• İstanbul 12 °C
  • Ankara 11 °C

Prof. Dr. Ahmed Güner Sayar: Siyaset ve Velâyet Karşısında Mehmet Âkif Bey

Prof. Dr. Ahmed Güner Sayar: Siyaset ve Velâyet Karşısında Mehmet Âkif Bey
Mehmed Âkif Ersoy'un Türkiye'de çağdaş düşünce tarihinin son yüzyılında, ya da II. Meşrutiyetin ilanından günümüze, yeri ve fikrî portresi yeterince aydınlık değildir.

Âkif Bey'e dair esaslı bir entellektüel portrenin hâlâ çizilemeyişinin yarattığı boşluğa en önemli sebep olarak onun biyografisinin olmayışını gösterebiliriz. Mesela, Âkif Bey'in 'Teşkilat-ı Mahsusa' için yürütmüş olduğu çalışmalar tamamiyle karanlıktadır. Benzer şekilde, onun Mısır günlerini de tam olarak bilmiyoruz. Dolayısıyla, Âkif Bey'e ilişkin çalışmalarda yapılan tahlil ve değerlendirmeler, ağırlıklı olarak, onun hayatının bir kesitine ve belli bir konuya odaklanmakta, akan zamanın hükmü, ya da Âkif Bey'in hayatının yekpareliği içersinde ortaya çıkan farklılıklar gözardı edilmektedir. Yazılanlarda tekrarlar, temcit pilavı misali birbirini takip etmekte, ortaya bu mühim iman ve aksiyon adamının, hiç olmadı, biyografisine katkıda bulunacak en hurda bir bilgiye bile rastlanmamaktadır.

Hal bu olunca, aşırı duygusal, psikolojik, sübjektif ve irrasyonel kaynaklardan beslenen yazılar, mateessüf hamasetten ileri geçememektedir. Netice itibariyle, tekrarlar törpülendiğinde ortaya herkesin Akif'i zuhûr etmektedir. Bu meyanda ifade etmeliyim ki, Âkif Bey'i yakinen bilenler de onu bize yeteri kadar anlatmadıkları için onu metafizik alana teslim ettiler. Bilhassa, Haşan Basri Çantay bildiklerini örterek Âkif Bey'in daha çok metafizik alanda kalmasına, istemeyerek de olsa, hizmet etmiştir. Benzer şekilde, Âkif Bey'le hemhâl olmuş zevattan, mesela, Ömer Ferid Kâm, Mehmed Fatin Gökmen, Kâmil Miras, Muallim Cevdet inançalp hatta, Osman Nuri Ergin de anılarını dile getirebilirlerdi. Bu arada, ben de gaflete düştüm. Hiç olmazsa, şifahî kaynakları zorlayarak, A.Süheyl Ünver'den Âkif Bey'e ilişkin anı, kişisel değerlendirme,Tevfik Fikret'le karşılaştırma yapmasını isteyebilirdim. Bilhassa, hocası Abdülaziz Mecdi Efendi [Tolunj'nin Âkif Bey'in Türkiye'ye geldiği 1936 Haziranı'ndan vefatına değin geçen günlerde yaptığı ziyaretlere ilişkin ondan duyduklarından, yazdığı şiirlerin arka planına dair bilgiler alabilirdim. Ama olmadı. Listeye Abdülbâki Gölpınarlı'yı da dahil etmeliyim. Gölpınarlı'nın Babanzade Ahmed Naim Bey'e olan fart-ı muhabbeti beni daima düşündürmüştür. Müderris Ömer Ferid Bey'e de çok bağlıydı. Bu şahsiyetler, sıkı birer Âkif dostu idiler. Onlar, Gölpınarlı'nın Âkif Bey'e karşı sıcak duruşunu belirlemişti; hatta ona vefatı ertesinde yazdığı şiir ve eleştirel nekroloji yazısı da hep dikkatimi çekmiştir. Ne var ki, bu bağlam içerisinde bir sohbeti gerçekleştiremediğim için, bir çok bilgi uçtu, gitti. İfade etmeye çalıştıklarımın özü şudur: Gerçi şeytanın teferruatta gizli olduğu söylenir; ama sözünü ettiğim ayrıntılar şifahilik hastalığı sonucu yazlamadıkları için bu hâl, Âkif Bey'le alakalı değerlendirmelerde çarpışan ideolojilere sağlıklı metafizik bir zemini hazır bırakmıştır. Mevcut durum, kısaca budur.

