• İstanbul 16 °C
  • Ankara 20 °C

Prof. Dr. Abdülvahit İmamoğlu: Mehmet Âkif’in Dindarlık Anlayışı

Prof. Dr. Abdülvahit İmamoğlu: Mehmet Âkif’in Dindarlık Anlayışı
Âkif’in öngördüğü din­darlık; Kur’an ve sünnete gönülden bağlı, İslâmın ru­huna sadık, tarihi hakikatlere bağlı, ilme ve akl-ı se­lime dayalı, hurafe ve bid’atten uzak bir dindarlıktır

Dindarlık, ferdin inancına bağlı olarak içinde yaşattı­ğı dinin, bu dine ait duygu, düşünce, arzu, beklenti ve eğilimlerinin dışa yansıyan tezahürlerinin toplamı olarak ele alınmaktadır. Diğer bir ifadeyle, kimliğin­de Müslüman, Hıristiyan, Mecusi yada Budist yazan bir kişi kendi diniyle ilgili ritüelleri yerine getirmiyor­sa sadece din mensubu olarak kalmaktadır. Sadece inanç noktasında din ve dindara bakıldığında, inan­cını ibadet ve diğer dini fiillerle pekiştirmeyen kişinin dindarlığı dine mensubiyet noktasında olmaktadır. Dolayısıyla, ferdin dindarlığı, onun fiil ve hareketle­rinde, tutum ve davranışlarında, kısaca Allah’ın emir ve yasaklarını yerine getirmede ortaya koyduğu pra­tiklerde ortaya çıkmaktadır.

Mehmet Akif’in dindarlık anlayışına baktığımızda; O, dindar insanı, inancı sağlam, dinî fiil ve pratikleri ha­yatında uygulayan, dünyevi olumsuzluklardan uzak kalabilen, ruhunu faziletlerle yoğurmuş bir insan ola­rak görmektedir. O’na göre samimi bir Müslüman aynı zamanda iyi bir dindardır. Akif’in öngördüğü din­darlık; Kur’an ve sünnete gönülden bağlı, İslâmın ru­huna sadık, tarihi hakikatlere bağlı, ilme ve akl-ı se­lime dayalı, hurafe ve bid’atten uzak bir dindarlıktır

Ona göre her fert kendini iyi yetiştirmeli, dini kural­lara uymaya çalışmalıdır. Bu konuda bilgili olanlar ise daha da ileri giderek kendi insanını ve kendi milletini aydınlatmaya çalışmalıdır. 1918’de kaleme aldığı bir yazısında, şunları söyler:

“Aradaki İslam bağını devam ettirip kuvvetlendirmek şartıyla, Müslüman millet­lerin irşadını o milletlere mensup aydınlara bırakmalıyız. Bunlar, içinden çıktıkla­rı kavmin, dilini, adetlerini, ruhunu ve huyunu diğer aydınlardan daha iyi bildikle­ri için daha çok başarılı olacaklardır. Bu aydınlar kendi kavimlerini okutup yazdırır, ilim ve irfan sahibi eder, servet, ticaret ve sanat hususlarında ilerlemek için gece­li gündüzlü çalışırlar... Sonunda, ayrı ayrı çalışıp ilerlemiş olan bu Müslüman top­lulukların birleşmesiyle, ilerlemiş bir Müslüman ümmeti teşekkül eder.” (Düz- dağ, 1989, s.43).

M. Akif dindar insanı, inancı bütün, dini fiil ve pratikleri hayatında uygulayan, bedenen uzvi iptilalardan uzak kalabilen, ruhunu faziletlerle donatmış bir insan olarak görmektedir. Ancak herkesin dini anlayış ve dine bağlılığının farklı olduğu­nu iyi bildiği için yazılarında, vaazlarında ve özellikle Safahat’da farklı dindar tip­lerle ilgili görüşler ortaya koymaktadır. M.Akif’in dindarlar ve dindarlıkla ilgili gö­rüşlerini başlıca altı gurupta toplamak mümkündür. (İmamoğlu, 1996, S.118,119)

1.Geleneksel halk dindarlığı

2.Dini yaşayışında kayıtsız olanlar

3.Görünüşte dindar olanlar

4.İslami ruha yabancılaşmış olanlar

5.Taassub ehli olanlar

6.İdeal dindarlar

Şüphesiz bu tiplemeleri değerlendirirken M. Akif içinde yaşadığı Müslüman top­lumu dikkate alır ve değerlendirmeleri buna göre yapar. Örnekleri de yaşadığı toplumdan seçer.

Geleneksel halk dindarlığı: Bu dindarlık tipi öteden beri köklenip, kalıplaşmış unsurlar halinde var olan, günümüze kadar yaşanarak gelen dindarlıktır. Gelenek ve göreneğe bağlılık, taklitçilik ve şekilcilik bu tipin aslî özelliklerindendir. M. Akif bu tipi iki kısma ayırır. Bunlardan birincisi sade Müslüman tipi diğeri ise hurafeye bağlı bir dindarlıktır.

Akif’in üzerinde durduğu sade dindar tipi, ibadetini düzenli yapmaya çalışan gün­lük dünya işleriyle ibadetlerini birlikte yürüten müslüman tipidir.

Akif “Fatih Camii”nde cemaatle namaz kılan kendi babasından söz eder ve “Mehib yüzlü bir adam, kılar edeple namaz”(Safahat I, s.7) derken, namazın edeple kılın­masını ve sade Müslümanların böyle kıldıklarını söylemekte ve diğer Müslüman- lara da yol göstermektedir.

Başka bir yerde babasının mezarına annesiyle giden bir çocuğun “Tebareke” oku­yuşu ve bu okuyuşu “Kemali vecd ile ezber tilavet eylemede”(Safahat I, s.38) di­yerek izah edişi, toplumda kabirlerin ziyaret edilişine ve burada Kur’an okunuşu­na işaret etmektedir. Bu durum halkın benimsediği sade ve güzel Müslüman ya­şantıya bir örnektir.

O halk dindarlığına örnek olarak birçok yerde cemaatin camilerde toplandığını ve birlikte namaz kıldıklarını ifade etmektedir. Bunlara örnek olarak; “Akşam olmaz mı, fakat toplar ahaliyi ezan” (Safahat VI, s.316) ve “Öğle olmaz mı, cemaatle kı­larlar namazı” ( Safahat VI, s.318). ifadeleri, onun Müslüman köylerini tasvir eder­ken kullandığı ifadelerdir. Burada şair, özellikle kırsal kesimlerde sade halk dindar­lığının en güzel örneklerini sunmaktadır.

İkincisi ise hurafeye bağlı bir Müslümanlıktır. Buna örnek verirken M.Akif ; “yılancık”(mikrobik deri hastalığı) hastalığına yakalanmış bir çocuğun tedavisin­den bahsederken; aktardan alınmış zencefil için “okunmuş olmalı ha” ve konuş­manın devamında “Hanım geçer nefes ettir... Geçer mi? İnşallah” (Safahat I, s.50) ifadelerini kullanmaktadır. Burada şair, hastalığın okuyup üflemekle geçeceğini zanneden müslümanların varlığını göstermektedir.

Akif bir vaazında “Bir zamanlar kolera gibi, veba gibi hastalık gelince hafızlar tu­tulup, memleketin etrafı devr ettirilirdi” dedikten sonra “Evet öyle bir usul vardı. Lâkin hiçbir vakit dindarâne değildi.” (M.akif “Koleraya Dair”, SM, S:115, s.178- 179) demektedir. Başka bir yerde yine; “Ay tutulmuş. Kovalım şeytanı kalkın” di­yerek, dümbelek çalmada binlerce kadın, kız, erkek”(Safahat II, s.142) ifadesiy­le de batıl inançlara saplanmış bir Müslüman topluluğunu ele almaktadır. Bura­da ayın tutulmasını şeytana bağlama ve bundan kurtulmak için dümbelek çalmak gibi İslam’a ters düşen bir inanış sergilenmektedir. Yine İslam adına uydurma ha­dislerin kullanılmasından dolayı “Hurafeler bürümüş en temiz Menabi’ni”(Safahat IV, s.221) demektedir. Akif bu konuda ;

“Kitab’ı, Sünnet’i, icma’ı kaldırıp artık;

Havası maskara yaptık, avamı aldattık” (Safahat IV, s.221) diyerek, bazı kendini bil­mez kişilerin İslâmın aslî kaynaklarına ters düşecek tutum ve davranışlarda bulun­duklarını belirtmiş olmaktadır.. Şair bir başka yazısında; “. milleti islamiye, şeri- ati saffeti asliyesi ile muhafaza ettikçe hem dini, hem dünyası mamur imiş. O saf­feti böyle bir sürü bid’atle bulaştırınca hüsrandan hüsrana düşmüş. Ne gariptir ki : şarkta, garpta, şimalde, cenupta, hasılı dünyanın her tarafında milletin avam kıs­mı: “Atalarımızdan böyle gördük” velvelei itirazını her nidayı irşada karşı en müt­hiş, en müstahkem bir siper gibi yükseltir dururken, mütefekkir olması icab eden

 

 

 
 

 

 

havas tabakası atalarından gördüğü iyi şeyleri de mutlaka atmak, hüviyeti milliye- lerini tepeden tırnağa kadar değiştirmek sevdasında!

Dini yaşayışında kayıtsız olanlar: Bu tipte olanların özelliği; dini inancında samimi olmakla birlikte, ibadet ve dini tutumlarında kayıtsız davranmaktır. Şair ibadetle­rini azaltan yada zayıflatan bir kişiden bahsederken;

Son zamanlarda, ne olduysa, namazdan caydı

Ne cemaatte, ne mescidde, bugün komşu paşa” (Safahat II, s.303-304) diyerek önce kıldığı halde sonra boş veren, terk eden bir kişiden söz etmektedir.

Bir başka yerde “Namazın semtine bayramları uğrar sade” (Safahat VI, s.317) ifa­desiyle de genelde ibadetlere bigâne kalan, sadece bayramlarda ibadeti hatırla­yanlara işaret edilmiş olmaktadır.

Akif bir vaazında “Bir yere gidersiniz.... içlerinde namaz kılmayan çok azdır. Fakat bakarsınız ki, namaz kadar önemli olan zekat kimse vermiyor. Bir başka yerde, yalnız namazla oruca önem verildiğini, halbuki müslümanlar arasında olması ge­reken birlik, yardımlaşma, şefkat ve merhamet duygularından hiç eser kalmadığı­nı görürsünüz” demektedir. (M. Akif, “Mevaiz”, SR, S.466, s.278-282)

Esasen, M.Akif devamlı halkın arasında ve onunla birlikte olduğundan bazı Müs­lümanların, ibadetlerin bütününü yada bir kısmını uygulamada vurdum duymaz davrandıklarını çok yakından tespit etmiş olmaktadır.

Yine konuyla ilgili Akif’in bir anlatımı vardır; “. Kemal Bey merhum bir gün arka­daşlarından Nuri beyle beraber gene bu meydandan (Ayasofya meydanından) ge­çiyormuş. Öğle namazını kılarak camiin muhtelif kapılarından muhtelif semtlere dağılan halkı nazarı im’an ile süzdükten sonra demiş ki:

  • Nuri! Bu millet ne zaman adam olur, bilir misin?
  • Hayır.
  • Ne zaman bu camilerden şu dizlikli, poturlu hamallarla, küfecilerle beraber se­nin benim gibi yakalıklı bastonlu beyler çıkarsa.

Nuri bey bu hadiseyi tanıdıklarından birine söylemiş, ben o adamdan duydum. Düşünülürse söz ne kadar doğru, ne kadar mânalıdır!... (Sıratı müstakim, S. 95, s. 290)

Bir başka örnekte Akif, sadece namaz kılmakla Müslüman olunamayacağını ifade ile, dini pratikleri bir bütün olarak ele almak gerektiğini belirtmekte ve;

“Neden uhuvvetiniz böyle münhasır namaza”

Çıkınca avluya herkes niçin boğaz boğaza? “ (safahat IV, s.231) diye sormaktadır.

Görünüşte dindar olanlar: Akif’e göre bu tipte olanlar, dini inançları zayıf olan ve ibadetlere hemen hemen hiç yer vermeyen dindarlardır. Bu tipte en belirgin özellik, gerekli gördüğünde dindarlığını ön plana çıkartma, bazen de menfaatini dindarlığın önüne koymadır. Bunun bir karşılığı da kendi menfaati dışında kılını kıpırdatmamasıdır. Şaire göre bu tip kişilerin özellikleri;

“Zulme tapmak, adli tepmek, hakka hiç aldırmamak

Kendi asudeyse, dünya yansa, baş kaldırmamak” (Safahat VII, s.320) dır. Esasen bunlar Müslüman görünse de kendi menfaatlerinin bozulmaması uğruna adale­ti, hakkı bir tarafa bırakabilir ve zulme göz yumabilirler. Böyle bir davranış sergile­yenlerin gerçekte Müslüman olmaları ise mümkün değildir.

Zira Akif’e göre; ahlâki kriterleri hiçe sayanlar, menfaatçi ve riyakâr olanların din­darlığı da görünüşten ibarettir. Akif menfaatçi dindar tipi için; “Bakıyorum vazife- perverliği, fedâkarlığı daima başkalarından bekliyoruz” (M. Akif, SM, s.108, s.60) demektedir.

Yine, “Kır Ağası”adlı şiirinde, oruçla ilişkisi olmayan bir Kır Ağasını, sefere çıkmış, uğradığı yerde kendini oruçlu gösterip, bedava sofralardan faydalanma yoluna gi­den ve daha sonra ibadete bağlıymış gibi görünerek, saf Müslümanların duygula­rını kendi beklentisi doğrultusunda istismar eden biri olarak tanıtmaktadır. (Safa­hat V, s. 256).

İslami ruha yabancılaşmış olanlar: Bu tipte olanlar dini pratikleri bir tarafa bırak­mış yada inanç esaslarına hiç uymayan tutum ve davranışlar sergilemektedir. Bir taraftan inanıyorum, kalbim temiz diyenler ve aynı zamanda içki içmeye devam edenleri bu grupta sayabiliriz.

M. Akif bunlar için : “Müslümanlık” denilen ruh-i ilahi arasak, “Müslümanız” diyen insan yığınından ne uzak” demektedir. Esasen O, bu tipte olanları Müslüman top­lumdan soyutlanmış ve bihaber kalmış bir yapıda görmektedir.

Akif, kalben ve ruhen Müslümanların bir araya gelemeyişini; “Nifak alameti bun­lar, kuzum tamamiyle”(Safahat IV, s.231.) diyerek dile getirmekte ve bundan kur­tulmak için de “Nifaka buğz ediniz halisen li-vechillah”(Safahat IV, s.231.) diyerek Müslümanlara yol göstermektedir. Esasen, Müslümanların bugünkü kötü duruma düşmelerinin sebeplerinin birisi aralarına ayrılık tohumlarının ekilmesi ve Müs­lümanların bunu hissedememeleridir. Bunun için parçalanma, bölünme ve zayıf düşmeleri kaçınılmaz hale gelmiştir. Akif bu hususu daha açık olarak şöyle dile ge­tirmektedir;

“İslam’ı evet tefrikalar kastı, kavurdu:

Kardeş, bilerek bilmeyerek kardeşi vurdu”(Safahat VII, s.395.)

İşte müslümanların en büyük düşmanı olan tefrikayı, ayrılığı böyle tasvir eden Akif, Müslümanların sadece canlarını değil aynı zamanda vatanlarını da bu yüz­den kaybettiklerini ve son olarak Müslümanların dinlerine sıra geldiğini de söyle­mektedir.

Yine M.Akif’in, Müslümanların günlük hayatında tesbit ettiği bir diğer husus, onun ye’s içinde olmasıdır. Bu karamsar ruh hali, ne yazık ki asırlardır müslümanın kimli­ği olmuş, bir türlü bu halden sıyrılamamıştır.

Bundan dolayı M.Akif, Müslümanların ye’se düşmemesini ister ve bu hale düşme­lerini onlarda var olan iman zayıflığına bağlar. O, “Ye’se hiç düşmeyecek zerrece imanı olan”(Safahat II, s.155) diyerek müslümanın ye’s ve ümitsizlik içinde olma­yacağını, Allah’tan ümidini asla kesmeyeceğini belirtir. Böylece şair, kendi duygu ve düşüncesinde yer vermediği ye’s ve ümitsizliği tüm Müslümanlarda da görme­mek arzusundadır.

M.Akif, ye’sin insanı etkileyen ve uyuşturan halinin Müslümanların ruhuna öyle kolaylıkla zerkedildiğini belirtirken şöyle demektedir;

“Ye’sin bulanık ruhunu zerk etmeye baktı;

Mel’un aşı bir nesli uyuşturdu, bıraktı!”(Safahat VII, s.390)

Burada şair, Müslümanların sadece kendilerini ye’s çukuruna atmayıp, aynı za­manda kendilerinden sonra gelen müstakbel bir nesli de peşlerinden sürükledi­ğini vurgulamaktadır. Ye’sin uyuşturucu özelliğine, ruhları körlettiğine ve özellik­le inanan insanların buna kapıldığına Akif hayıflanmaktadır. Kaldı ki, bu aşıyı alan Müslümanlar aynı şekilde bunu bir başkasına aşılamaya kalkmakta ve bundan do­layı, Müslümanların benliği, daima karamsar, ümitsiz bir hal almaktadır. Bu ise İslamiyet’in aslına ters düşen bir haldir. İşte Akif, inanmış bir insan olarak, başta kendi nefsinde yendiği bu azimsizlik belâsını, tüm Müslümanları uyararak onların benliğinden ve düşüncelerinden de koparıp atmaya çalışmaktadır.

Sonuç olarak Akif, Müslümanları günlük yaşayışlarında İslam’dan uzaklaşmış, İsla- mın ilme verdiği değeri hiçe sayan, cahilliğe razı olan ve maddiyata aşırı düşkün bir yapıda görmektedir. Aynı zamanda o, Müslümanları birbirleriyle çekişen, bir­lik ve dayanışmadan uzak olarak tanımlamakta, buna kalben ve bütün benliğiyle üzülmektedir.

Yine İslami ruha yabancılaşmış olanlar içinde Akif, tevekkülü yanlış anlayanları işa­ret etmektedir. Zira onlar her şeyi Allah’dan beklemekte, çalışmayı bir tarafa bıra­karak yan gelip yatmaktadır. Bunlar için Akif :

“Sonunda bir de tevekkül sokuşturup araya

Zavallı dini çevirdin onunla maskaraya” demektedir. (Safahat IV, s.215)

Esasen Akif, ibadetlerden uzaklaşmış, ruhen uyuşuk, tembel ve kaderci bir zihni­yete sahip olan Müslümanları zahiren Müslüman görmekte ancak İslam’ın ruhun­dan uzaklaşmış bir dindar olarak vasıflandırmaktadır.Yine ruhen ümitsizliğe düşen Müslümanlar da ona göre bu sınıftandır. Zira;

“Ya senin alem-i İslam’ın inanmış ye’se

Din-i resmisi odur, vazgeçemez kim ne dese” (Safahat VI, s.341) diyen Akif, İslam âleminde çokça rastlanan yeis içindeki Müslümanlardan söz etmektedir. Onlarda neredeyse dinin yerini ye’is, umutsuzluk ve bıkkınlık almış olmaktadır. Bunlar için Akif şöyle demektedir:

“Memleket mahvoluyor, din de beraber gidiyor,

Size Kur’an, bakınız sade uzaktan mı diyor” (Safahat II, s.138)

Taassub ehli olanlar: Akif samimi ve sade dindarlara çok değer verir. Kendini olduğundan yüksek gösterenlere kızar, onları haddini aşmış bulur. Şair, softa ve taassub ehli olanlara karşıdır.

Ya taassub Ya taassub! O kadar maskaraca

Bir yol almış ki, bakarsın, (başı) misvaklı hoca,

Mütehassısken edepsizliğin eşkalinde

En ufak şeyden olur dini hemen rencide!

Milletin hayrı için her ne düşünsen bid’at

Şer’i tağyir ile terzil ise -haşa- sünnet

Artık Allah’tan utanmaz, hele Peygamberden

Hiç, sıkılmaz görünen böyle beyinsizlerden

Çekecek memleketin hali ne olmaz, düşünün!

Bir yazısında Akif, şeriati yanlış anlayan ve yorumlayanlar ve bu konuda taassub gösterenler için; “Zavallı şeriat kimlerin elinde, hem ne gibi işlere alet olduğunu biliyor musun? Allah aşkına olsun biz daha ne zamana kadar şeriati üzerimize çök­müş bir kâbus, karşımıza çıkmış bir umacı tahayyül edeceğiz? Dünyanın en kala­balık bir caddesinin ortasında bir ölü yatmış, gelip geçen hayatı üzerinde adeta ta­sarruf ediyor. Yahu, şu mezarı kaldıralım desek derhal kıyametler kopuyor. “şeria­tın müsaadesi yoktur, ne yaparsın?” deniliyor.

Demek bizim o mülevves hükümeti sabıkamız Müslümanlığı şekil aslisinden o ka­dar çıkarmış ki hâlâ simayı hakikisini tanıyamıyoruz, hâlâ bir emri hayra teşebbüs edeceğimiz zaman “sakın şeriat buna mâni olmasın” demek istiyoruz.

- İyi amma Osman babayı kaldırmak için ne yapmalı!

- Pek kolay. Evvela parmaklığı, sonra taşları kaldırılır. Daha sonra başındaki ağaçlar kestirilir. Bu işler bitince zemini düzeltilip bırakılır.

- Vakıa aklen böyle

- Hayır efendim, şer’an de böyle. (Sıratı müstakim, S. 107, s.38)

Yine taassubla ilgili bir konuda Süleyman Nazif, (softa hocaları kastederek); “Akif beni Müslüman etti, bu hocalar beni yine gavur edecek” demiştir.

Akif kendisinin mütaassıp ve hatta mürteci olduğunu söyleyenlere şu cevabı ver­miştir:

Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem;

Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.

Biri ecdadıma saldırdı mı, hatta, boğarım...

-Boğamazsın ki!

- Hiç olmazsa yanımdan kovarım.

Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam;

Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam.

Doğduğumdan beridir aşıkım istiklâle, Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lâle. Yumuşak başlı isem, kim dedi, uysal koyunum? Kesilir, belki, fakat, çekmeye gelmez boynum. Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim; Onu dindirmek için, kamçı yerim, çifte yerim.

Adam aldırma da geç git, diyemem aldırırım;

Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar, kaldırırım.

Zalimin hasmıyım amma, severim mazlumu...

İrticaın şu sizin lehcede mânâsı bu mu? (Safahat VI, s.332).

İdeal dindarlık: Bu tipte olanlar dini yaşayışa özellikle şuurlu ve sorumluluk içinde sahip çıkan, dini ve dünyevi hayatı birlikte kucaklayabilen dindarlardır. Belli bir kültüre sahip, hurafeden uzak, Kur’an ve sünnetin ruhuna uygun dindarlık Akif’e göre ideal dindarlıktır. Şair bu dindarlığı idare edenler, alimler ve halk nezdinde değerlendirir.

Ona göre idareci adil olmalıdır. Çünkü İslamın istediği şey adaletle hükmetmektir. Ona göre Dicle kenarında kurt koyunu aşırırsa “Gelir de adl-i ilahi sorar Ömer’den onu” (Safahat I, s.79) ifadesiyle Hz. Ömer’i adalet konusunda örnek göstermek­tedir.

Alimlere gelince, Müslüman alim; “Ruh-i edyanı görür, hikmet-i Kur’an-ı bilir” ol­malıdır. (Safahat II, s.146) Eğer alimler Kur’an-ı ruh, akıl ve kalbleriyle özümle­mişse ilimlerini geliştirir ve sonra dindarların ruhu olur, kalbi olur”lar. (Safahat II, s.146)

Böylece Akif ideal dindar olarak vasıflandırdığı Müslüman alimleri aynı zamanda diğer Müslümanların dertlerini de içinde duyan ve onları İslam adına yönlendiren kişiler olarak görmektedir. Esasen Akif’e göre ideal insan ve ideal Müslüman için yapması gereken iki mısrada özetlenmiş gibidir;

“Allah’a dayan Sa’ye sarıl hikmete ram ol

Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol (safahat VIII, s.390). Demek ki insan, inanacak, inandığını yaşayacak, bu dünyayı ihmal etmeme adına çalışacak, hem çok çalışacak ve sonra Allah’a güvenecek ve O’na dayanacaktır. Akif bu konuda; “. Zira dünyamız bu ruh ile, ahiretimiz ise dünya ile kaimdir. Hatta dünya ahiretten evveldir.” (Sebilürreşad, S.12, s.214) demektedir. Dindar Müslüman, her şeyden önce Allah’a teslim olacak, bütün hayatı boyunca büyük bir gayretin içinde olacak­tır. Dinî mânâda bu yola sırat-ı müstakim demek mümkündür.

Akif din ve dünya hayatına işaret ederek; Acaba sağlığını, vicdan temizliğini, huzu­runu, kısaca toplumun mutluluk ve huzurunu sağlamak için İslami emirleri yerine getirmekten uzak kalabilecek misin? Diye soruyor ve bu soruya daha sonra kendi cevap veriyor ; “İyice bilmelisin ki, insanca yaşaman, insanca ölebilmen için ger­çek Müslüman olmaktan başka çaren yoktur.” (M. Akif, Kur’an-ı Kerim’den, s.207) .

M. C. Kuntay Akif için; Onun Müslümanlığı hakikatlere uygun, ilmi ve akl-ı selimi her şeyin fevkinde tutan, hurafeden uzak, şekilden ziyade ruha bağlı, bir Müslü­manlıktı. Peygamberimizin hakiki azametini, “ben de sizin gibi insanım” cümlesin­de görecek kadar derin düşünen Akif, ona en yüksek ve hakiki aşk ile bağlı idi. Özel ders verdiği bir müşirin oğlu, bir gün peygamberimizin aleyhinde ağzından bir söz kaçırmış ve Akif derhal derse son vermiştir. Sebebini soranlara: “İsteyen güneşe tapar, isteyen ateşe. Ben kimsenin Allah’ına, peygamberine karışmam. Fakat kim­se de benimkine karışmamalı. Biri yüzüme karşı babama söğebilir mi? O halde peygamberime nasıl söğer? (M.C. Kuntay, M.Akif, s.21) demektedir.

Mehmed Akif’in dindarlığı ve dindara yaklaşımı:

Her şeyden önce M.Akif, Hz. Peygambere gönülden bağlı, O’na insan olarak ve peygamber olarak samimiyetle yaklaşabilen nadir şairlerdendir. Onun Hz. Pey­gamberle ilgili görüşünü en etkili yansıtanlardan biri İsmail Habib’dir;

“O, yalnız şu ve bu İslam milletine değil, bütün İslam alemine de hazin hazin, can­dan duyulmuş bir teessürle mesela peygamberin doğum gününü vesile yaparak ağlamayı; ve ağlarken binlerce müminin kalplerini de beraber ağlatmayı pek iyi bildi. Bütün bir edebiyatımız içinde peygambere bu kadar basit mısralarla bu ka­dar dokunaklı surette yalvarmanın yolunu bilen olmamıştır denilebilir:

Yıllar geçiyor ki ya Muhammed, Aylar bize hep Muharrem oldu! Akşam ne güneşli bir geceydi, Eyvah o da leyli matem oldu! Alem bugün üçyüz elli milyon Mazluma yaman bir alem oldu! Çiğnendi harimi paki şer’in Namusa yabancı mahrem oldu! Beyninden öten çanın sesinden Binlerce minare ebkem oldu. Allah için ey nebiyi ma’sum, İslamı bırakma böyle bikes,

İslamı bırakma böyle mazlum! (Safahat II, s.167).

Mehmed Akif’in dini vecdindeki lirik eda yalnız böyle Müslüman aleminin fela­ketlerine ağlarken değil, doğrudan doğruya peygambere karşı aşkını söylerken de aynı kuvvetle kendini gösterir. İşte Necid çöllerinden Medine’ye doğru, peygam­berin, o büyük cananın merkadini; onun yeşil bir itilâ halinde yükselen türbesini görmek için, kalabalık bir kafileye takılan şair, aylardan beri çölün ateşine sinesini vermiş gidiyor.” (E.Edib, 1938, s.358)

Abdülfeyyaz Tevfik, M. Akif’in dindarlığını ve Kur’an hususundaki hassasiyetini şöyle anlatır: “O kadar irfan ve kudretle beraber, Kur’anın tercüme ve tefsiri hu­susunda söylediği sözler kendisinin büyüklüğünü, kadirşinaslığını göstermeye ka­fidir. Süleyman Nazifin dediği gibi, Kur’anı türkçeye tercüme edecek yeryüzünde o kudrette bir adam yoktur. Böyle iken tereddütsüz ve riyasız aczini söylemesi her fani insana müyesser olamayan kahramanlıklardır.

Bu hususta aczinden bahsetmekle, hiç şüphe yok, ilim ve kudretinin yüksekliğini göstermiş oluyor. Bir kitabın tercümesi aslındaki ifade kuvvetini muhafaza ederek hakiki mâna ve mefhumiyle başka bir lisana çevirmek demek ise, Kur’an-ı Kerimin mucize derecesinde yüksek bir belâgati haiz olması ve insanların hareket halinde bulunan ve her gün biraz daha tekamül ve tenevvür eden ilmi seviye ve irfanlari- le tamamen izah ve ifhamları mümkün olamayacak bazı lahuti esrar ve işaretleri muhtevi bulunması itibarile, Akif’in nefsine ve ilmine karşı gösterdiği bu itimadsız- lığı mazur görmemek ve takdir etmemek mümkün değildir.

Kur’anın nice ayetleri vardır ki onları anlamak hususunda en yüksek ulema bile hataya düşmüşlerdir. Kur’anın muhtevi olduğu büyük hakikatleri anlamaya zama­nın alimleri kafi gelmeyince te’vil yoluna sapılmış, bu yüzden büyük hatalar yapıl­mıştır. Hiç şüphe yok ki, Akif herkesten çok bunu biliyordu. Bildiği için korkuyor­du. Kur’ana karşı derin hürmeti daima onu hataya düşmek endişesi ile sarsmış ve aczini itirafa sevk etmiştir. Ruhu kadar imanı da büyük şairdir (E. Edib, 1938, s.409-410).

Mehmed Akif özellikle gençlik döneminde dini görevleri yerine getirebilmenin in­sanı rahatlatacağını, kötü düşüncelerden ve hareketlerden alıkoyacağını söyle­mekte ve bu konuda kendi hayatını örnek vererek şöyle demektedir: “Dindar ol­masaydım gençliğimde ahlaksız olabilirdim. Faziletin içtimai bir mefhum haline girmediği genç yaşta insanı din tutar.”( Cerrahoğlu, 1964, s.63)

M. Akif’in ahlâki düşüncelerine gelince; O’nun ahlaki düşüncelerine ve duyguları­na esas teşkil eden, ahlaki hayatına düzen veren dini ahlak prensipleridir: bir man­zumesinin başına ‘el İslamu hüsnul hulk’ (Müslümanlık güzel ahlaktan ibarettir.) hadisini geçirmiştir. ‘Ey Müslümanlar Allah’tan nasıl korkmak lazımsa öylece kor­kunuz’ mealindeki ayetle başlayan bir başka manzumesinin ilk beyitlerinde ahlak telakkisinin temelini şöylece ifade eder:

Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır;

Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.

Yüreklerden çekilmiş farzedilsin havfı yezdanın

Ne irfanın kalır te’siri kati’yyen, ne vicdanın. (Safahat V, s.249)

Bu beyitlerden Akif’in ahlakta Allah korkusunu esas tuttuğunu anlarız. O, manzu­menin diğer beyitlerinde en yüksek ahlaki vasıfların hep bu duyguya bağlı olduğu­nu göstermeye çalışır.

Akif’in ahlâki hayatını değerlendirenlerden biri de Nevzad Ayas dır. O bu konuda şunları söyler: “Üstad muhtelif şiirlerinde bir taraftan hürriyet, doğruluk, vefakar­lık, samimiyet, vatanperverlik, dindarlık, tesanüd, samimiyet, şehamet, adalet, is­tiklal... gibi yüce ahlaki kıymetleri tasvir ve telkine uğraşırken, öbür taraftan da riyâkarlık, münafıklık, korkaklık, dalkavukluk, tembellik, zulüm. gibi rezaletlere; sebep oldukları ictimai yıkımları ileri sürerek, misaller vererek, fıkralar naklede­rek, tarihten numuneler göstererek, şiddetle hücum eder. Akif’in vicdanında yük­sek bir ahlâkiyet heyecanı duyduğu şiirlerinde apaçık görülür. Hele dalkavuk fert­ler ve zümrelerle, bunlara aldanan gafillere karşı duyduğu infial ve tiksinti derin­dir. ‘Asım’ da bunların tezellül ve tabasbuslarını bütün iğrençlikleri ile tasvir ve teş­hir eder” (E.Edib, 1938, s.532).

Akif’in dindarlığında akla verdiği değer yanında cehalete de bir o kadar düşman olduğunu görürüz. Onun: "... - hayır efendim, hazreti peygamber ‘Din akıldan iba­rettir, aklı olmayanın dini de olmaz.’ Buyuruyor. Akla bu kadar yüksek paye veren Müslümanlığın ahkamında makul olmayan bir hüküm bulunabilir mi? Ne hacet! Bütün tekalifi şer’iye zevil’ukule aid değil midir? Yoksa siz ilmihali de mi anlayarak okumadınız?” (SM, S.102, s.402). diyerek İslâm dininin akla verdiği değeri vurgu­lamış olmaktadır.

Akif, aklını yeterince kullanamayanların taklide başvurduklarını ifade ile; "Dini tak- lid, dünyası taklid, adatı taklid, kıyafeti taklid, selâmı taklid, kelâmı taklid, hülasa her şeyi taklid olan bir milletin efradı da insan taklidi demekdir ki kabil değil, haki­ki bir heyeti ictimaiye vücuda getiremez, binaenaleyh yaşayamaz.” (Sebilürreşad, S.209, s.4) demektedir.

O cehaletin dine etkisi hususunu şöyle izah eder; ". kendimize acımıyorsak bari dâvayı intisab ile lekelemekte olduğumuz şu masum şeraite acıyalım. Çünkü bizim bu gafletimizi, bu ataletimizi, kitabı kainata kaşı bu kadar cehaletimizi gören ya­bancılar na hak yere o zavallıyı mahkum ediyorlar... ‘ Müslümanları uyuşturan, şu- unu hilkate alabildiğine lakayt bırakan saik, dinlerinden başka bir şey değildir” di­yorlar. Heyhat ki din ne söylüyor, biz ne anlıyoruz!” (Sebilürreşad, S. 209, s.21) .

Yine Kur’anı okuyamayan ve okuyup anlamayanlar için; “.Alemi İslam asırlar­dan beridir göklerin, yerlerin dilinden bir şey anlamaz oldu! Halbuki her zerre­nin kalbinde bir manzumei şemiyye mündemic olduğunu gören, maadinin bile bir devre-i tekamül geçirdiğini cemadatın lisanından duyan urafası, uleması var­dı. Desti kudretin kitabı kainata yazdığı sahifeleri artık okuyamadıktan başka, gece gündüz okuduğumuz kitabı münzel de nerde ise hiç bize söyleyemeyecek bir hale gelecek!” demektedir. (SR, S.209, s. 21). Allah’ın vahyini yeterince anlamayan ve Kur’anı farklı maksatlar için kullananları da şöyle uyarmaktadır:

İnmemiştir hele Kur’an, bunu hakkiyle bilin,

Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için! (Safahat II, s.144)

Ayrıca, Akif cahil hocalara da sitem etmektedir; “.lakin va’azlar yine israiliyat (eski Museviler’den kalma) olup, bazı vaizlerimizin, söyleyecek sözleri yani sepet­te pamukları olmadığından, vakit geçirmek ve yerli yersiz halkı korkutup duygu­landırmak için kullandıkları, kaynağı ve doğruluğu meçhul masallar olacaksa vaz geçtik! Doğu’da, Batı’da, Kuzey’de, Güney’de ne kadar Müslüman varsa zillet sefa­let içinde, esaret içinde yaşadığını; sefil bir milletin elinde kalan dinin kail değil yü- celtilemeyeceğini bilmeyen, anlamayan vaizi kürsüye yanaştırmamalı. Vaiz, mille­tin mazisini, halini bilmeli, cemaati istikbale hazırlamalıdır.

Hele hoca efendilerimiz hiç kürsülerin semtine uğramıyorlar. Göreceksiniz, Ramazan’da yine kürsüler, şuradan buradan koşup gelen medrese mektep görme­miş ümmi (okumamış) hocalar tarafından işgal olunacaktır!

Hocamız Halis efendi hazretlerinden niyaz ederiz: Ya bu kürsülere ramazan’da bi­rer adam çıkarsınlar, yahut bu ceheleyi cemaatin başına bela etmesinler. Doğrusu bu herifleri dinledikçe, gençlerdeki dinsizlik modasını hemen hemen mazur göre­ceğim geliyor! Eğer dinin ne olduğunu bunlardan öğrenseydim, mutlaka İslam’ın en büyük düşmanı olurdum” (Düzdağ, 1989, s.123).

Akif’in, medreselerin ve din adamlarının son asırlarda düştükleri yersiz durum hakkında yazdıkları, onun hak adına içi yanarak söylediği acı gerçeklerdir.

Her Cuma okunan hutbeler ve verilen vaazların, Ramazan günlerinin ve Hacc’ın, cemaati, halkı irşad etmek, uyandırmak için ne büyük bir fırsat olduğunu, fakat ilmi olan ve ağzı laf yapan hoca efendilerin kürsülere yanaşmamaları yüzünden, bu imkanın heder olup gittiğini yazdığı (30 haziran 1910) bir makalesinde şöyle di­yor:

Mehmed Akif’in, Fatin hoca ile yaptığı konuşmaların biri de “Müslümanlığın ve Müslümanların bu günkü zayıf hale düşmesinde suçun, medreseler ve din alimle­rinde olduğu” hakkındadır. Hocalara da şiddetli hücumlarda bulunurdu. Bir gün biz de konuşurken söz hocalara intikal etti. Keskin hücumlara başladı.Birçok yerde haklı idi. Müfrit noktaları biraz tadil etmek istedim. Münakaşa uzadı. En son bana dedi ki: “Hoca, İhyau Ulum’un var mı?” “Var” dedim. Birinci cildini istedi. Kudret­li bir müdafa’a silahına sarılacağını anlamakta gecikmedim. İlim bahsini açtı, lazım gelen yerlerini okudu. Dedi ki:

“Hayat-ı beşere ait ilimleri, mesela tıp ilmini öğrenmek farz-ı kifaye mi?”

“Evet” dedim

“Bunun istinad ettiği ilimler de farz-ı kifaye olur mu?”

“Cemiyet hayatına ait ilimler, fenler, mesela en basiti lüks olmayan mensücat imalini öğrenmek ve dokumak farz-ı kifayemi?”

“Evet öyle olması lazım. Gazali öyle söylüyor.”

“Ya müdafa’a vesaiti? Mesela balistik ilmi ve bu ilmin istinad ettiği yüksek riya­zi, fizik, kimya, makine ilimleri farz-ı kifaye mi?”

“Evet”

“Senin mesleğin olan hey’et ilmine istinad ettiği ilimlerle beraber farz-ı kifaye demez misin?”

“Evet derim.”

“Ey, farz-ı kifayenin hükmü ise ihtiyaç mevcut olduğu takdirde farziyyetin her­kese şamil olması değil mi?”

“Öyle”

“Peki, din ilimlerinin zaruri olan hacet miktarından ilerisi, yani din alimi olmak da farz-ı kifaye değil mi?”

“Evet öyle.”

“Öyle ise, yüzlerce din alimine karşı memleketin bir hekimi yok iken, din alimi olmanın farz-ı kifayeliği kalmadığı, fakat bir tabib yetiştirmenin farz-ı ayın olduğu zamanlarda, niçin medrese farzın ifasına koşmamıştır? Acaba bu ulema sınıfı, bu gibi dini emirlere kulak assalardı, başımıza bu haller gelir miydi? Müslümanlık bu za’fa uğrar mıydı? Bu vaziyet maskaralık değil de nedir? Gazali’nin haykırmasına niçin kulak verilmedi?”

“Doğru” dedim, sustum. Çünkü yerden göğe kadar haklı idi. (Düzdağ, 1989, s.124- 125)

Âkif’e göre : “Hakiki Müslümanlar birbirine kardeş nazarı ile bakarlar. Aradaki ra­bıta bu kuvvette olmazsa müslümanlık kuru bir ünvandan ibaret demektir. Müs­lümanlığın hemen bütün ahkâmı uhuvvet ve vahdet esasını tahkim eylemekte­dir. Namazlar, haclar, zekatlar, şehadetler, oruçlar, aynı kıbleye teveccühler hep Müslümanları birbirine bağlayacak vasıtalardır. Müslümanların derdini kendine dert etmeyen, Müslüman değildir. Müslümanlar “hiçbir müslümanın vücuduna bir diken batmaz ki onun acısını kendimde duymuş olmayayım” diyen bir peygam­berin ümmetidir. “Müslümanlar birbirinin kardeşinden başka bir şey değildir.” “Bir müminin diğer mümine karşı vaziyeti yekpare bir duvar vücuda getiren perçinlen­miş kayalarla birbirine karşı aldıkları vaziyet gibidir. Öyle olacaktır. Öyle olmalıdır.” (Sebilürreşad, S. 464, s.252 )

Mehmet Akif’e göre İslam Ümmeti’ni teşkil eden Müslüman milletlerin bir takım vazgeçilmez esaslara göre hareket etmeleri lazımdır. M. Akif’in bütün şiir ve yazıla­rında, Müslümanların hürriyet ve istiklâllerine sahip olmaları arzusu, adeta bir aşk derecesindedir. Her fırsatta, bunların yokluğunun dehşetini anlatarak ümmeti uyan­dırmaya çalışır. Onun “İstiklal Marşı” şairi olması bir tesadüf değil, bir takdirdir.

Müslümanlar yabancıları dost edinmemelidir. Bir çok yazı ve şiirinde işlediği bu fikri, bilhassa Kastamonu vaazında, ayet ve hadisleri delil getirerek uzun uzun açıklamış ve üzerinde durarak önemini belirtmiştir. Müslüman, Müslüman olma­yanları kendisine dost ve sırdaş yapmamalıdır. Onlar dost değildir ve hiçbir zaman da olmazlar. Yabancılarla ancak eşit şartlarla ve çok dikkatli davranılarak anlaş­ma yapılabilir. Onların ahlak ve adetleri alınmaz. Sadece bilgilerinden istifade edi­lir. Fert, cemiyet veya millet olarak hür ve istiklâline sahip olmayan Müslümanlar, tam Müslüman sayılmazlar. Müslüman olmayanların Müslümanlar üzerindeki ha­kimiyeti, kayıtsız şartsız reddedilmelidir. Bir yerde hakimiyet Müslümanların elin­de değilse, bunu elde etmek için çalışmak her Müslümana farzdır.

Müslümanlar birbirlerinin dostu, sırdaşı, kardeşi ve yardımcısıdır. İşte Akif’in “Müs­lüman dünya”sının ve “İslam Birliği” idealinin anahtarı bu esasta yatmaktadır. Bu esası temin edecek olan, Müslümanların birbirlerine karşı duyacakları sevgidir.

Evet, o koskoca âlem... Tunuslu, Afganlı,

Transvalli, Buharalı, Çinli, Sudanlı,

Habeşli, Hıyveli, Kaşgarlı, yerli, Hersekli,

Serendib’in, Cava’nın, Mağrib’in bütün şekli;

Bu başka başka lisanlar, bu herc ü merc avaz,

Birer niyaz idi Mevla’ya... Hem de aynı niyaz! ( Düzdağ, 1989, ,s.45)

Sonuç olarak, M.Akif dindarlığı gerçek mânâda Müslüman olmada görmekte ve şöyle demektedir; “.gayet fıtri bir din olan, daha doğrusu fıtratın kendisinden başka bir şey olmayan İslâmı kabul etmeyenler ya dini ilahinin ruhundaki sırrı mü- bini, sırrındaki ruhi güzini görmüyorlar, yahut gördükleri halde nefsani bir yığın es­babın tesiri altında kalarak görmek istemiyorlar.” (Sebilürreşad, S.24, s.453)

Onun bu ifadeleri kendi şahsî hayatıyla yoğurduğunu görmek ve bilmek gerekir. Onun dindarlığını en güzel tahlil edenlerden olan A.N. Tarlan Şair için; “Hayatı­nın her cephesi sadece İslam ruhu ile izah edilebilir. İlim aşkı, sarsılmaz ahlâkı, dü­rüstlüğü, vatanseverliği, milletine bağlılığı, bu uğurda hayatını istihkâr etmesi, va­kar, tevazu ve ferâgati, samimiyeti, sevgisindeki ciddiyeti ve vefası, çalışkanlığı, fani, beşeri zevklere iltifat etmemesi tamamen bir Müslüman karakteridir” (Tar­lan, 1971, s.40-41).

Kaynakça:

Cerrahoğlu, A., Bir İslâm Reformatörü Mehmet Akif, İstanbul Matbaası, İstanbul, 1964.

Düzdağ, M. Ertuğrul, Mehmed Âkif Hakkında Araştırmalar 2, M.Ü.İ.F. Vakfı Yayınları, İstanbul, 1989. Ersoy, Mehmed Akif, Safahat Edisyon Kritik, Haz; M.E.Düzdağ, Kültür ve Turizm Bak. Yayınları, İstanbul, 1987.

____ M. Akif, Kuran-ı Kerim’den Âyetler, Der. Ö. Rıza Doğrul, Nakışlar Yayınevi, İstanbul, 1976. Fergan, Eşref Edib, Mehmed Âkif ve 70 Muharririn Yazıları, Asarı İlmiye Kütüphanesi, İstanbul, 1938. İmamoğlu, V., Mehmet Âkif ve İnanan İnsan, Ravza Yayınları, İstanbul, 1996.

Kuntay, M. C., Mehmet Âkif, T. İş Bankası Yayınları, Ankara, 1986.

Mehmed Akif, ‘Tefsir-i Şerif’, Sebilürreşad, S. 209, Ahmed İhsan Matbaası, İstanbul, 1328(1912).

______ , ‘Hasbihal’, Sıratımüstakim, S.102, Cihan Matbaası, İstanbul, 1326 (1910)

            , ‘Hasbihal’, Sıratımüstakim, S.107, Cihan Matbaası, İstanbul, 1326 (1910)            , ‘Mev’ize’, Sebilürreşad, S.464, Kastamonu Matbaası, Kastamonu, 1336 (1920) Tarlan, A. Nihat, Mehmed Âkif ve Safahat, Nida Yayınevi, İstanbul, 1971.

 

Mehmet Âkif Bilgi Şölenleri’nin dördüncüsünde sunulan bildirilerden oluşan ve 2010 yılında basılan kitap Mehmet Akif Ersoy Araştırmaları Merkezinin beşinci kitabı.
 
Bu haber toplam 1172 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim