Mustarip dava adamı
Mehmet Âkif, edebiyat tarihimizde “milli şair” hüviyetini haiz büyük bir şair olmanın yanında, dergiciliği ve düşünce yazılarıyla dönemine damgasını vuran bir mütefekkir, memleketin ve bütün bir İslâm âleminin içinde bulunduğu “karanlık”tan nura çıkmak için “ziya arayan” veya olmadı bu “ziyayı yeniden halketmek” isteyen bir hareket ve dava adamıdır. Bir isyancı ruh, en önemlisi kendini milletin birlik ve dirliğini yeniden tesis etmeye adamış bir görev adamı, gerçek anlamda bir devlet adamıdır... Bilhassa Âkif’in devlet adamlığı fikrini incelemek, bunun üzerinde durmak lazım. Bütün bu özelliklerini de dikkate alarak Âkif’i mustarip bir dava adamı olarak tanımlamak mümkündür.
Burada hemen şunu belirtmek isterim: Âkif’in şiiri, işte bu mustarip dava adamının feryadıdır. Daima mahzun, çıkış yolları arayan ve bu yolu bulacağına kani gerçek bir mü’min. Hiçbir zaman ümidini yitirmiyor; tıpkı Yusuf’unu kaybetmiş Yakub gibi. Bu bakımdan o, müşahede, murakabe ve tecrübe ettiği konuları şiir diliyle kayda alarak tarihe not düşmüş bir şahsiyettir. Bu konular, daha çok hayatın içinden, dönemin siyasi, sosyal ve kültürel meselelerine dönüktür. Dolayısıyla onu, zamanının tercümanı olarak nitelendirmek mümkündür. Gerçekten de yaşadığı dönemde sessiz çoğunluğun, gelişen dünyayı takip edemeyen ve bu gelişmelere karşı ne yapması gerektiğini bilmeyen geniş bir kitlenin tercümanıdır. Bu yüzden de çoğu kimse onu, sadece zahiri meseleler üzerinde düşünen, dolayısıyla da toplumcu yönü öne çıkan bir şair olarak gösterirler. Fakat hakikat öyle değildir; Âkif, bir yönüyle dışa dönük olmakla birlikte, onun esas konusu iç âlemdir. Asıl mesele içtedir; zira o, bâtında değişim yaşanmadan zâhirde yeni ve anlamlı bir hareketin olamayacağını bilir. Bunun için de insanı adeta şahdamarından yakalayan bir sese sahiptir. O sesin
şiire yüklediği anlamı, Âsım’dan yola çıkarak okumak mümkündür.
Arayış şiiri
Âsım’ı yeniden nasıl okuyabiliriz? Tebliğin temelini bu soru oluşturmaktadır. Tabi, metin yazıldığı dönemin eseridir; ancak metin şiir ise, orada anlam eserin yazıldığı dönemini aşar, ana gelir ve oradan yarına intikal eder. Meseleye bu zaviyeden bakarak anlam bilimin kavramlarla örülü felsefi diliyle boğmak ve anlamı tüketmek istemem. Yalnız şu konuya bir açıklık getirmek lazım: Âsım’ı nasıl nitelemeli? Evet, okuduğumuz şiirin özüne dönük düşünmemiz lazım. Bu meyanda hemen şunu belirtelim: Süleyman Nazif, Âsım’ı “kuğunun son şarkısı” diye nitelendirir. Osmanlı gemisi batarken, bir çıkış arayışı... Bu bakımdan arayış şiiri yahut kendi küllerinden yeniden diriliş şiiridir diyebiliriz.
Arayış şiiri. Yeniden diriliş şiiri. Burada savaşlar, siyasi ayak oyunları, kültürel yozlaşma, sosyal kargaşa ve kavgalarla gücünü yitirmiş, yorulmuş, ekonomik olarak iflas etmiş, umudunu yitirmiş velhasıl birçok açıdan tükenmiş orta ve ileri yaşın, o batmak üzere olan gemiyle birlikte yok olacağının farkında olan şair, Âsım’a yüklendiği “ideal nesil” tipine hayat vermektedir. Bu ideal nesil, yıkılan şehri yeniden kuracak ve yarınları yeniden inşa edecektir. Dolayısıyla Beşir Ayvazoğlu’nun haklı olarak dile getirdiği gibi, Âsım gelecek projesidir. Bu bakımdan Âkif’in ideolog yönünü de ele veren bir metindir. Ancak eser tamamlanmış mı? Burada bu soruyu sormak lazım; zira Âsım’ı okuduğunuzda, daha başka konuların da ele alınacağı izlenimine varıyorsunuz. Nitekim Eşref Edib de bu kanaatimizi doğrulayan bir bilgiyi nakletmektedir. Ona göre, Âkif Asım’ın devamını yazmak istemiş, ama nasip olmamıştır.