Oysa, bir tane mutlak ve muhakkak Âkif Bey vardır. 63 yıl süren fâni hayatının, hiç olmadı, 1908'i vefatına bağlayan zaman çizgisinde, ömrünü çıkar gözetmeksizin toplumun dertlerine adayan bu mübarek insanın rahat bir hayatı olmadığı biliniyor. Çile dolu hayatı içersinde, Âkif Bey, zaman akarken evrilmiş, ahlâkî selâbetini kaybetmeden, iki farklı Âkif zuhur etmiştir. Ancak, bir kez daha vurgulayalım ki, onun fikri duruşunda ve aksiyon adamlığında, zaman içersinde, meydana gelen sarsıntılar ve oynamalar, hiç bir vakit nefsani olmamış, daima düşünen bir toplum ile devletin bekasından yana olmuştur. Bu işin geneli; bir de zata mahsus keyfiyeti var. Tasavvufu Mısır günlerinde bir vasıta addeden Âkif Bey, siyasetten çark edecek, bundan böyle, kendi içine de adım atacaktır. Söz konusu ettiğimiz iki Akif'ten ilkinin, 1908 - 1923 yılları arasına damgasını vuran kişiliğinde belirgin unsur aktif - riyazetçi kimliğidir. Bu devrede Âkif Bey, bir monarşinin avucunun içinde nasıl eridiğini yaşamakta, toplumsal değerlerin de nasıl sonlandığını içi kanayarak izlemektedir. Tasavvuf karşıtıdır, bilinçli bir şekilde islâmcılık akımının, İttihad-ı İslâm anlayışının içinde yer alır. Ne var ki, savunduğu ideoloji esaslı bir ekonomi-politik felsefeden yoksundur. Benzer şekilde, tasavvuf karşıtıdır; ama aktif - riyazetçi tasavvufun varlığından habersizdir, ikinci Âkif Bey'e gelince; 1924 - 1936 yılları arsında Mısır'da gönüllü sürgündür. Bu zaman diliminde içe dolmakta ve iç âleminin inşâsı üzerinde yoğunlaşmaktadır. Dış dünyada yaşadığı düş kırıklığına gelince; I. Dünya Harbi'nde Araplar'ın Osmanlı Devleti'ne ihaneti buna sebeb olmuştur.

1923 sonrasında başlayan yeni evrede Âkif Bey, yıllardır sıkıntısını çektiği siyaset ve velayet girdabından kurtulma çabaları içersindedir. Her iki düzlemde de selâmet iklimine ulaştığı iddia edilebilir mi? Bunu cevaplandırmak oldukça zor görünmektedir. Esasen, yakın dostlarının onunla ilgili anılarının olmayışı bu boşluğu yaratmaktadır. Mehmed Âkif Ersoy'un ismini çağdaş Türk düşüncesine taşıyacak ilk önemli tespiti, onun 1908'den itibaren gözlerini ayırmadığı Osmanlı-Türk toplumunda müslüman ana kütleyi boyunduruğu altında tutan bir zihniyet dünyasının varlığıdır. Âkif Bey, bir zihniyet dünyasının varlığını tesbit edecek, ancak tesbitini sağlıklı bir 'norm'a bağlayamayacaktır. Âkif Bey'in yakaladığı gerçek, tipik bir 'norm"reel'çatışmasıdır. Bir'norm'olan İslâmiyetle, bir realite olan müslüman çatışma halindedir. 1908 standartlarına göre, Âkif Bey'in gözünde, Türkiye'de her cihetten geri kalmışlığın sebebi, müslümanın tembelliği, maddeye dokunmaktan uzak duruşu, hülasa, formülleştirmese bile, rasyonel bir eşya ve dünya kavrayışına yönelmeyişidir. Teşhis bu! Demek oluyor ki, İslâmla müslüman arasında ciddi bir temassızlık hüküm sürmektedir. Osmanlı asırlarının bir kuşaktan ötekine miras bıraktığı bu zihniyet dünyasının ortaya koyduğu tablo gerçekten de ürkütücüdür. Bu gidişle toplumsal bir ilerlemenin sağlanması da söz konusu olamazdı. Geriye Âkif Bey için teşhisten tedaviye geçebilmek, bunun için de toplum mühendisliğine soyunmak kalıyor. Ulaştığı çözüm şu: Ahistorik İslâm'ın historik müslümanla uyum sağlayabilmesinden, bunun da yolu, müslümanın İslâmlaşmasından geçiyor.Âkif Bey'e göre, toplumsal ataletin tek bir sorumlusu vardır:

içirdiler Türk'e tasavvuf denen olgun şırayı'

Böyle diyor ve teşhisten tedaviye açılan yolda tasavvufu mono-blok olarak ele alıyor ve ona savaş açıyor. Âkif Bey, kendisini toplumun dertlerine adamış bir mümin olmasına rağmen, ülkeyi teslim almış tembellik ve meskenetin müsebbibi olarak tasavvufu bir bütün olarak etiketlemesi, onu, daha işin başında, velâyet vadisinde, bir tasavvuf karşıtı yapıyor. Şu kadar ki, kendi zatına mahsus dünyasında tasavvufa bir yer ayırdığını söyleyemiyoruz. Halbuki, hayatta en sevdiği dostu, can beraberi insan-ı kâmil Babanzade Ahmed Naim Bey'in mutasavvıf kimliğine karşı herhangi bir hassasiyet göstermemiş oluşu cidden düşündürücü değil midir? Ayrıca, Babanzade'nin dışındaki Âkif dostları da birer ehl-i tariktiler. Âkif Bey, onlarla olan dostluklarını kesintisiz sürdürüyor, ancak, bu can dostlarla tasavvuf! bir sohbete kapı açmıyor. Dahası, yakın dostlarında gözlemlediği bu subjektivist eğilimleri, kişiye özel alana hapsediyor. Aslında, bu bağlam içerisinde onu tamamiyle de haksız sayamayız. Zira, Türk'e "tasavvuf denen olgun şırayı" içirenlerin sahte şeyhler, bâtıni tasavvufu halk tabanına oturtan çeşitli tarikattan tekke mensupları olduğunu yakinen müşahede etmişti. Tarih, onu doğrulamaktaydı. Yalnız, Âkif Bey'in tasavvufu yekpare olarak ele alması ve sadece bâtın! tasavvufla özdeşleştirmesi, ciddi bir sorun olarak ortaya çıkıyor. Şu kadar ki, bizatihi manevi iklim içerisinde yol alan ve en az onun kadar bâtıni tasavvufa karşı mücadele veren bir diğer tasavvuf! akımı, melâmiliği görmüyor. Âkif Bey'in, mükemmel birşekilde kavradığı toplumsal ataletin köklerini soyut birçerçeveye bağlamadığına işaret etmiştik. Bu mühim bağlantı, rahmetli Profesör Sabri Ülgener'in zihniyet çalışmalarında etraflıca araştırılmıştır. Toplumsal bir sorunun tedavisi için sağ­ lıklı bir 'norm'un inşaasına ihtiyaç duymadan, Âkif Bey'in müslümanın İslâmizasyonu için Cemâleddin Afgani - Muhammed Abduh çizgisinde yol alan İslâmcılık ideolojisini benimsediği görülüyor. Ne var ki, bu takipçilik içersinde onun şiirlerinin ve düz yazılarının aydınlığında, görülen odur ki, 1340'larla Osmanlı hukukî muhitince ihdas edilen ve uygulamada asırlara damgasını vuran hukuk sisteminin düalistik (şer'î ve örfî hukuk) yapısını, bu yapının içinde şer'î hukukun 19. yüzyılın ortaları itibariyle, mecelle ile kurduğu bağları hiç sorgulamamıştır. Hatta, bir adım öteye geçelim; Osmanlı sosyal tarihinde 1610'larla alevlenen şeriat - tarikat çatışmasının Türkiye'de Cumhuriyet öncesinde laisisizmin doğuşunda çok önemli bir etken olduğunu da yakalayamamıştır. Buna mukabil, II. Meşrutiyet'le boy göstermeye başlayan alafranga eğilimlilerin bazı davranışlarını din karşıtı olrak mütalaa ettiği görülüyor.

Cumhuriyet öncesinde Âkif Bey'in düşünce dünyasında görülen en esaslı kırılma, I. Dünya Harbi esnasında, Araplar'ın İngilizler'in ayak oyunlarıyla OsmanlI'dan ayrılmaları ile başladı ve 'İttihad-ı İslâm' ideolojisi de yara aldı. Çözülen Osmanlı Devleti'nin bitişi karşısında devleti kurtarmak istemesi onu, 'çare-i hâlas' arayanların yanına çekti. İslâmi ideolojiyi benimseyen o kuşak içersinde, Âkif Bey, Haşan Basri Çantay'la birlikteTürk milliyetçiliğine yaklaştı. İstiklâl Marşı bu kırılmayı somutlaştıran bir şaheserdir. Âkif Bey'in düşünce dünyasında kenarına geldiği uzlaşmacı yeni yapı onu yeterince tatmin etmiyordu. Kırılmalar, huzursuzluğu da beraberinde getirmişti. Siyaset ve velâyet, Âkif Bey'de, bir mekanizmadaki dişliler gibi, birbirine bağlı hareketlerin yarattığı girdaplardan oluşan bir saat görünümündeydi. Aslında, bu saat hep doğruyu gösterdiğine inanılan Âkif Bey'di. Ancak bu saatin dişlilerinin ahengi, yarattığı girdapların yanında sesini duyuramadı. Maddenin önlenemez yükselişi, ekonomik düzlemde iyiliğin nomal-üstü oluşu saatin ahengini bozuyor, Türkiye, tarihinde gözlemlenen metafizik asırların da sonuna geliyor. İşte bu köklü dönüşüm Âkif Bey'i derinden sarsıyor, bir zihni muhasebenin içine çekiyor. Zâhiren, 1923 rejimiyle ortaya çıkan pürüzler; bâtınen, son onbeş yıldır toplumun dertlerini omuzlarken sığındığı İslâmi ilmihalle İslâmî tasavvufun sebep olduğu bir iç - dış çatışması onu Mısır'a, inziva dolu günlerde derin bir muhasebenin içine çekti. Âkif Bey'in Mısır günlerinin bâtınen hülasası ise, onun içine adım atması gerçeğidir. Çektiği çile ve sıkıntılar "Safahat'ın 7. kitabındaki ürünlerle onu mükafatlandırıyordu. Yükseklerden gürüldeyerek akan Âkif Bey'in kişisel tarihi, artık, bu aşamada hız kesmiş, ovaya vardığında denize kavuşabilmenin manevi hazzını yaşayan bir nehrin sükunetine bürünmüştür. Esasen bu mübarek insan,

'Etmesin beni tek dünyada vatanımdan cüda'

dediği Türkiye'nin özlemi içindeydi. Türkiye'de ölmeyi, burada toprağın merhametine kavuşmayı, tek nefsani hedef olarak görüyordu. Onun şu mısraı;

'Bana çok görme Ya Rabbi! Bir avuç toprağını'

bir arzunun, bir sevgiliye kavuşabilmenin münacaatı olarak da okunabilir. Âkif Bey'in bir

ekonomi - politika malzemesi olarak iûzumu halinde piyasaya sürülmesi, ideolojik bir tavrın ifadesidir. Buna onun hiç rızası olmadığını ifade edebilirim. Bu hususta en kuvvetli delilim onun gönüllü bir sürgün olarak gittiği Mısır'da geçen inziva günlerinde yaptığı muhasebenin zâhiri boyutu olan somut dünya ile, olguculukla ilgiliydi. Cumhuriyet rejiminin bir kaç sene içinde aldığı yolu, 1912 - 1922 arsında on yıl süren topyekûn harplerden sonra ulaştığı sulh ve sükûnu, iktisadi kalkınmayı, bu oluşumun devletin bekaası için ehemmiyetini çok iyi kavradı. Siyaset girdabından sıyrıldı. Bir demiryolu makasçısı misali, bütün gövdesiyle, velâyet limanına demir attı. Şu derece ki, vefatı ertesinde dönemin mutasavvıfları tarafından düşürülen tarihlerin ortak vurgusu Âkif Bey'in velâyeti üzerinedir. Demek oluyor ki, onun gibi insan - Allah bağlantısını çile ile yoğurup şefaat-ı hassiyeye nail olmak ise her Âkif dostunurr hedefi olmalıdır.

Mehmet Âkif: Edebî ve Fikrî Akımlar
3. Mehmet Akif Ersoy Bilgi Şöleni’nde sunulan tebliğlerin kitap haline getirilmesi ile oluşan kitap TYB'nin 39, Mehmet Akif Ersoy Araştırmaları Merkezi'nin 3.kitabı
Bu haber toplam 403 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim