaştı. Dilinin davacısı olmamanın fikrinin davacısı olamamağa varacağını kestiremedi. Asıl maksadın bin yıllık dinî-kültürel bir zemin oluşturan dilin değiştirilmesi olduğunu görmedi veya görmezden geldi.
Bugün elbette bu noktadan hayli uzaktayız. Öbür taraf yoluna bildiği gibi devam ediyor. Bu taraf da taklitçilik safhasını geride bırakmış. Dilde aşırı arıdilcilik de hayli tavsamış görünüyor. Buna rağmen metinler dikkatle okunursa, o kendini beğendirme gayretinin serpintilerinin devam ettiği görülüyor.
*İki hikâyeci, iki yeni kitap
Zamanımızın iki usta hikayecisi. Abdullah Harmancı 1974 doğumlu, Emin Gürdamur 1980’li. Yeni kitapları elimin altında. Sürekli meşgul olduğum iş sıkıntı vermeye başlayınca ya Harmancı’dan ya da Gürdamur’dan bir hikâye okuyorum. Ekseriya şiiri tercih ederdim. Şimdilerde hikâye daha iyi geliyor. İkisi de ödüllü hikâyecilerimiz. Harmancı ikinci kitabı ile 2003’de, otuzuna varmadan TYB tarafından yılın hikâyecisi seçilmiş, Gürdamur da ikinci kitabıyla 2019’un hikâyecisi olmuş. Gürdamur geç kalmış görünüyor ama o kitap yayınlamaya geç başlamış.
Tanpınar işin özünü “değişerek devam etmek, devam ederek değişmek” şeklinde formülleştirmişti. Biz dilimizin devamını geri plana atarak değişmek, sürekli değişmek yolunu tutmuşa benzeriz. Şimdi bu sözü söyleyen Tanpınar da “öykücü”!
Hikâyede yeniyi aramak diye bir kaygım yok. Yeni geçicidir, bugün bir şekilde yeni görünür, yarın eskiyiverir. Asıl tahkiye, üslup ve dil beni ilgilendiriyor. İki ustayı yarıştıracak değilim. İkisi de “usta” sıfatını hak ediyor.
Emin Gürdamur’un son kitabı Yasak Ağacın Altında. Gürdamur bir üslupçu. Dile hâkim ve olay akışından çok bu yönüyle beni cezbediyor. Zamanın diline teslim olmaması büyük değer taşıyor. Tam böyle düşünürken “Tam onlara öfkelendiğim için gözlerimin karardığını zannedecektim ki Sezin’in sözünü ettiği tünele girdiğimizin ayırdına varıyorum.” Cümlesi beni tökezletiyor. Tabiî türkçe böyle bir ifade tanımıyor: Ayırdına varmak!
Bir ödünçleme olmuş! Geleneğe dil üzerinden aykırı duran kesimden ariyet alınmış bir ifade.
Ayırd/t, arkaik bir kelime iken, arıdil gayretiyle canlandırılmış. Ona “ayırma, ayırım, seçme kabiliyeti, tefrik, temyiz” gibi anlamlar yükleniyor. Bu yükü taşıyabiliyor mu?
Ayırdetmek fiili “Birden fazla şeyin vasıflarını bilerek birbirinden ayırmak, tefrik etmek, temyiz etmek” anlamına kullanılıyor. Akı karayı ayırd edebiliyor! Ayırdına varmak “farkına varmak” yerine kullanılan bir tamlama. Fakat kök olarak ayırd/t ta bu anlamı bulmak mümkün değil. Bizim “ebter” dediğimiz türden bir kelime. Kök yetersiz olunca, fark kelimesi ile yapılan terkiplerin birçoğu boşta kalıyor: Fark atmak, fark edilmemek, fark etmek, fark gözetmek, fark olunmak, farkı fark etmek, farkına varmadan, farkına varmak, farkında olmak, farkında olmamak…
(Tabiî, firak, faruk, furkan, tefrik… gibi türevleri görmezden geliyoruz).
İşte Gürdamur’un yerli yerinde cümleleri:
Daha önce gıcırtının bu kadar güçlü olduğunu fark etmemiştim. (“Ayırd etmemiştim” demiyor).
O gün farkında olmadan içimi kasvet tanrısının girmeyeceği şekilde demir parmaklıklarla kaplamayı öğrendim. (“Ayırdında olmadan” demiyor).
Her ne kadar kitabın kapak sayfasında “öykü” yazsa da arka kapak yazısında üç kere hikâye geçiyor, öykü yok!
Arka kapağın afili kelimesi “imge”.
İmge nasıl türetildiği malûm, fakat mânası belirsiz bir kelime. Dilimizde de kullanılan “imaj” ise anlamı belli bir kelimedir. “İmge”nin anlamı ne kadar bellidir?
Ben hiç kimsenin imge değiştirdiğini duymadım, fakat imaj değiştiren, hatta yenileyen bir hayli tanıdığım var. İmge derken, hayal mi demek istiyoruz, tasavvur mu? İmgelem denildiğinde muhayyile mi demek istiyoruz, tahayyül mü?
Fransızca “image”ı, yani “imaj”ı alıp bir harfini atarsanız ne olur? Atacağınız harfe bağlı! Bir kere kelimenin aslı “image”dir, imaj okunur. Sondaki e telaffuz edilmez. Bizim araklamacı dilciler, Fransızın okumadığını okumak ve fakat m’den sonra gelen harfi düşürmek suretiyle müthiş arıtılmış bir tilcik (eskiden sözcük yoktu) türetmişler!
Hasan Bedreddin Fransızcadan Türkçeye Küçük Kamus’unda “image”ı şöyle karşılıyor: Çehre. Sûret. Tasvir. Hayâl, timsal. Remiz. İmge’ye ilk olarak 1935’te yayınlanan Türkçeden Osmanlıcaya Cep Kılavuzu’nda rastlıyoruz. Oradaki karşılığı emare ve remz. 1942’de Felsefe ve Gramer Terimleri’nde bir de bakıyoruz imge “hayâl” olmuş! Daha sonra da neler neler olmuş!
Bunu şuna benzetirim: Fransızın o meşhur şampanyasının taklidini yaparak idare ediyorsun adını da mesela “şamkanya” koyuyorsun! (Bu arada: Champagne Fransa’nın kuzey doğusunda bir bölge). Bunun örneği var aslında: Konyağı kanyak yapmak! Konyak (Cognac) batı Fransa’da, bir kasaba. Bu alkollü içki adını imal edildiği kasabadan alıyor. Bize gelince özel isme benzetilerek ne yapılmış oluyor? Fransız olsanız, bu acayip aparmayı nasıl bir kompleksle açıklarsınız?
Böyle sapır saçma bir arı dilcilik yerine, orijinal dilden alınan kelimeyi kullanmak daha namuskâr bir davranış olur.
Şimdi bir Fransızla konuştuğunuzu düşünelim: Bahsimiz edebiyat. Adamın konuşmasında sürekli “imaj” geçiyor. Siz de tesadüfe bakın ki türkçe konuşuyorunuz, sizde de bir “imge”dir gidiyor! Adam mütercime sormaz mı, bu arkadaş imajı neden imge diye telaffuz ediyor?
Türkçede “im” diye bir kelime var mı? “Var” denilebilir. “İmi timi kalmamak” deyiminde geçer. Burada belirti, emare anlamı var. Fakat bu kelime eski kullanma değerini kaybetmiş, tedavülden düşmüş. Hadi kökü kabullendik. Ya “-ge” eki? İsimden isim yapan böyle bir ek yok!
Bizim bazı edebiyatçılarımız, fikircilerimiz şehir ve mimari konularında mimarimizin ruhuna, estetiğine aykırı konulara itirazlarını sıralamıyorlar mı, şaşa kalıyorum. Dilin mimarisine, estetiğine neden dikkat etmiyoruz? Mimari konusu bizim elimizde olan bir şey değil. Fakat dil konusunda dikkat etmek bizim elimizde. Daha doğrusu yaptığımız işin bir parçası.
Hadi diyelim, im vardı, ge’de olsun!
Eğer Fransızın image’ı olmasa idi, bunu yutabilirdik! Bu kadarını yutmak da kolay değil hani!
Hayale imge dedik de, hayal edememek’e, hayal gibi’ye, hayal kırıklığı’na, hayal gücü’ne, hayal kurma’ya, hayal meyal’e, hayal olmak’a, hayale kapılmak’a, hayal oyununa…ne dedik?
*Baltayı taşa vurmak!
Abdullah Harmancı “Baltan taşa değecek” diyor. Yeni kitabının adı bu. Bizde aldık baltayı elimize! Ya nasib!
Abdullah Harmancı’nın oturmuş, sağlam bir ifade tarzı ve üslubu var. Yer yer kısa ve kesik cümleler okuyanı yormuyor. Dilinde mahalli (karıkmak, gıldırgıbış, fındırna, delimsirek, gıcır gözlü, carı, savetli, kıynaşık vs.) kelimler ve ibareler zaman zaman kendini gösteriyor ve eserin edebî çeşnisini artırıyor.
Nedense Harmancı’nın kitabında son hikâye beni çok sardı. Keşke kitabı sondan başlıyarak okusaydım dedim. Kitabın en uzun hikâyesi, hatta tek uzun hikâyesi. Sıradan Anadolu insanının köyden şehre göç etmek zorunda kalması. Şehrin kenarına ilişerek aynı mütevekkil hayatı sürdürmesi. Konya’nın fon teşkil ettiği sade bir hayat, insan ilişkileri ve veli bir kulun hayatı ve ölümü düz bir çizgide idrak etmesi. Bir tarafından bir şehirleşme ve modernleşme hikâyesi Kayısı Ağacı. Fakat bu akış içinde özün her hâlükârda korunması, bütün gayri tabiiliklere rağmen tabiiliğin sürdürülmesi…Modern dönemde mütevazı bir menakıpname…
Elbette kitabın diğer hikâyelerinden de bahsetmek lâzım. Fakat biz dil meselesi ile ilgiliyiz. Şunu baştan belirtelim: Harmancı’nın dili temiz, pürüzsüz, sağlam bir türkçe. Fakat dil toprağımıza yerleşmiş bazı sentetik unsurlar zaman zaman süzgecisinin üstünde kalıyor. Umarsız, anımsamak, yineleme, duyumsamak… Çok örnek vermeyeceğim, çok da değil zaten.
“Belki de bu hareketi yaparken ne kadar umarsız, ne kadar zavallı, ne kadar aciz görünüyor.” Bu cümleyi önce umarsız yerine “çâresiz”i koyarak okuyalım. Anlam yerli yerine oturuyor. Zaten yazar bize göre, “umarsız”ı kullandıktan sonra cümleye, zavallı, âciz gibi kelimeler koyarak umarsızın belirsizliğini telafi etmek istiyor. Yoksa “ne kadar umarsız görünüyor” der keserdi, yahutta zavallı yerine güçsüz, âciz yerine kudretsiz diyebilirdi.
Çâre kelimesinin yerine konulmak istenen “umar” üzerinde biraz duralım. Umarsız, umarsızlık kelimeleri bazı yazarlar tarafından kullanılıyor. Ben “umar”ın kullanıldığına rastlamadım. (Arıdilcilik gayretiyle züppece kullananlar olabilir, onu farklı değerlendirmek lâzım.)
Bu yeni yapılmış bir kelime ise, ism-i fail yapan -ar ekinin kullanılması keyfidir. Bu arada Derleme Sözlüğü’ne dayanarak bu kelimenin dilde zaten mevcut olduğu iddia ediliyor. Derleme Sözlüğü’nün güvenilirliği tartışmalı. Bu derlemelerin ekseriya ehil ve dikkatli kimseler tarafından yapıldığını söylemek mümkün değil. Bu yüzden olmalı ki, TDK sözlüklerine bu kaynaktan çok az kelime alınmıştır. “Umar” kelimesi TDK sözlüğüne ancak 7. Baskıda, 1983’te girebilmiştir.
Kısaca, “umarsız” çâresiz bir kelimedir! Çâresizin yerini tutmakta çâresiz kalmıştır! " Umar" çâre midir? böyle bir türkçe kelime yok. Kimse "buna bir umar bulalım" demiyor. Umar çare olmayınca, umarsız da çaresiz olamıyor.
Çâre dilimizin zengin anlamlı kelimelerinden.
çâre(چارە). (-.) [F.i.] 1. Bir engelden, sıkıntıdan veya zor durumdan kurtulmak için tutulması gereken çıkar yol, çıkış yolu, çözüm yolu. Hadi müşkil diyelim, çâresi hiç yok mu ki?-Âkif 2. Tedbir, vâsıta. Başımın derdi büyük, çâresi yok... Olsa da zor-Âkif 3. Kurtuluş yolu. Çâre yok, bunu yazacaktı-N.Sırrı 4. İlâç, derman, devâ. Ne tabibim oldun eyledin çâre-Gevherî 5. Yardım, medet.
Umar bu anlamlardan hangisini karşılayacak şekilde kullanılmaktadır acaba? Bîçâre yerine ne diyoruz? Hâl çaresini “durum umarı” yapabilir miyiz? “Ne çâre” yerine “ne umar” denilebilir mi?
Şükrü Tunar’ın güzelim hüzzam bestesini nasıl söylemeliyiz?
Ne çâre ayırdı felek/Kalplerimiz bir olsun!
Son yüzyılın büyük bestekârlarından Ârif Sami Toker’in mahur bestesi ne olacak?
Ben derdime hiç çâre bulamam sâki!
Bir kelime değiştirmek, edebiyattan mûsikiye ciddi bir anlam belirsizliğine yol açabilir.
Gelelim “çâresiz”e…
Çâresiz, türkçe olumsuzluk eki ile meydana gelen bir kelime. “Yapılan” demiyorum, tabiî olarak ortaya çıkan bir kelimedir ve yaygın olarak kullanılır.
çâresiz(چارەسز). (-..) [F.T.s.] 1. Çaresi olmayan, çözümü bulunmayan. -Çâresiz derd olamaz, söyle hocam, dinliyorum?-Âkif 2. Çâre bulmayan, çözüm bulamayan, elinden bir şey gelmeyen, çâre ve tedbiri kalmamış olan, biçâre, nâçar. 3. [z.] Mecburen, zarurî olarak, ister istemez, kaçınılmaz, elzem, çarnâçar. Batar, çıkar, gideriz, çâresiz, yorulsak da-Âkif 4. Herhâlde, behemahal: Bu işi yapacağız, çâresiz...
Bunun yerine “umarsız”ı koymaya çalışalım. Acaba bu anlamlardan hangisini karşılar? Çâresiz kalmak “umarsız kalmak” olabilir mi?
Aynı soruyu soralım: Umarsızlık, çaresizliğin bütün anlam alanlarını karşılayacak şekilde kullanılabiir mi?
çâresizlik. (-...) [F.T.i.] 1. Çâre bulamama, gücü yetmeme, biçarelik, acz, ıztırar. Yalnız yalnız sabırda/Çâresizliğe çare-Fâzıl Sesinde de çocuk çâresizliği vardı-Buğra 2. Mecburiyet, zarurîlik. 3. Darlık, zaruret, ihtiyaç.
Yukarıda saydığımız anımsamak, yineleme, duyumsamak da aynı şekilde ebter konumda.
Anımsamak hatırlamak yerine uydurulmuş. Kelimenin kökü “anı” olmalı. Türkçede anmak fiili var. Fakat “anı” 1935’te keyfi olarak uydurulmuş, hatıra yerine konulmak istenmiş. Konulabilmiş mi? Bu yeni kelime hatırayı ortadan kaldıramamış. Yinelemek.-r [g.li f.uyd. «Yine, gene» kelimesi zarf olduğundan ek almaz.] Tekrar etmek, tekrarlamak. Duyumsamak hissetmek karşılığı. “Duyum”un macerası uzun, önce haber karşılığı kullanılmış, sonra his, duygu. Bilahere isihbarat. Duyumsamak duygulanmak mı? Yoksa başka bir anlamı var mı?
Bu kelimeler üzerinde fazla duramayacağız, yazı epeyce uzadı.
Şunu da belirtmemiz lâzım, Abdullah Harmancı, dil dikkati olan bir yazar. Mesela “an” kelimesini, sesin hakkını vererek “ân” şeklinde yazıyor. Gerçi bunu âciz’de, huşû’da yapmıyor, ama uzun heceyi tamamen yok saymıyor. Bahaddin’i Dil Kurumuna uyarak -tinleştirmiyor!
Dil edebiyatın verimliği toprağı. Bu toprağa habire yabancı unsurlar karıştırılıyor. Bunları yabancı dillerden ulu orta aktarılan kelimelerle sınırlı olarak görmemeli. Uydurma-sentetik kelimeler de dilimize yabancı. Düşünün bir halis undan bir çörek var önünüzde lezzetle yiyorsunuz, arada plastik parçalar dişinizin arasına sıkışıyor!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.