Âsım’a arayış, yeniden diriliş ve bir bütün olarak gelecek projesi kavramları açısından baktığımızda, şairin, kurulu düzene ve zihniyete ciddi anlamda muhalefet ettiğini söyleyebiliriz. Elbette 1924 Nisan’ında tamamlanan Âsım’ın yazıldığı günlerdeki şairin ruh halini Mithat Cemal’den, Faruk Nafiz, Süleyman Nazif ve bütün buralardaki bilgileri yeniden okuyan Beşir Ayvazoğlu’nun 1924 Bir Fotoğrafın Uzun Hikâyesi’nden okuyoruz. Bu okumalar, mustarip şairin, hayal demeyeyim, ama dertlerini ve umutlarını anlamamızı kolaylaştırıyor. Ama şunu açıkça söylemek isterim, o günden bugüne öylesine hızlı bir zaman yaşadık ki, bu mustarip şairle empati kurmak pek de kolay değil. Onun erdemlerini sayıp duruyoruz, ideallerini ve kavgasını dile getiriyoruz; ancak o kadar. Gerçekten de Âkif, başta Âsım olmak üzere hemen her şiirinde bizim kayıp aynamız gibi duruyor; o aynaya bakıp sûretimizi seyrediyoruz, lakin aynanın telkin ettiği sîretten yoksunuz. Sanki Kurna köyünde er meydanına çıkan cılız pehlivanlar gibiyiz. Fakat yine de bu yoksunlukla Âsım’ı yeniden okumakta ısrarcıyız. Israrcıyız; zira “elden, ayaktan düşmüş” bu pehlivana can suyu vererek “İslâm’ın o gürbüz, o civân unsurunu” bulup çıkarmak asli görevimizdir.
Burada Âsım’ın ne özetini, ne de orada ele alınan konuların tahlilini yapacağım. Burada eseri, sadece şiir kavramı etrafında okumak istiyorum. Zira şair, kah Köse İmam’ın eleştirel aklına teslim olup şiir eleştirisi yapıyor, kah Âsım’ın arayışlarında onu teselli sadedinde şiirler okuyor ve bu arada da kendisi şiir telakkisini ortaya koyuyor. Şiir hakkında düşünmek ve şiiri anlamak, asli görevi hissetmek ve şiir yazmak olan şairin meselesi değildir. Fakat kudema, bazen divan dibâcelerinde, bazen de kasîde yahut gazellerinde kendi şiirinden söz eder. Bunlarda, kimi zaman şairin şiir telakkisini okumak mümkünse de, ekseriyetiyle daha çok fahriye niteliğindeki değerlendirmelerdir. Kimi zaman da rakip şairi hicveder. Âsım’da bu geleneğin izlerini görmek mümkündür.
Vefalı şair
Burada bir parantez açıp bir hususu paylaşmak isterim: Âkif vefalı bir şairdir. Bunun en güzel işareti, yazdığı şiirleri dostlarına ithaf etmesidir. Âsım’ı da kadim dostlarından “kardeşim” diye hitabettiği Fuad Şemsi’ye ithaf etmiştir. Fuad Şemsi, Abbas Halim Paşa’nın “vekîl-i umuûru”dur. Fakat onun hakkında fazla bir bilgimiz yok; Mahir İz’in ve İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nun hatıralarında verdiği bilgilerden başka malumatımız yok, hakkında ayrıntılı ve derli toplu bir akademik çalışma yapılmamıştır. Rubaileri de olan Fuad Şemsi’nin yeni nesillere tanıtılması gerekir.
Bilindiği gibi, Âsım’da Köse İmam, şairin hayranı olduğu Boşnak Ali Şevki Hoca’dır. Ali Şevki Hoca hakkında da fazla bilgimiz yok. Ama şunu ifade etmek isterim, Âkif arayışını öncelikle ulemada ve onun mahalledeki temsilcisi imamda yoğunlaştırır. Bu diğer şiirlerinde de böyledir; nitekim Ali Şevki Efendi’ye ithaf ettiği Köse İmam, Hüsam Efendi Hoca ve Said Paşa İmamı bunun işaretidir. Burada Ali Suâvî’nin Şeyhülislam Arif Hikmet’in Tanzimat’taki rolünü anlatırken yaptığı bir değerlendirmeyi hatırlatmak isterim. Ali Suâvî diyor ki: “Bir şeyhülislamın İstanbul’a yapabileceği hizmeti bir Montesquie yapamaz.” Safahat’ta da aynı yaklaşımı görmek mümkündür. Bu kanaat Kuvayi Milliye kadrolarında da görüyoruz; fakat nasıl oluyorsa, zaman içinde bazı romanlarda, filmlerde, fıkralarda ve karikatürlerde imam itibarsızlaştırılıyor. Merhum Topçu’nun konuşmalarında ve makalelerinde zaman zaman dikkat çektiği husus, imamın yeniden itibarına kazanması ve asli hüviyetine kavuşması meselesidir. Bu mesele Âkif için önemlidir; işgal ettiği makamın adamı olması gereken imam, yeniliklere açık, meraklı ve dertli olursa, sözü, sohbeti ve duruşuyla yeniden dirilişi gerçekleştirecek olan Âsım’ın neslini mayalayarak gidişatı değiştirebilir.
Âsım, Harb-i Umûmî dönemini tasvir eden önemli bir metindir. Bu büyük şiir, Osmanlı gemisinden bin bir güçlükle kurtarılan ve Anadolu’da tomurcuklanan yeni çınarın gölgesinde, 1924’te tamamlanmıştır. Balkan savaşlarının, cihan harbinin, bir bir sonen umut kandillerinin tanığı olan şair, Milli Mücadele’nin de baş aktörlerinden birisidir. Bu bakımdan şiir, Anadolu’da tomurcuklanan yeni çınarın köklerine ve bu köklerle birlikte tevarüs eden temel meselelere atıfta bulunur. BU doğrudan doğruya bir anlatım değildir; ancak meseleleriyle birlikte dün tasvir edilirken, yeniden toparlanmanın ve varolmanın da işaretini verir. Nitekim Süleyman Nazif’in “kuğu” nitelendirmesini bu açıdan değerlendirmek mümkündür.
Şairim diyebilmek
Âsım, Köse İmam’ın Hocası İpekli Temiz Tahir Efendi’nin oğlu Hocazade’yi -ki bu şairdir- Harb-i Umûmî günlerindeki bir ziyaretiyle başlar. Karşılıklı takılmalar ve tahrike de varan iğneleyici konuşmaların sonunda söz döner dolaşır, kırk altı yaşına gelmiş, ancak babası gibi bir itibara ulaşamamış olduğu düşünülen Hocazade’nin mesleğine gelmiştir. Köse İmam, “Hem benzemedin merhûma” dediği Hocazade’yi işe yaramayan bir “zübbe” olarak nitelendirir. Oysa Hocazade kendinden emin bir şekilde, “şairim” der; babam âlim ise, işte ben de şairim... Böylece Âsım’da şiir, dönemin şiir anlayışı, divan şiiri ve tasavvuf bir muhalif mümin nazarıyla tartışma konusu olur.
“-Şâirim.
— Olmaz olaydın: O ne yüzler karası!
Bence dünyâdaki işsizlerin en maskarası.
-Afedersin onu!
- İmkânı yok etmem, ne demek!
Şi’re meslek diye, oğlum, verilir miydi emek?
Âh, vaktiyle gelip bir danışaydın Köse’ne,
Senin olmuştu bugün belki o kırk altı sene.
-Ama pek hırpaladın şi’ri...
— Evet, hırpaladım: Çünkü merkep değilim, ben de mürekkep yaladım, Ben de târîh okudum; âlemi az çok bilirim.
“Şuarâ” dendi mi, birdenbire oynar sinirim, İyi gün dostu herifler, o ne yardakçı gürûh, O ne müstekreh adamlar! Hani bakmak mekrûh. Dalkavukluktaki idmanları sermâyeleri...
Onlar azdırdı, evet, başlıca pespâyeleri.
Bu sıkılmazlara “medh et!” diye, mangır sunarak,
Ne erâzil adam olmuş, oku târihi de bak!
Edebiyyâta edebsizliği onlar soktu,
Yoksa, din perdesi altında bu isyan yoktu:
Sürdüler Türk’e “tasavvuf” diye olgun şırayı;
Muttasıl şimdi “hakîkat” kusuyor Sıdkı Dayı!
Bu cihan boş, yalınız bir rakı hak, bir de şarab;
Kıble: Tezgâh başı, meyhâneci oğlan: Mihrab.
Git o “dîvan” mı ne karn’ağrısıdır, aç da onu, Kokla bir kerre, kokar mis gibi “Sandıkburnu!”
Sandıkburnu, Yenikapı’daki Galata’dır; meyhaneleriyle meşhur semt. Burada atıfta bulunulan Sıdkı Dayı kimdir? Belki bir Bektâşî Babası, ama hakkında malumatımız yok; ama burada onun şiir dili şairin ifadesiyle “pek hırpalanıyor”. Bu vesileyle biz de dönemin şiir eksenli tartışmalarına tanık oluyoruz; Recaizade’den Naci’ye eski yeni, söz ve mana gibi tartışmaları hatırlıyoruz. Divan şairinin dalkavukluğu, daha sonraki dönemlerde de temel polemik konularından birisi olacak; ama asıl bu tartışmalar, şairliği meslek olmaktan çıkarıp,”dünyadaki işsizlerin en maskarası” haline getirecektir. Şiir iktidarını nesre kaptıracak, şaire kız verilmez olacaktır.
Burada şunu da belirtmekte yarar var: Şiir dili eleştiri konusu edilen Sıdkı Dayı, Gölgeler’de Âkif’in dilini belirleyecektir. Diğer bir ifadeyle, Gölgeler’de karşımıza çıkan “yeni Âkif, Sıdkı Dayı’nın dilinden aldığı ilhamla eser verecektir. Bu bakımdan bendeniz iki Âkif var, diyorum; ilki hareket adamı, toplumu değiştirme çabasındaki Âkif, ki bu yenilikçi, meselelere eleştirel bakan, kendine güvenen, muttasıl cüz’i iradeyle her şeye müdahil olacağını sanan ve hep dışa dönük bir şair... İkincisi ise, bunca endişeye rağmen kurmak istediği yarını tesis edememiş, o bakımdan da kendine dönmüş, içindeki özle hasbıhal eden derviş Âkif. Bu ikinci Âkif, külli irâdeye teslim olmuş, rızaya ermiş ve bu bakımdan da Sıdkı Dayı’nın diline yaklaşmıştır.
İlginçtir, Sıdkı Dayı’nın şiir dilini eleştiren Köse İmam, onun öncülleri olan Attar’ı ve Sa’dî’yi sever ve okur; ama Hocazade’nin bunlar gibi büyük şair olamadığına atıfta bulunarak,
“Sana şâir diyen, oğlum, seni gördüm yalnız:
Kimi mevlidci diyor.”
der. Burada ciddi bir tenakuz var; hem Attar’ı, hem Sa’dî’yi okuduğunu sevdiğini söyleyeceksin ve hem de Süleyman Çelebi’yi tahfif edici değerlendirmeler yapacaksın. Bu ruh hali günümüze değin gelmiş, Süleyman Çelebi, bilhassa ondan nemalanan çevrelerce tahfif edile gelmiştir. Ama Âsım’da Hocazade’nin verdiği cevap çok manidardır:
“-Ah olabilsem, nerde!
Yetişilmez ki: Süleyman Dede yükseklerde.”
Süleyman Dede gerçekten de yükseklerdedir; o şiir kuşunun kanatlarında can miracına ermiş ve oradan, o temaşa ettiklerini naklederek Vesiletü’n-necât’ı dile getirmiştir. Hala devrin Köse İmam’ı bir kısım ilahiyatçılar, “kimi bid’atçı diyor” lafını ededursun, “yükseklerdeki Süleyman Dede”, efsane bir sâki olarak hizmetine devam ediyor, çağın kurak topraklarında susamış gönüllere Muhammedi muhabbeti sunuyor.
Demevî şiir
Geleneksel kültürde mizaç kavramı önemlidir. Klasik tıpta, ahlât-ı Erbaa denilen kan, balgam, safra ve sevda’nın vücuttaki dengesi anlamına gelen mizaç, bu sıvıların azalıp çoğalmasına göre bozulur ve hastalıklar ortaya çıkar. Bu sıvılardan birinin baskınlığı, kişinin mizacını da ortaya kor. Bu geleneksel tıp anlayışının, insanın ruhi yapısıyla bedeni arasındaki ilişkiyi göstermesi bakımından dikkat çeker. Fakat mesele şu ki, kalisk şiirimizde bu kavramlardan yola çıkarak şiir tasnifi pek yapılmamıştır. Tezkirelerde, fahriye ve hicviyelerde âbdâr, nüzhet-âmiz, latîf, pür-nikât, dil-pezîr, zibâ, güzide, dil-kuşâ vb kavramlarla şiir eleştirisi yapıldığını biliyoruz; ne var ki, demevî şiir, asâbî şiir ve lenfâî şiir gibi tanımlamalara -şimdilik- Âkif’te rastlıyoruz. Şu halde, nedir demevî şiir? Bu soruya cevap vermek için yine Âsım’a dönelim ve oradan iz sürelim.
Âsım’da şair bizi İstanbul’un farklı semtlerinde gezdirip, farklı problemlerle karşılaştırır ve sözü bir yerde alır Çanakkale’ye getirip oradaki destanı yazar. Sonra da boy boy tespihleri ile insan kesilen sözde sûfî dalkavuklara, Multekâ’dan öteye geçemeyen fakihle- re, değişen hayatı anlama çabasında olamayan ulemaya getirir. Bütün bir asrı, hemde o en uzun asrı oradan okumak mümkündür. Ama bir yerde söz gelir, yarınları yeniden inşa edecek olan Âsım’a gelir. Âsım, tıpkı şi’r-i hamâset gibi, muazzam bir heykeldir. Âsım, delikanlıdır; ister istemez tanık olduğu haksızlıklara isyan etmektedir. Mamafih “kalbi yıkık ve beni haraptır”, bîçarelerin derdine dermân olmak için “muttasıl kıvranmaktadır.” Sanki Ömer’in zabıta memurudur, Ebûzer gibidir; fesad yuvalarını tarumar etmekte, sokağı hali üzere terk etmiş olan Devletin yerini doldurmaya çabalamaktadır. Hatta kalkıp bu düzeni ve dirliği sağlamayan Bâbıâlî’yi basmaya niyetlenmiştir.... Bu yüzden şi’r-i hamâsettir.
Âsım, şairin de açıkça belirttiği gibi, demevî mizaca sahiptir. Şartlar o masumu, bu hale getirmiştir. Demevî mizaç, ekseriyetle şen, hayattan zevk alan ve cemiyetçi kişiliği ifade eder. Kendisiyle kolay ilişki kurulur, rahat konuşulur. Pek kolaylıkla terlerler, rahat uyurlar, hoş rüyalar görürler. Ancak dalgalardan kolay etkilenir, bazen ihtirasa ve şehevi arzuya duçar olur, acı çekerler. Hercai, ancak samimidir. Bedenen kuvvetli, akıllı, mağrur, eğlencenin, seyir ve tenezzühün her türlüsünü sever, hareketlidir. Kolay unutur, yalnızlığı sevmez, her zaman dost ve arkadaş düşkünüdür. O yüzden haksızlıklara tahammül edemezler. Âsım, o sebeple haksızlıklara tahammül edemiyor, çaresizlere kendince çare olmaya çalışıyor ve ister istemez zaman zaman hırçınlaşıyor.
Mehmet Âkif, oğlunun bu öfkesinin bir gün kendine zarar vermesinden endişelenen Köse İmam’ın talebiyle Âsım’la buluşup, onu dinlemeye ve ona akıl vermeye çalışmıştır. Buluşmalarında Âsım,
“Yeni yazdıklarınız nerde, efendim, okusak?
Aradım kimsede yok”
dediğinde, şair, her zamanki tevazu ve mahviyetkârlıkla,
“Varsa üç dört eserim,
Zât-ı sâmînizi hoşnûd edemez zannederim:
Demevî zevkiniz elbet demevî şi’r ister!”
diyecektir. Demevî şi’ir, hercai, ancak samimi şiirdir. Âsım gençtir, demevîdir. Lakin şair, onu dinginleştirecek, tabiri caizse damardan şırınga edilecek bir şiir yoktur. Bunun üzerine Âsım, biraz da şairin mizacına atıfta bulunarak “asabî olsa da razıyız, efendim, yeter ki lenfâî olmasın” diyor. Şair yaşadıklarıyla ve yaşı itibariyle asabî olyabilir, ama bu lenfâî de nedir? Lenfâî mizaç, serin kanlıdır, etrafında olup bitenlere karşı kayıtsız, gamsız, kedersiz. Âsım, bunca yaşanan olay karşısında benden kimse kayıtsızlık beklemesin demek ister. Böylece sohbet koyulaşır gider. Ve sonunda Bâbıâliyi arkadaşlarıyla basmaya niyetlenen Âsım’ı “Atahsilini ikmâle” ikna eder.
Şimdi Âsım’lar orada, Köse İmamlar da hemen yanı başlarında onların, fakat o gençlere icabında demevî şiirler okuyarak onları demleyecek ve Köse İmamlar’ı sohbetle rahatlatacak Âkifler nerede? Bu sempozyumlar, her halde bize o aradığımız Âkifi ve Âkifleri gösterecektir.
Türkiye Yazarlar Birliği'nin vefatının 90. yılında Âkif'i anmak için düzenlediği bilgi şöleninin tebliğlerini içeren kitap, TYB'nin 45., Mehmet Âkif Ersoy Araştırmaları Merkezi'nin 6. kitabı...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.