• İstanbul 19 °C
  • Ankara 26 °C

Prof. Dr. Caner Arabacı: Mehmed Âkif, Abdülhamit İlişkisi

Prof. Dr. Caner Arabacı: Mehmed Âkif, Abdülhamit İlişkisi
Millî Şair Mehmed Âkif ile II. Abdülhamit’in ilişkisi nasıl ele alınmalı?

Bu konu özellikle anma yıldönümlerinin üzerinde durulmayan, sevimsiz bir alanı durumunda. Âkif üzerinde çalışanlar içinse, içlerde kalan bir ukde gibi. Millet-aydın zümre ilişkisi, devlet-okumuş kesim irtibatı açısından Âkif - II. Abdülhamit ilişkisinin bir sorunlu alan olarak değerlendirilmesi gerekmektedir. Sorunlu alanlardan kaçınmanın getirdiği bir yarar da gözükmemektedir.

Üstelik aydın zümrenin devlet ve milleti ile çatıştığı dönemler, milletin geleceği açısından hep fayda yerine zarar getirmiştir. Çatışmanın getirdiği savrulmalar, okumuş zümreyi, devlet, vatan ve millet hasımlarının, medeniyet değerleri açısından düşman kesimlerin kolay elde edilebilir malzemesi haline getirmiştir. En azından Türkiye’nin geleceğini karartmada iç müttefik gibi değerlendirilmelerini sağlayan bir karabet ortaya çıkmıştır. Bu duruma, “devşirme” okumuşlar da katılırsa, millet geleceğini baltalama açısından okumuş zümrenin kaybı, zararı telafi edilemez seviyeye çıkmıştır. Toplum, başını yaban ellere kaptıran gövde konumunda kalmış, okumuş zümre ise, kendine farklı zeminlerde gövde arayan zavallı “baş” durumuna düşmüştür. Aslında bu hal, “zavallılığı” iki taraf için de kader gibi üreten bir durum olmuştur.

Okumuş zümrede, devlet, devlet yönetimi, millet bağımlılığı olmalı mıdır? Okumuş kesim, fikir üretme ve yol açmada rol almak için, avama göre daha azat olmalı değil midir?

O zaman, kimlik tartışmaları devreye girmektedir. Bu okumuş veya aydın, “kimin” aydınıdır? Hangi kültür veya hangi medeniyet değerlerinden beslenerek yetişmiştir, soruları sorulacaktır. Aydın zümre, kültür ve medeniyet değerlerinden tamamıyla bağımsız, onlara karşı kayıtsız olabilir mi? “Mader zat” türü bir yetişme tarzı olamayacağına, olsa bile yine bir “ana”nın, yani bir ortam veya zeminin hazırladığı şahsiyet olmaktan kurtulmak mümkün müdür?

Benzer sorun alanlarının tartışılması, Âkif-Abdülhamit ilişkisini açıklamaya ancak genel anlamda zemin oluşturabilir. Elbette bu zemin, siyasi erk ile okumuş zümrenin ilişki tarzına odaklanacaktır. Siyasi güç, okumuşlardan mutlak itaat ve hizmet isteyebilir mi, istemeli midir? Mutlak itaat ve hizmet, ülke geleceği açısından bir verim getirir mi?

Tersi de tartışılmalı. Aydın zümre, aydın olmanın, bilgiye ulaşmanın verdiği güçle, siyasi erkle çatışmalı, savaşmalı mıdır? Bu çatışmacı yapının millet, devlet, ülke açısından getirisi ne olacaktır?

Aslında nihai tahlilde hepsi de millet, vatan, en genel zemin olarak kültür ve medeniyet değerlerinin üzerinde ve onun yararına olmak durumunda olan zümrelerin birbiriyle savaşması, külliyen zarar olduğuna göre, bu kesimlerin paslaşması nasıl olacaktır? Siyaset ve aydın zümrenin birbirini yok etmeden dayanışması nasıl sağlanacaktır?

Tanzimat sonrası düşünüldüğünde Türk Milletinin en talihsiz tarafı, okumuş kesimin bir tür “devşirme” olarak Hristiyan Medeniyetine kaptırılmasıdır. Bu dönüşüm, Islahat, Meşrutiyetler dönemlerinde de devam etmiştir. Yeni Osmanlılar, Jön Türklerin, genelde devşirme halinde Batı Medeniyetinin etki alanına savrulmaları, Türk Milletini yerli aydın, yerli sanatkârdan mahrum hale getirmiştir. Savrulma sonucu olarak, aydın olmanın ön şartı; kendi devleti, kendi kültürü, kendi medeniyet değerleri ile savaşmak, onları üstün bulduğu Hristiyan Medeniyeti doğrultusunda dönüştürmek çabası devreye girmiştir. Bu atmosfer, darbeler çağının salgın, ya da moda halinde başlamasını sağlamıştır. İleri ve gelişmiş olacaksanız, yönetim şeklini değiştireceksiniz, devletin başındaki devlet adamını devirecek yerine istediğinizi geçireceksiniz. Bu ilerleme, gelişme ön şartı, okumuş zümrenin çatışmacı zihin yapısını şekillendirmiştir. Çatışmacı zihin yapısının getirisi yamandır. Çünkü mademki Abdülaziz’le çatışacaksınız, o zaman onun düşmanları müttefikiniz, işbirliği yapacağınız kesimlerdir. Şu halde Abdülaziz karşısında İngiliz sefareti, mason locası gibi temsilcileri ile Batı Medeniyeti, kendi devletinizle savaşta işbirliği yapabileceğiniz unsurlarıdır. Sonuçta Abdülaziz’in, devlet başkanlığından devrilip, katledilmesi gayet normal, olması gereken bir iş durumundadır.

İşte bu ortam, çatışmanın propaganda atmosferini de üretmiştir. Artık devrilmesi gereken devlet başkanları için onları şeytanlaştırmaya, ötekileştirilerek devrilmelerini meşrulaştırmaya dönük propaganda çarkı, el birliğiyle çevrilmeye başlanmıştır. Devletin başına geçenin Abdülaziz, Abdülhamit, Menderes, Özal, Tayyip Erdoğan olmasının şahıs olarak bir önemi yoktur. Emperyalist güçler açısından hedef; şahıslar üstünden, karşı kültür ve medeniyet değerlerinin, dolayısıyla onların temsil yeri durumundaki siyasi gücün yok edilmesidir. Bu durumda aydın zümre, o genel çark içinde, iç maşa olmaktan öteye geçememiştir.

Genel, yıpratıcı, ötekileştirici propaganda çarkı; her devirde olmasına rağmen belki en çarpıcı şekli, II. Abdülhamit devrinde döndürülmüştür. Öyle bir telkin atmosferi oluşturulmuştur ki, değerler donanımı, dini metanetine rağmen sağlam duruş göstermesi gerekenleri de selinde sürüklemiştir. İttihad-ı İslam/İslam Birliği, İslam ümmetinin dayanışması gibi hassasiyetleri olan kesimlerin, bu atmosfer içinde dayanışma yerine birbiri ile çatışması, başka nasıl değerlendirilecektir? Elmalılı Ahmet Hamdi, Babanzade Ahmet Naim, Bediüzzaman Said-i Nursi, Mehmed Âkif gibi İslam Medeniyetini benimseme konusunda tereddüdü olmayanların da II. Abdülhamit karşıtı cephede yer almaları üzerinde durulması gereken bir konudur. Birbiri ile paslaşması, en azından ortak cephede yardımlaşması gerekenler, yıkılış, çözülme devrinde nasıl karşı cephelerde yer alabilmiştir?

Sorunun aynı zamanda II. Abdülhamit cephesinden de değerlendirilmesi gerekmektedir. Abdülhamit, yanında ilk defa Avrupa gezisine çıktığı amcası, vatansever, sportmen bir devlet başkanının aydın, devlet adamı zümrelerinin, uluslararası kuruluşlar, dış güçlerle de işbirliği yapılarak indirildiğini görmüştür. Bir devlet başkanının, eğe kemikleri kırılarak,

dişleri dökülüp iki bileği kesilerek “intihar ettiğinin” açıklandığı bir ortamı yaşamış, bir başkasının aynı zümre tarafından devlet başkanlığına getirildiğini ve yine aynı zümreler tarafından akli dengesini yitirdiği için indirilişine şahit olmuştur. Bu ortamda kim güvenilir, kim güvenilmezdir? Tabir yerinde ise, “At izi, it izine karışmıştır”. Güvenin, devletin en üst yönetim birimlerinde yok olduğu, darbecilerin her tarafta bulunduğu ortamda, cihan devletini yönetme talihsizliğini yaşamak, kolay bir şey değildir. Zihinlerdeki travma, oluşan şüpheci yapı, hastalık derecesinde bir septisizmi dayatmaktadır. Yanınızdaki yaverinizden, genelkurmay başkanınıza, harbiye nazırınızdan, Darülfünun kürsülerinde ders veren hocanıza kadar, bir kuşatılmışlığı hissetme, uykuları kaçıran boğucu bir hafakan ortamı oluşturmaktadır. Aydın dedikleriniz, dış güçlerle işbirliği halindedir. Orduyu, devleti emanet ettiğiniz siyasetçi, yönetici zümre, darbecilerle iç içedir. Devleti saran dış, iç kargaşa, isyan, bölücü hareketler, saldırılar durmak nedir bilmemektedir. Omuz omuza vereceğiniz kesimlerden hançer yeme korkusunun, tanığı olduğunuz olaylarla geliştiği bir ortamda, ayakta nasıl kalınacaktır? Sıkı bir istihbarat çalışması, bilgi kirliliğini ne kadar açabilecektir? Yıldız İstihbaratının kurulması, devletin iliklerine kadar işleyen örgütlü, dış bağları olan, gizli teşkilatlanma karşısında bir zaruret olmuştur. Böylesine bir kuruluş, işini ne kadar hakkıyla yapacak, devlet başkanına doğru bilgiyi ne kadar getirebilecektir?

Jurnallerle II. Abdülhamit’e ulaşan bilgilerin kirlilik içerdiği, Yıldız Sarayı’nın yağması ile ayan beyan ortaya çıkmıştır. Zira jurnallerin önemli kısmı, bizzat takip edilenler yani Jön Türkler tarafından verilmiştir. Çevreyi saran, sadık gözüken insanların, mevcut ortamı değerlendirerek, devlet başkanını kuşatmaları, toplumla, okumuş zümre ile ilişkileri zayıflatan, güven bağını yok eden bir durumdur. “Çevrenin” yaptığı bütün yanlışlar, artık II. Abdülhamit’e ait hale gelmiştir. Gözler, yönetimde, devlet başkanına yakın bulunanların bütün hatalarını Yıldız’a, dolayısıyla II. Abdülhamit’e mal eder hale gelmiştir. Bu ortam, kirli, karanlık propagandanın, kulaktan kulağa üreyen telkin ağının üremesi için müthiş bir elverişli hal olmuştur.

İşte o elverişli söylenti ortamı, kötü niyetliler için yeni nesilleri zehirlemede kullanılmıştır. Bunlardan bazı örnekleri vermek yerinde olacaktır.

II. Abdülhamit devrinde, Abdülhamit düşmanlığının en çok telkin edilip, zihinlere yerleştirildiği yerlerden birisi eğitim kurumlarıdır. Üstelik bu eğitim kurumlarının önemli bir kısmı batı tipi, Abdülhamit devrinde geliştirilip açılan müesseselerdir. Onlardan birisi de Darüşşafaka’dır1. Bir dönem Darüşşafaka’da meşhur Jön Türk liderlerinden Mizancı Murat Bey[1] [2] tarih muallimliği yapar. Her vesile ile “Abdülhamid’in kötü idaresinden, zulmünden söz eden” Murat Bey, öğrencilerine “hafiyelerin jurnalleriyle sürülen günahsız kimselerin zindanlarda nasıl çürüdüklerini” anlatır. Anlattıklarından birisi de “İzzeddin Vapuru ile Tekirdağ açıklarında ayaklarına zincir vurularak denize atılan” masum genç okumuşlardır. Bunları, “âdeta kendi gözleri ile görmüş gibi” açıkladığı zaman çocuklar heyecanlanmakta, “Abdülhamid’e karşı kin ve nefret” duymaktadırlar. Yalnız tarih öğretmeni, bütün bunları anlatırken, “bir öğrenciyi de kapıya nöbetçi” olarak dikmekte, böylece çocukların heyecanını büsbütün artırmaktadır[3] [4]. Bu tür Abdülhamit nefreti ile yetişen çocukların eylemlerinden birisini Darüşşafaka’da okuyan Malik Aksel’in babası, oğluna anlatır. Talebelerden bir grup, gizlice okulun bodrumuna inerken aralarında Abdülhamit aleyhine yazı yazmak üzere sözleşir ve kura çekerler. Yazı görevi Aksel’in babasına çıkmıştır. Çantasına aldığı bir şişe mavi mürekkep ve sünger ile gece yarısı, “Ayasofya Camii’nin Alemdar ve Yerebatan Mahallesi’ne bakan parmaklıklı duvarı altına süngerle,“İstemezük” diye bir yazı” yazar. Bu yazıdan, o zaman çıkartılan anlam doğrudan Abdülhamit’tir. Ertesi gün o civarda kenar köşe her yer taranır. Yerebatan Mahallesi aranır. Buralarda, “ne olduğu belli olmayan kimseler Zaptiye Kapısı’na gönderilir”. “Bir şeyin yayılması, yapılmasından kötüdür (şüyuu vukuundan beter)” diye iş sıkı tutulmuştur. Ama öğrenciler arkadaşlarını ele vermezler. “Muhbir-i sadık” denen gönüllü, bir çeşit parasız hafiyelik yapan tipler de “İstemezük” yazısını kimin yazdığını bilemezler (Aksel, 2011, 137).

Abdülhamit konusunda, öğrencileri üzerinde etkili olan eğitimcilerden birisi de Hoca Kadri Efendi’dir (Hoca Mehmed Kadri Nâsıh, 1855-1918). Fatih Merkez Rüştiyesi’nde Türkçe derslerine girer. Kendisi yirmi yaşında Türkçe öğrenen Boşnak asıllı gazeteci, yazar Hoca Kadri Efendi, Jön Türklerin “ulema takımının en dikkate değer simalarından” biridir. 1889’da Fatih Merkez Rüştiyesi’nden mezun olan Âkif üzerinde derin bir tesir bırakmıştır. O, Âkif’in, “en çok sevdiği ve ismen zikrettiği” hocasıdır (Birinci, 2008, 18-19). Âkif, çok etkilendiği hocası hakkında şöyle demiştir: “Bu hocaların en mühimi son sınıfta kendisinden Türkçe okuduğum Hoca Kadri Efendi’dir. Hoca Kadri Efendi Abdülhamit devrinin hürriyetperver şahsiyetlerindendir. O devirde evvelâ Mısır’a kaçtı. Orada Kanun-ı Esasî gazetesini çıkardı. Sonra Paris’e gitti. Paris’te Harb-i Umumî ortalarına kadar yaşadı. İlmen ve ahlâken çok yüksek bir zât. Aslen Herseklidir. İngiliz Kerim Efendi’den, Hoca Tahsin Efendi’den okumuş. Arapçası, Acemcesi çok kuvvetli. Fransızca da öğrenmiş, Paris’te ilerletmişti. Bu zat lisan itibariyle üzerimde çok müessir oldu. O kadar yüksek bir adamın alelâde nasihati bile tesir eder.” (Okay, 1989, 18).

Kadri Efendi, Mısır’a kaçtıktan sonra, bir jurnal üzerine padişaha suikast ithamıyla Hüseyin Siret’le beraber gıyabında idama mahkûm edilir. Mısır’daki İttihat ve Terakki teşkilâtının başına geçer. Kanûn-ı Esasi’den başka Havâtır adlı bir gazete daha çıkarır. İstinsaf (hakkını alma) başlığını taşıyan bir kitap yayınlar. Mısır Hidivinin çocuklarına hocalık yapar. Partinin önemli yayın organları durumundaki Meşveret ve Terakki’deki yazıları, o yıllar büyük ilgi görür.

Onu Âkif’e yaklaştıran bir yönü de 1902 Paris Jön Türk Kongresi’nde, Osmanlı Devleti’ne karşı, gayr-i müslim unsurlarla işbirliği yapma kararını protesto etmesidir. Hoca Kadri Efendi, gayr-i müslim unsurların, “hürriyet için ve hasbî olarak değil, devleti yıkma gayesiyle hareket ettiklerini” söylemiştir. Ayrıca Mısır’da İttihatçıların, pozitivist görüşlerine karşı, “İslâmî hizbi” temsil etmiştir (Okay, 1989, 19).

“Abdülhamit yönetiminin, Abdülhamit aleyhtarlığının doğup gelişmesinde hiç mi payı yoktur?” diye sorulabilir. Âkif’in de içinde bulunduğu İslamcılar, II. Abdülhamid’e, “istibdat, ittihad-ı islam, hilafet, meşrutiyet, hürriyet, din ve yenileşme” konularında farklı düşünerek muhalif olmuşlardır. Özellikle 1876 darbesi, ardından zamansız başlatılan Osmanlı-Rus Harbi üzerine Sultan Abdülhamid’in mesaisini, muhalif sesleri bastırmaya sarf ederek idareyi tekrar disiplin altına alma çabası içine girmesi tepkileri büyütür (Tekin, 2011, 46). Sansür idaresi, 1864’ten bu yana devam etmektedir. Buna II. Abdülhamit devrinde Yıldız gizli polis sistemi eklenir. Abdülhamit’e atfen anlatılan, “Evet jurnal sistemini ben kurdum, ben idare ettim. Fakat vatandaşı değil, hazineden maaş aldıkları, Osmanlı nimetiyle gırtlaklarına kadar dolu oldukları halde devletime ihanet edenleri tanımak, izlemek için... Kendi devletini yıkmak, kendi padişahının canına kasd etmek karşılığı yabancı devletten para alan sadrazamları gördükten sonra.” sözleri anlamlıdır (Tekin, 2011, 47).

Âkif’i, eğitim dönemi, mevcut atmosferle birlikte dost çevresi de etkilemiştir.

Bazı İttihatçı Dostlar

Âkif’in gönül dostu olarak sevdiği, fırsat buldukça görüşmekten, kendileri ile sohbetten zevk aldığı dostlarından birisi Hüseyin Kâzım Kadri’dir (1870-1934). Onun Âkif’le irtibatına Eşref Edip şöyle şahitlik eder: “Hüseyin Kâzım, İstanbul’a gelince Reşit Efendi hanındaki Sebilürreşad idarehanesine uğrar, Üstadı ziyaret eder, saatlerce hasbihal ederlerdi. Üstad Mısır’a gitmezden evvel, son zamanlarda sık sık görüşürlerdi.” (Eşref Edip, 1962, 375). İttihat ve Terakki adına çıkartılan Tanin gazetesinin üç sahibinden birisi olan, mutasarrıflık, valilik, İstanbul şehreminliği (belediye başkanlığı) yapan Hüseyin Kâzım, Büyük Türk Lügatı’nın da yazarıdır. Otuz yılını verdiği bu dev eserin iki cildi yayımlanmış, Eşref Edip’in belirttiğine göre, sözlüğün hazırlanmasında Âkif’in de “çok yardımları olmuştur”. Safahat’ta adı geçen ender isimlerden birisi de “Hüseyin Kâzım”dır. Onun, çiftçilerin aydınlatılması amacı ile hazırladığı kitabının basılması konusundaki görüşlerine, Asım kısmında takdirlerini ortaya koyan uzunca bir kısım ayırır (Eşref Edip, 1962, 368-371).

Hüseyin Kâzım’ın Güzel Sanatlar Akademisinde tezhip hocalığı yapan kızı Rikkat Kunt’un anlattığına göre, Âkif’le Beylerbeyi’nde aynı semtte komşuluk yapmışlardır. Sık sık Mehmed Âkif evlerine gitmiştir. Âkif’in büyük kızı da bu aileye sık gitmiş, Rikkat Hanım’a resim dersi vermiş, kendisi de ondan tezhip dersi almıştır. Rikkat Hanım’a göre, “Âkif sinirli ve kızdığı zaman ağır sözler söyleyebilen bir şairdir”. Bu görüşmelerden birinde Hüseyin Kâzım, Trabzon valiliği yapan babası Kadri Efendi’den dinlediği bir olayı Âkif’e anlatır. Âkif, Asım içinde şiirleştirerek naklettiği olay münasebetiyle, devrin devlet başkanı Abdülhamit için, “zalim”, “korkak”, “kabahatli” gibi ifadeleri kullanır. İkinci Meşrutiyet havasında işlenen olayın özü şudur:

Trabzon’da bulunan Oflu Mandal Hoca, “Yıldız’a çıkıp” Padişah Abdülhamit’le görüşmek ister. Bu niyetle Trabzon’dan İstanbul’a gelir. Sarayda görüşmeye bir yol bulamayınca Yıldız’da Cuma Namazında görüşmeyi dener. Üniformalı askerler avluyu doldurmuş, kimseyi camiye almamaktadırlar. Bir yolunu bulup camiye girer, en ön safa geçer. Etrafına bakınır padişahı göremez. Yaşlı birine padişahı sorar. O da korka korka, hünkâr mahfelini gösterir. Mandal Hoca, kafesli yerdeki padişaha, oturduğu yerden Karadeniz ağzı ile seslenir: “Uy söyle bakayum, sen kimsun, in misun cin misun, ne yapaysun orada? Gel Mandal Hoca Trabizon’dan seni görmeye geldi. Ne diye kadınlar gibi saklanaysun orada. Demek ki günahın var, saklanaysun orada. Yalnızlık Allah’a mahsus, kullara değil. Günahın varsa tövbe istiğfar et. Gel seninle burada konuşalım. Mandal Hoca sana vaaz ve nasihat eder, seni irşad eder.” Bu tür sözler ardından Mandal Hoca, “çalyaka, tekme tokat kendini Karadeniz’de vapurda bulur” (Aksel, 2011, 82­83).

“Yine bir dolduran olmuştu ki Abdülhamid’i,/ Karakoldan dediler: ‘Şimdi, imam, Erzurum’a!” diyerek hoca, Erzurum’a sürgün edilir. Arkasında “aba”sı yok, yorgan ve döşeği olmadan beş gece dört günlük tekne yolculuğundan sonra Trabzon’a indirilir. Soğuktan üşüyen hocayı, valinin oğlu Kâzım alarak, valilik makamına götürmüştür. Bundan sonrasını Âkif, şiir diliyle, Mandal Hoca’dan başlayarak hikâye eder. Mandal Hoca’ya; tacı, tahtı olmayan “sultan” der, onu yüceltir:

“-Bileceksin ne demek, Mandalı kim bilmez ki./ Tacı yok, tahtı da yok, kendine malik sultan.” Mandal Hoca ağzından Abdülhamit değerlendirmesi şöyle olur:

“Çoktan beridir vardı benim bir derdim;/ Gideyim, zâlimi îkaz edeyim, isterdim.

O, bizim câmi’ uzaktır, gelemez, mâni’ ne?/ Giderim ben, diyerek vardım onun câmiine.

Kafes ardında hanımlar gibi saklıydı Hamid,/ Âl-i Osmandan edilmezdi bu korkaklık ümid.

Belki kırk elli bin askerle sarılmış Yıldız;/ O silahşörler; o al fesli herifler sayısız.

Neye mal olmada seyret, herifin bir namazı;/ Sâde altmış bin adam kaldı namazsız en azı!

Hele tebziri aşan masrafı, dersen sorma./ Gördüğüm maskaralık gitti de artık zoruma,

Dedim ki: “Bunca zamandır nedir bu gizlenmek?/ Biraz da meydana çıksan da hasbihal etsek.

Adam mı, cin mi nesin? Yok bir gören, ne eden;/ Ya çünkü saklanıyorsun bucak bucak bizden.

Değil mi saklanıyorsun, demek ki: korkudasın;/ Ya çünkü korkan adamlar gerek ki saklansın.

Değil mi korkudasın, var kabahatin mutlak!..”/ Bir de baktım, canavarlar pusulardan çıkarak, Koştular, tekmeye kuvvet kimi, dipçikle kimi,/ Serdiler her tarafından delinen pöstekimi. ...

“Deniz üstünde bulup kendimi şaştım bu işe,/ Dedim ki: “Anlatırım ben, Hamid öbür gelişe.” (Eşref Edip, 1962, 371-374).

Âkif’in II. Abdülhamit ile ilgili görüşleri, dönem dönem temelde benzer olsa da doz olarak koyulaşır, açılır. Onun için siyasi atmosferle birlikte devirler içinde tavrını ele almakta yarar vardır[5].

II. Meşrutiyet Öncesi

İnsan, aile, eğitim kurumları ve sosyal çevresinden bağımsız bir varlık değildir. Onları etkileyip yönlendirebildiği gibi, onların etkisi altında yetişip yönlenir. Âkif, Meşrutiyet öncesi itibarıyla Abdülhamit aleyhtarı çevre içindedir. Çok etkilendiği babası başta Abdülhamit’i sevmemektedir. Babasının talebesi olan Köse İmam ağzından kendisi bu durumu şöyle anlatır: “Evet, oğlum, Hoca sevmezdi, bilirdim, Saray’ı;/Ama sövmezdi de hoşlanmadığından dolayı.”

Onun üzerinde, yakın çevresi, mevcut yönetim, yönetimde etkin olan mevki-makam sahiplerinin olumsuz tavır ve işleri de etkili olmuştur. O, sıkı bir gözlemcidir. İstibdad şiirinde anlattıkları, sadece Abdülhamit aleyhtarı görüşlerini yansıtmaz. Devlet başkanının çevresini kuşatan insaf, merhamet yoksunu, ehliyetsiz insanların, halk gözündeki durumunu da tasvir eder. Yorgun olduğu halde sıcak bir gecede, biraz hava almak üzere sokağa çıkmıştır. Acı bir ses duyar. Bu bir kadın çığlığıdır. Meraklanıp o tarafa yönelir. Ama ortamda bir gariplik vardır. İnsanlar olay yerinden kaçışmakta, çığlığı duyanlar, imdada yetişmek yerine mumlarının ışığını kısıp evlerine çekilmeyi tercih etmektedir. Durum gariptir. Yaklaşınca görür ki, beş-on adam birini evinden alıp sürüklemekte, karısı da çığlık çığlığa karşı çıkıp, adamları insafa çağırmaktadır. Kadının anlattığına göre, adamın büyük oğlu askerde ölmüştür. İkinci oğlu, Yemen’de sürgündür. Suçu nedir? Kadının ağzından ifade edildiğine göre adam, Mehmed Reşat’ın kilercisi ile akrabadır. Kilerci, komşusu ile selam göndermiştir. Hafiyeler de selam teatisini tespit etmişlerdir. Selamlaşmak suç olmuş, baskın düzenlenmiştir. Adamların başında “Paşa” denilen biri vardır. Paşa, kadını, “Adamı vurunca öldürürüm ha! Benim şakam yoktur” diye tehdit eder. Yanındakiler de, “Çekil hanım, paşa laf dinlemez; vurur mu vurur./ Bilir misin onu! Şevket-meâb efendimizin birinci bendesidir..” diye tasdik ederler. Paşa, Abdülhamit’in sokaktaki temsilcisi konumundadır. “Zebani kıyafetli, gulyabâni” tipinde, yumru başlı, “yılan bakışlı şebek”, kazık kadar boylu, padişahın sürgün emrini uygulamaya gelmiş anlayışsız, acımasız bir tiptir. O kadar acımasızdır ki, evde babası sürgün torunlar vardır. Dedeleri de sürülünce onlara kim bakacaktır? Paşa, kadın için, “Atın şu kaltağı gitsin, tıkın içeri” emrini verince, kadın bayılmış, hayat arkadaşı götürülürken cenaze haline gelmiştir. Bu sahnede şairin de tahammülü bitmiştir. Gözyaşları sel olur asabı boşanır, ağlar.

Bu ortam ve ruh hali, sıkı bir Abdülhamit aleyhtarlığını beslemiştir. Meşrutiyet öncesinde bir hicvini, Mithat Cemal’e okur. Dostunun, şiirde geçen “Bende-i hâslar, bu itler kimlerdir?” sorusuna, “...Paşa’nın Direklerarası’nda dolaşan oğulları!” der. “İtler bu kadar mı, paşanın oğullarına niçin kızıyorsun?” diye sormaz. Abdülhamit çevresini yeren hicvi şöyledir:

“Zat-ı hilâfetpenâh dideden olmuş nihan;/Bir sürü it gezmede bende-i hâsız diye.

Var görünür bin kaza bir de görünmez kaza:/Türbeler ihzâr edin ümmet-i merhumeye!” (Kuntay, 1990, 320).

Mithat Cemal, padişaha yakın paşanın kim olduğunu belirtmediği gibi, bu paşanın oğullarının dövdüğü, Âkif’in yakın arkadaşı, İttihat ve Terakki ileri gelinin kim olduğunu da açıklamaz. Fakat anlatımından dövülenin, sıradan bir ileri gelen olmadığı bellidir: “Meşrutiyet oldu. Âkif’in arkadaşı olan bir adam İttihadı Terakki Cemiyetinin merkezi umumîsinde büyüdü, büyüdü, bir hükümet kadar kocaman oldu. Bu gayri tabiî cesametin içinde bu adamın yüzünü fazla sevimsiz buluyordum ve bunun dostluğunu Âkif’e yakıştırmıyor; kendisine de söylüyordum. Âkif ısrar ediyordu:

-Mert adamdır o!

-Öyle, ben de mert olurum, dedim, polis müdürü uşağım.. Cemiyet evim.. Babıâli uşak odam... Nazırlar kalemi mahsus müdürüm. Lâfım kanun maddesi. Bu şerait içinde mert olmaktan kolay ne var!

Âkif, kısa sakalını damla damla çekerek:

-Hayır, dedi, bu şeraitten dolayı mert değil. Fıtraten mert adam!

Sustu. Sonra, hırçın bir sesle:

-Sen biliyor musun? dedi, bu adamı. Paşa’nın oğulları İstibdatta Direklerarası’nda dövdüler. Meşrutiyet olup da bu adam İttihat ve Terakki’nin kuvvetli erkânından biri olunca vaktiyle kendisini döven bu oğlanlardan intikam almak şöyle dursun, isimlerini bile ağzına almadı[6].

-Bir şey soracağım.

Dedim. Sormadan cevap verdi:

-Evet, o kıtayı bu dayak vakası üzerine yazmıştım.” (Kuntay, 1990, 320-321).

Âkif’in, Meşrutiyet öncesinde Abdülhamit’e karşı duygusu sıradan değildir. Dostu Mithat Cemal’in anlattığına göre: “Âkif, üç padişahtan Reşat’a kızıyor, Hamit’ten iğreniyor, Vahdettin’e hem kızıyor, hem iğreniyordu.” Kızgınlığını, öbür duygusuna eklemesinin sebebi, ona göre, “Vahdettin acemi Abdülhamit” olmasıdır.

Şair Eşref’i sevmesi de Abdülhamit ile ilgili duygularının bir sonucudur: “Abdülhamit’e gelince: Âkif Şair Eşref’i ona en güzel söven adam diye sever, bu kıtasına bayılırdı: “Besmele gûş eyliyen şeytan gibi/Korkuyorsun “Höt!” dese bir ecnebi;/Padişahım öyle alçaksın ki sen,/ İzzeti nefsin Arab İzzet gibi!” (Kuntay, 1990, 210).

“Pisin maddîsinden ve manevîsinden iğrenen” Âkif, pis hicivlerden de kaçınan birisidir. Ama iş Abdülhamit’le ilgili olduğu zaman bu tavrı değişmektedir: “Sultan Hamit’in çehresinden maddeten iğrenen aynı Âkif, Namık Kemal’in Abdülhamit aleyhinde yazdığı ve bazı mısraları pek pis olan meşhur hicvini, istibdatta, büyük bir gayz ile, daima okurdu: şu mısraının bulunduğu hicvi:

Bostanda korkuluktur sanki kuru kafası[7].

Meşrutiyetten sonra bu hicvi unuttu.” (Kuntay, 1990, 320-321).

Âkif, İttihat ve Terakki çevresi, daha genel anlamda Abdülhamit karşıtı, meşrutiyet taraftarları ile irtibat halindedir. Toplandıkları yerlerden birisi, Direklerarası’ndaki çayevidir. Tanınmayan kimselerin özellikle hafiyelerin, girip barınamadıkları bir çay ocağıdır burası. Ayrıca Eşref Edip, Âkif’le Fatih’te, Bosnalı Ali Şevki Efendi’nin evinde görüştüklerini de belirtir. Bu ilk görüşmelerin zamanı, II. Meşrutiyet öncesinde bir “İhya Gecesi”dir. İhya gecesi, onlara has, özel anlamlar içeren bir kavramdır. Çünkü nadide eserler, daha basılmamış-piyasada bulunmayan defterlerle dolu bir kütüphaneye sahip olan Ali Şevki Efendi’nin evi, Salı günleri toplantıya sahne olmaktadır. Kültür ve sanat dolu geceye, onun için, “İhya Gecesi” demektedirler. Eşref Edip, henüz eğitim hayatını bitirmemiş, hukuk doktorasını vermektedir. Yalnız, şairi-şiirlerini tanımaktadır. Elini öper. Âkif de iltifat gösterir. Eşref Edip’in döneme vurgusu, hepsinden baskındır: “İstibdadın koyu bir devri idi. Matbuat hürriyetini düşünmek bile cürümdü. Gazete çıkarmak, üstatla beraber çalışmak hatıra bile gelmezdi.”

Tanıştıktan sonra, ömür boyu kader birliği eden bu insanların, ortak zeminleri çok fazla olmuştur. İki farklı anlatımdan da, şair ve yayıncının; düşünce yapısı, karakter yönüyle benzer bir çevreye sahip oldukları anlaşılmaktadır. II. Meşrutiyet öncesi kültürel ortam ve dostluk ‘bezm-i âlem’leri, ayrıca dikkat edilecek özelliklere sahiptir. Ayrıca fikrî akımın, hoca- talebe ve arkadaş çevresi içinde geliştiği bu çevrenin, bir yayın organı ile kitleye ulaşmaya çalıştığı da anlaşılmaktadır.

Eşref Edip’in anlattığına göre Âkif, Sarı Güzel’de komşusu olan Şair Enver ile yakın dosttur. “Onunla birlikte çok samimi günler, neşeli zamanlar geçirmişler”dir. Şair Enver’le ortak bir yönleri, ikisinin de “İttihat ve Terakki’ye çok hizmetlerinin” olmasıdır. Hatta “devr-i istibdatta bir kere üstatla birlikte zaptiye nezaretinde mevkuf kalmışlar”dır (Fergan, 1962, 354). Âkif’in Abdülhamit devrinde tutuklu kalış süresi ne kadardır, sebep nedir, henüz bilmiyoruz. Fakat o tutukluluk günlerinin de Abdülhamit düşmanlığında rolü olmalıdır.

Mithat Cemal’in anlattığı bir olay daha çarpıcıdır:

“Abdülhamit’ten yalnız manen değil, maddeten de iğreniyordu. 1908 Meşrutiyetinde Meclis’i Mebusan’ın açılacağı gündü. Âkif’le Büyük Reşit Paşa Türbesinin önünden geçiyorduk. Halk koşmaya başladı. İzdihamın koşması sâridir: biz de koştuk. Âkif beni bıraktı, kalabalığı yardı; yarmasıyla beraber geri kaçtı; sapsarıydı.

-Bir cinayet mi var?

Dedim.

-Aman dur, midem bulanıyor!

Dedi. Ve midesinin bulanması ifade tarzı değildi: bütün safrası yüzündeydi.

-Hasta mısın yoksa?

Dedim. Hasta filan değildi: ömründe ilk defa Abdülhamit’in yüzünü görmüştü. Padişah açık bir arabada Meclisi Mebusan’ın küşad resmine gidiyordu.

Âkif: -Boyalı sakalıyla suratı birdenbire karşıma çıktı, fena oldum.

Dedi. Halk geçip giden arabayı hâlâ alkışlıyordu. Âkif:

-Aman Yarabbi, otuz üç sene bu! Hâlâ alkışlıyorlar, kaçalım. Bir sokağa sapalım!.

Dedi. Bu alkışların duyulmayacağı bir yer arıyordu.

Bir müddet sonra Sultan Hamit mebuslara Yıldız Köşkü’nde bir akşam yemeği ziyafeti verdi. Yemekten sonra bazı mebuslar Abdülhamit’in ellerini öptüler. kif buna haftalarca kızdı.

-Canım, dedim, sen her şeye kızıyorsun.

İstihzamı anlamayacak kadar zehirliydi; haykırdı:

-Bu her şey mi?” (Kuntay, 1990, 210-211).

Mithat Cemal’in artık bugün hangi odaklar tarafından nasıl bir tuzak olarak Abdülhamit’i indirip, Osmanlı Devleti’ni daha kolay lokma haline getirmek için tertiplendiği bilinen 31 Mart Vakası hakkında anlattıkları, düşmanlık duygusunun düzeyi hakkında fikir vermektedir. Âkif, bu tertibin Abdülhamit tarafından yapıldığı kanaatindedir. Devrin tuzak olayına Mithat Cemal’in bakışı da çok farklı değildir:

“31 Mart irticaı olunca Âkif:

-Bunu o yaptı, o!

Diyor ve Hamit’in 31 Mart’ı yapmaya cesaret ettiğini izah ediyordu:

-Meclisi Mebusan açıldığı gün halkın alkışlarını duydu, ziyafet gecesi de mebusları yakından gördü, bol tükrükle elini öpenlerin ne adam olduklarını anladı; ve ne halkın, ne de mebusların korkulacak şeyler olmadığını anladı, şimdi başımıza çorap örüyor!” (Kuntay, 1990, 211).

II. Meşrutiyet’e Bakış

Âkif, II. Meşrutiyet’i özlemle bekleyenlerdendir. Hürriyet gelecektir. Hemen yayıncılık faaliyetlerine girişir. Sırat-ı Müstakîm, II. Meşrutiyet’in ilânı ile çıkan Âkif’in başyazar olduğu bir yayın organıdır. Ardından dergi ad değiştirerek, Sebîlürreşad adıyla yoluna devam eder. Bu arada, Carbonari usulü, yedi kişilik hücreler halinde örgütlenen gizlilik ve itaat esaslı çalışan İttihat ve Terakki’ye üye olur. Bağlılık yeminin değiştirterek üye oluşu, kendisi açısından bir duruş örneğidir.

Fakat Âkif’in üyesi olduğu İttihat ve Terakki, genelde Batı Medeniyetine olumlu yaklaşan bir bakış açısına sahiptir. Jön Türklerin bir siyasal oluşu olarak İttihat ve Terakki’nin bu yönüyle, Batı Medeniyetinin Türkiye’deki okumuş uzantıları tarafından kurulduğu söylenebilir. Paris, Londra, Berlin üçgeninde yetişen okumuş kesimin öncülük yaptığı Jön Türklerin, Osmanlı yönetimi ile mücadelesinin özünde Batı yakınlığı, mevcut Osmanlı yönetimini Batıdaki gelişmeler doğrultusunda dönüştürme tutkusu bulunmaktadır. Âkif, bütün dindar, İstanbullu kimliğine rağmen, o çevre içinde yetişmiştir. Hatta bu yüzden denebilir ki, Jön Türklerin hepsini birleştiren ortak özellik olarak, II. Abdülhamit karşıtlığı Âkif’te de vardır[8]. Okumuşlar, Almanya, Fransa, İngiltere’ye sempati beslerken kendi devleti ve devlet büyüklerine hasımane tutum takınırlar. Abdülhamit düşmanlığı, dönem itibariyle aydın, ilerlemeci, entelektüel olmanın bir gereği olarak görülmüştür.

Âkif’in bilindiği üzere Cemalettin Efganî , onun talebesi ve sadık bağlısı“meşhur Mısır Müftüsü” Abduh ile üst düzeyde bir bağı bulunmaktadır. Onların eserlerini çevirerek Sıratımüstakim ve Sebilürreşat’ta yayımlamıştır. Abdülhamit aleyhtarlığında, Efganî taraftarlığının bir hissi payının olduğunu düşünmek yanlış olmasa gerektir[9].

İkinci Meşrutiyet öncesi ve sonrasında yaygın olarak, “istibdat devri” olarak mahkûm edilen II. Abdülhamit dönemi için Mehmed Âkif’in kanaati, diğerlerinden farklı değildir.

Abdülhamit devrinde, fakir bir eve yapılan baskını İstibdât başlıklı şiirinde canlandırır. İkinci Meşrutiyet’in ilanını konu alan şiirinin adı devre uygundur: Hürriyet. Bu şiirlerini 1908 yılında yayımlamıştır.

Âkif, yakın çevresi ile birlikte II. Meşrutiyet coşkusuna katılmış, kendisi de sokaklarda yürümüştür. Meşrutiyetin ilanını Hürriyet şiiri ile o da kutlar. Hürriyet, “Beyaz entarisiyle kar gibi kız”dır. Cennetten inme huri kızıdır. Hürriyetle artık geçmişin sıkıntılı günleri geride kalmıştır. Sokaklarda fezalara sığmayarak coşku içinde ellerinde kendilerinden büyük bayraklarla yürüyen afacanlar, artık geleceğin fatihleri olacaktır. Küçücük yumurcaklar, sanki ezelden hürriyetçidirler. “Ya Vatan Şarkısı, yahut ona benzer bir şey,/Okunup her köşe çın çın ötüyor.. Hey gidi hey!/Bir mezarlık gibi dalgın yatıyorken daha dün/Şu sokaklarda bugün dalgalanan ruhu görün!” Meşrutiyetin ilanından hemen iki gün sonra kaleme alınan şiir, dönemin umutlarını, coşkusunu, sokağa yansıyan sevinci, aynı duyguları paylaşan Âkif’in kaleminden yansıtır.

Konusunu kendi hayatından alan şiirlerinden olan Köse İmam’da hürriyetin ilanına ilk değinmelerini ortaya kor. “Devr-i Hürriyet” denilen dönem başlarında, 1909’da yayımlanan bu şiiri anlamlıdır:

“Bu cehâlet yürümez, asra bakın: Asr-ı ulûm!/ Başlasın terbiyeniz, ailenizden, oğlum.

Sade hürriyeti i’lan ile bir şey çıkmaz!/ Fikr-i hürriyeti hazmettiriniz halka biraz!”

Burada eleştiri, Köse İmam azındandır. Âkif, eski Maarif Nâzırlarından Emrullah Efendi’den bir fıkra dinlemiştir. Bu fıkrayı genişleterek Âsım’da hikâye eder. Daha sonra başka bir kasıtla kullansa da başta bu olayla Abdülhamit devrini kastetmektedir (Eşref Edip, I/ 165-166; Tansel, 1991, 113).

Köse İmam’la Hocazâde yani Âkif, ülkenin mevcut durumu üzerine konuşmaktadırlar. Bu arada Kır Ağasının Rüyası konulu hikâyede Âkif, rüyayı yorumlayanın ağzından şunları ifade eder:

“-Sen o rüyaya hakikat deyiver, tam bizim iş,

Herifin halini gördün ya, bugün millet de/ Aynı meslekte, o fıtratta, o mahiyette.

Tanımaz bindiği mahlûku sürer körü körüne,/ Tanımaz gittiği yer hangi taraf, gördüğü ne?

Süleymaniye Kürsüsünden seslendirdiği Abdürreşit İbrahim’in ağzından Abdülhamit devrini tarif eder:

“Bir zamanlar yine İstanbul’a gelmiştim ben./ Duruma baktıkça fakat, ümmetin geleceğinden

Pek derin ümitsizliğe düşüp Rusya’ya geçtim tekrar.

Ölçüyü, kuralı tamamen bozup bitirdik artık:/ Saltanat adına, din adına bin maskaralık...

Ne felaket, ne rezaletti o devrin hali!/ Başta bir kukla bütün milletin geleceği

Abdülhamit, bir darbe ile baştan alınıp Selânik’te Yahudi asıllı birinin evine hapsedildiği dönemde bile Âkif’in düşünceleri tam değişmemiştir. Yalnız değişme emareleri vardır. “Her gelen cellâd” derken Abdülhamit sonrasının da sorunlu olduğunu vurgular:

“Yıkıldın, gittin amma ey mülevves devr-i istibdâd/ Bıraktın milletin kalbinde çıkmaz bir mülevves yâd!

Diyor ecdâdımız makberlerinden: Ey sefil ahfâd,/ Niçin binlerce ma’sûm öldürürken her gelen cellâd,/ Hurûş etmezdi, mezbûhane olsun, kimseden feryâd?

II. Meşrutiyet Sonrasında Bakışı

Âkif, doğrucu ve haktan yana tavrı ile yeni dönemi içinden gözler. Meşrutiyetin, davul- zurnalı, sokak nutuklarının bol çekildiği kutlama günleri ardından gelen yönetiminin hiç de özlenen sistem olmadığını fark etmekte gecikmez. Hürriyetin mahiyeti doğru anlaşılmamıştır. İbnülemin Mahmut Kemal İnal’ın “Harriyetin (eşekliğin) ilanı” diye özetlediği bir yanlış gelişme vardır.

Hürriyet, avazı çıktığı kadar bağırmak, naralar atmak, dört duvar arasına tıkılmak yerine okula gitmemek, mektepleri kapatmak, edep dışılığa yönelmek, vatana-millete düşmanca yayın yapmak, ayrılık tohumları ekmek, köpekler gibi fuhuş yapma serbestisi elde etmek, dine karşı yürümek, vergi vermemek gibi anlaşılmıştır. Haksızlık, hukuksuzluk alıp yürümüştür. Önceki döneme rahmet okutacak gelişmeler olmuştur.

Talebesi, dostu, Âkif’i yakından tanıyan Mahir İz, ulemadan ve hürriyetçi kesimden Hoca Hayret Efendi ve arkadaşlarının Abdülhamit aleyhtarı olduklarını kaydeder. Yalnız burada daha Meşrutiyetin ilanının üstünden bir yıl geçmeden “hep birlikte” pişman olduklarını açıklar. Bunlar arasında Âkif de vardır:

“Paris’e giden Hoca Kadri Efendi, Küçük Hamdi Efendi, Babanzâde Naîm Bey, Âkif Bey ve arkadaşları hep istibdad idaresinden müşteki idiler; fakat Meşrutiyet’in îlânından daha bir sene geçmeden hep birden nâdim oldular, tövbe ettiler. En geç kalan filozof Rıza Tevfik Bey idi ki, o da nedâmetini ‘Abdülhamîdin Rûhâniyetinden İstimdad[10] diye yazdığı manzume ile îlân etmiştir” (İz, 1990, 176).

Mahir İz’in bu ifadesini dolaylı doğrulayan Âkif’in şiirleri bulunmaktadır. Fakat aleyhte yazdığı açıklıkta, Filozof Rıza Tevfik dobralığında bir “tövbe” şiiri bilinmemektedir.

Yalnız Âkif, Fikret’in, “Han-ı Yağma”sıyla kınadığı haksızlıklara, önceden karşı çıkmıştır. Fakat konuşan kendi değil, Süleymaniye Kürsüsünden seslendirdiği Abdürreşit İbrahim’dir. 28 Ağustos 1912 tarihini taşıyan şiir, dört yılın da bir değerlendirmesi gibidir:

"Bir de İstanbul'a geldim ki; bütün çarşı, Pazar/ Naradan çalkalanıyor! Öyle ya... Hürriyet var!

Galeyan geldi mi mantık savuşurmuş. Doğru:/ Vardı aklından o gün her kimi gördümse zoru.

Kimse farkında değil, anlaşılan, yaptığının;/ Kafalar tütsülü hülya ile, gözler kızgın.

Sanki zincirdekiler hep boşanıp zincirden,/ Yıkıvermiş de tımarhâneyi çıkmış birden!

Zurnalar şehrin ahâlisini takmış peşine;/ Yedisinden tutarak tâ dayanın yetmişine!

Eli bayraklı alaylar yürüyor dört keçeli;/ En ağır başlısının bir zili eksik, belli!

Ötüyor her taşın üstünde bir dilli düdük;/ Dinliyor kaplamış etrafını yüzlerce hödük!”

Âkif’in burada “dilli düdük” dediği, her taşın üstüne çıkıp nutuk çekenlerden birisi Rıza Tevfik’tir (Sâfi, 2003, 398). O, Rıza Tevfik ve benzerlerini hicv eder. Dış görünüşlerini, toplum değerlerinden uzaklaşmanın göstergesi olarak özellikle verir. Ense, kıl keçe haline gelmiş saçlarla kapalı, yıllarca yıkanmadığından boynu musmurdar, tırnaklar parmak gibi uzun, hayâ namına tek arıza bilmez, dümdüz yüz, tatsız alın, yassı burun, basma çene, beş aylık bebek gibi duran göbeğiyle Rıza Tevfik ve Jön Türklerin sokak hatipleri, öten zurna, ortaoyunu soytarısı, kocaman karabaş, zilli köçek, omuzlarda gezen dilli düdüktür. Köse İmam, “Karabaş gel” diye ona çatacak şekilde dururken, öteden bir “çapkın”, “Halt etme sofu!/Gördüğün fesli: Senin milletinin feylesofu” deyiverir. İma açıktır. Sanki Âkif’in tarifiyle, Yahya Kemal’in anlattığı, Paris’te yaşayan yıllarca yıkanmamış, arka sokak kahvelerinde ömür çürüten Jön Türk tipleri birbirinin aynısıdır:

“Kim ne söylese hemen el vurup alkışlanacak,/ Yaşasın, kim yaşasın: Ömrü olan, şak, şak şak. Kimse farkında değil anlaşılan yaptığının,/ Kafalar tütsülü hülya ile gözler kızgın.

Ne devairde hükümet, ne ahâlide bir iş;/ Ne sanayî, ne maarif, ne alış var, ne veriş.

Çamlıbel sanki şehir: Zabıta yok, rabıta yok;/ Aksa kan sel gibi bir dindirecek vasıta yok.

“Zevk-i hürriyeti onlar daha çok anlamalı”/ Diye, mekteplilerin mektebi tekmil kapalı!

İlmi tazyik ile talim, o da bir istibdât../ Haydi öyleyse çocuklar, ebediyyen âzâd!

Nutka gelmiş öte dursun hocalar bir yandan../ Sahneden sahneye koşmakta bütün şakirdân.

Dalkavuk devri değil, eski kasaid yerine,/ Üdebanız ana-avrat sövüyor birbirine!

Türlü adlarla çıkan nâmütenahî gazete,/ Ayrılık tohumunu bol bol atıyor memlekete.

İt yetiştirmek için toprağı gayet münbit/ Bularak, fuhş ekiyor salma gezen bir sürü it!

Yürüyor dine beş on maskara, alkışlanıyor:/ Nesl-i hâzır bunu hürriyet-i vicdan sanıyor!”

Âkif’in Meşrutiyet devrinde, Abdülhamit ile ilgili düşüncelerinde değişme başlamıştır. Gelenin gideni arattığı bir garip süreç yaşanmaktadır. Ne eleştirildi ise onun daha fazlası yapılmakta, hürriyet arzusu, “istibdat” ile değil kurşunla, tabir yerinde ise sansür denilen yazma, basıp dağıtma gibi konularda engelleme değil doğrudan kurşunla, öldürerek “kesin sansür” uygulanmaktadır. Tek parti diktası, geçmişe rahmet okutmaktadır. Eleştirilebilen Abdülhamit yönetimi yerine, eleştiriye göz açtırmayan, parti emrinde attığını vuran tetikçilerin estirdiği tedhiş ile birlikte birer-ikişer değil büyük boyutlu sürgünlerin yaşandığı bir döneme gelinmiştir.

Asım’da, Köse İmam ile Hocazâde (Âkif) konuşur. Gönderme gayet açıktır. “O Yıldız’daki baykuş ölüvermezse eğer/Âkıbet çok kötü..” diye başlayan konuşma, semerci hikâyesi ile gelişir. Şair burada, babası ile Köse İmam’ı karşı karşıya getirmiştir. Babası, “baykuş” iması üzerine, semerciyi beğenmeyen eşeklerin hikâyesini anlatır. Yükten de semerciden de bıkmış olan eşekler, semerciden kurtulmak isterler. Sonunda usta semerci ölür. Ama yerine gelen pek acemidir. Eşekler, yeni dönemde yükten kurtulamadıkları gibi, aceminin yaptığı semerler yüzünden sırtları yara olmuştur. Bir deri bir kemik kalırlar. Baytarlık hale gelirler. Bu hale gelince de eski semerciyi arar, değerini bilemediklerine hayıflanırlar. Ama artık iş işten geçmiştir. Buraya bazı beyitleri almakta yarar vardır:

“Eşeklerin canı yükten yanar, aman, derler./ Nedir bu çektiğimiz dert, o çifte çifte semer!”.. “Semerci usta geberseydi...Değmeyin keyfe!/Evet, gebermelidir inkisar edin herife” derken zavallı usta bir gün göçer. Yeri uzun süre boş kalmaz. Bir acemi yerini alır. “Sırayla baytarı boylar zavallı merkepler./ Bütün o beller, omuzlar çürür çürür oyulur”. Sırtları yemyeşil et olmuşken eşekler, pişmanlıklarını dile getirirler:

“Giden semerciyi, derler, bulur muyuz şimdi?/ Ya böyle kalfa değil, basbayağı muallimdi./ Nasıl da kadrini vaktiyle bilemedik, tuhaf iş:/ Semer değilmiş o rahmetlininki devletmiş!”

Tabi buradan çıkardığı ders, semerci yani yönetici kadro ile ilgili değildir. Asıl semer vurulanların “adam” olması gerekmektedir. Adam olma, hürriyeti hak etme önemlidir. Hürriyeti hak etmiyorsanız birileri nasıl olsa semer vuracaktır. O zaman semercilere küfretmenin bir anlamı yoktur. İfadeden, geçmişteki Abdülhamit düşmanlığının da boş olduğu anlamı çıkmaktadır:

“Adam mısın: Ebediyyen cihanda hürsün, gez;/ Yular takıp seni bir kimsecik sürükleyemez. Adam değil misin, oğlum: Gönüllüsün semere;/ Küfür savurma boyun kestiğin semercilere.”

Abdülhamit’e özlem, bu semerci hikâyesi ile bitmez. Ayrıca, gemici örneği verilir. Gemiyi ele geçirerek, “enginleri bir bir geçerek gaye”ye ulaşacak acemi kaptan, Marmara’dan Akdeniz’e bile çıkaramaz. Yolcular okuyup üflerken gemiyi kayaya bindiriverir. Yolculara da, “Su tükenmiş, haberim yok, buyurun işte kara” deyiverir. İttihatçılar “bu maharet ve cürettedirler” ama “gemi yüzdürmek için meydanda deniz kalmamıştır”.

Kıyas, semerci hikâyesinden daha açıktır. Devlet kısa sürede karaya oturtulmuş yani mahvedilmiştir. Köse İmam’ın gemi hikâyesine, bir hikâye de Hocazâde yani Âkif ekler. “Devr-i sâbıkta” yani Abdülhamit devrinde Akdeniz hattına konan bir “köhne gemi” vardır. Bu geminin, yaşlı Osmanlı Devleti olduğunu belirtmeye gerek yoktur. “Eski kaptan”dan kastedilenin Abdülhamit, “yeni kaptan”ın da İttihat ve Terakki ileri gelenleri olduğu bellidir. Ama yeni kaptan, Akdeniz’e gitmesi gereken gemiyi, “Bahr-i Siyah”a yani Karadeniz’e götürmüştür. Bu nasıl kaptanlık diye eleştiriler başlayınca da pusula ister ibresi yoktur. İbre ister yoktur. Çevredekiler “Ne getirelim?” deyince acımasız gerçekle herkesi yüz yüze getiriverir: “Şehadet getirin”. Yolun sonuna gelinmiştir. Birinci Dünya Harbi ardından Eylül 1919’da yazılan şiir, Abdülhamit devri ile onu devirenlerin yönetimini, semerci, kaptan hikâyeleri ile kıyaslamış ikisinde de yenilerin ehliyetsizliğini, sonuçta devleti de milleti de mahvettiklerini şiir diliyle anlatmıştır:

“Devr-i sâbık”ta, kazâ teknesi, bir köhne vapur,/ Akdeniz hattına tahsis edilir bol keseden.

Eski kaptan “Gidemem, der, getirin varsa giden.”/ Yeni kaptan gelerek, doğru çıkar mevki’ine.

Adamın tâli’i oldukça güzelmiş ki yine,/ Yel üfürsün, su götürsün diye bekletmez pek, Gece kalkar bu adem postası İzmir diyerek./ Göksu’daymış gibi fış fış yüzedursun miskin...

Denizin neşesi a'lâ, hava enfes.Lâkin,/Bir taraftan verivermez mi nihâyetpatlak, Tekne körkandil olur, yolcular allak bullak./ Şimdi bîçâre süvârîye ne dur var, ne otur; Dinlenir farz ederek birçok emirler savurur:/ “Getirin hartayı!” der; baksana mâşâ’allâh: Şile, Bartın, Kızılırmak.Güzelim, Bahr-i Siyâh!/- Akdeniz yok mu? - Hayır yok. - Bu nasıl kaptanlık?/- Haklısın Beybaba, göndermediler, çok yazdık.

Eğilir sonra bakar: İbresi yok bir pusula./ Yürümez ezbere, yâhû, gemi, eyvahlar ola!

Bora estikçe eser, dalgalar azdıkça azar./ “Getirin ibreyi!” der, bulmanın imkânı mı var?

“İbre yok, Beybaba, bilmem ne getirsek?” derler./ O da: “Öyleyse şehâdet getirin!” der bu sefer.”

Âkif’in kendisine, başyazarı olduğu yayın organına da çok çektiren, bir ara mensubu olduğu partiyi bu kadar açık sözlü eleştirmesi, doğru sözlülüğünün bir göstergesi durumundadır. Batmadık bir yerimiz kalmamıştır. Millet perişandır:

“Devr-i sâbık” mı dedin şimdi?.. Elindeyse, çevir,/ Ensesinden tutup eyyâmı da gelsin o devir. Milletin beş parasız onda, emîn ol, yedisi!/ Gündüzün aç dolaşır, akşama kırk ev kedisi! Yatırın âlemi çavdar karışık mezbeleye:/ Ne bu? Ekmek! Diye dünyâyı verin velveleye. Hastalık, kehle, sefâlet saradursun, kol kol,/ Sâde siz seyre bakın!/- Harb-i Umûmî bu, ayol! - Devr-i sâbıkta gebermezdi adam böyle zelîl,/ Diri bir yanda uzanmış, ölü bir yanda sefîl. - Niye hürriyyet için sürgüne gittindi? - Evet./ Gittim amma bu değil beklediğim hürriyyet.”

Beklenen hürriyet bu değildir. Ama yapılması gerekenler yapılmamıştır. Hâlbuki yapılacaklar bellidir:

“Oturup dil dökecek yerde gidip döksene ter!/ Bin çalış gâyen için, bir kazan ömründe yeter.”

Çalışma yerine, sefih bir hayat yaşanmaktadır. Açık, geçmişe sırayla söverek kapatılmak istenmektedir. Artık milletin de savaş bahanesine sığınan beceriksizlerin getirdiği sıkıntılara tahammül gücü kalmamıştır:

"İçelim... Durmayalım... Âfiyet olsun... Şerefe!"/ Sonra nevbetle, uzun boylu, söverler selefe...

O, demin “Harb-i Umûmî” dediğin maskaralık,/ Karagöz’den de beter, kıymeti yok beş paralık, Perde sıyrıldı, işin kalmadı hiçbir hüneri,/ Her bakan sezdi karanlıkta sinen çehreleri. Yutulur herze mi pîr aşkına mahrûmiyyet?/ Çekti yıllarca, fakat çekmiyor artık millet."

Âkif, Meşrutiyet döneminin Abdülhamit devrinden hiç de iyi olmadığını görmüştür. Milletin evladı ağlarken hürriyeti aldık diye şarkı söylemenin anlamsızlığını Safahat’ın altıncı kitabı Asım’da dile getirir. Burada dile getirilen aslında kim tarafından yapılırsa yapılsın, haksızlığa, değerler aşındırılmasına bir kutsal isyandır:

"Ağlasın milletin evlâdı da bangır bangır,/ Durma hürriyeti aldık diye diye sen türkü çağır!

Zulmü alkışlayamam, zâlimi aslâ sevemem;/ Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.

Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim,/ Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim.

Adam aldırma da geç git, diyemem, aldırırım:/ Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım."

Âkif’in, Abdülhamit devri ile ilgili bilinen son şiirini Mısır’da yazdığı iddia edilir. 4 Şubat 1926’da Hilvan’da iken, Sebilürreşad’da basılan on beyitlik bu şiir, Hüsam Efendi Hoca’dır ve konusunu Abdülhamit devrinden almaktadır (Tansel, 1991, 129). Bu doğru değildir. Şiirde anlatılan, bilge bir insan olan Hüsam Efendi’nin, sultan davet ettiği halde saraya gitmemesidir. Fakat ısrarla görüşmek isteyen Abdülhamit değil, şiirde açıkça ifade edildiği üzere Abdülhamit’in babası Abdülmecit’tir (1823-1961; Safahat, 2011, s. 1292). Âkif, Mısır’da veya hastalandıktan sonra planladığı eserleri kaleme alabilse idi, belki bu konuda da daha belirgin ifadeler kullanacaktı. Ama bu mümkün olmamıştır.

Sonuç

Âkif, karakter olarak dürüst, doğruluktan yana, sık tavır değiştirmeyen, hayatında zikzaklara yer vermeyen bir şahsiyettir. Onun, Birinci Dünya Harbi yıllarına kadar Abdülhamit tavrında da o karaktere uygun ama aşınan bir istikrar görülür.

Âkif’in, bütün tahsil hayatı Abdülhamit devrinde geçmiştir. Abdülhamit, Âkif üç yaşlarında iken devlet başkanı olmuştur. O, ilkokul (ibtidai), ortaokul (rüşdiye) idadi gibi okullarda eğitim gördü. Abdülhamit döneminde açılan Baytar Mektebini bitirdi. Memuriyetinin önemli bir kısmını Abdülhamit devrinde yaşadı. İkinci Meşrutiyetin ilanına kadar, artarak devam eden bir Abdülhamit düşmanlığına sahipti. Meşrutiyetin ilanı ardından Abdülhamit’in darbeyle baştan indirilip, Selanik’te bir Yahudi’nin evine hapsedilerek siyasi hayattan silinmesi, Abdülhamit karşıtlığı noktasında katılaşan hislerini gevşetti.

Meşrutiyet başlarında, merasimle üyesi olduğu İttihat ve Terakki’nin, Abdülhamit devrinde eleştirilen yanlışları daha fazlasıyla uygular hale gelmesi, geriye dönük olarak yeniden düşünmesini sağladı. Âkif, acemi semerci ve acemi kaptan hikâyeleri ile Abdülhamit yönetiminin, yeni yöneticilere göre daha iyi idare ettiğini ifade etti. Ama Namık Kemal’in, Vatanı Sattık Bir Pula dediği gibi, Filozof Rıza Tevfik’in Abdülhamîdin Rûhâniyetinden İstimdad şiiri türü, geçmişe dönük özür dileyen bir eser de vermedi. Dostu Mithat Cemal, Âkif ve yakın dostlarının, Abdülhamit düşmanlığından dolayı “nâdim olup, tövbe” ettiklerini açıkladı. Fakat gerek Mısır’a gitmeden önce veya Mısır yıllarında o tür bir eserinin varlığı bilinmemektedir.

Burada asıl sorgulanması gereken konu; devlet, vatan, bayrak, din gibi değerlere bağlılıkta, arada derece farkı olsa bile benzer, ortak hassasiyetlere sahip insanların niçin dayanışmadıklarıdır. Âkif ile Abdülhamit, Hristiyan Medeniyetinin saldırıları, sömürgeci Haçlı yayılmacılığı karşısında İttihad-ı İslam düşüncesinde idiler. Varlığı korumak, gücü zayıflatmamak için dayanışmak en azından birbiri ile mücadele etmemek gerektiğinin bilincinde idiler. Ama bu, Abdülhamit devrinde gerçekleşmedi. Fakat Âkif, Balkan Harbi yıllarında bozgunu durdurabilmek için büyük çabalar harcadı. Kendisine “Millî Şair” unvanı, o dönem verildi. Birinci Dünya Harbi yıllarında, Teşkilat-ı Mahsusa ve Enver Paşa’nın isteği üzerine Berlin’e gitti. Büyük bir özveri ile aylarca çalıştı. Yine Enver Paşa ve Teşkilat-ı Mahsusa’nın isteği ile Necid’e gitti. Aylarca çölde, vatanı için kavruldu. Fakat onca gayrete, yüz binlerce şehide rağmen Osmanlı Devleti, parçalanmaktan kurtarılamadı. Cihan devleti yok edildiği gibi, elde kalan son toprak parçası olarak Anadolu da paylaşılarak işgal edildi. Bu defa Âkif, bütün hayatı boyunca ulaştığı en yüksek refahı, üst düzey işini terk ederek, Mustafa Kemal’in daveti üzerine Anadolu’ya geçti. Millî Mücadele’nin manevi cephesini güçlendirmeye gayret etti.

Siyasetçi ve asker olarak, Enver Paşa, Mustafa Kemal ile vatan için dayanışma içine giren; şair, yazar olarak başkalarının göze alamadığı fedakârlıkları gözünü kırpmadan gösteren Âkif, benzeri bir irtibatı Abdülhamit döneminde niçin gösteremedi? Aslında bu soru sadece Âkif için değil, dönem aydınları için sorulmalıdır. Balkan Harbi’nden sonraki çabalar, devletin yıkılış çatırtılarını duyduğu için son bir gayretle gösterilmiştir.

Fakat aynı durum, Abdülhamit devrinde de vardır. Zaten Abdülhamit’i, bir yandan Jön Türkler, diğer taraftan işbirliği içinde oldukları Ermeni, Bulgar, Sırp çeteleri, Siyonist örgütler, İngiltere, Almanya gibi dış güçler hep birden çökertmek istemişlerdi. Yalnız saldırganlar, aydınlarımızın uyanmamasını sağlamak üzere hedefi, sadece Abdülhamit olarak göstermişlerdi. Kötülüğün, geriliğin, yanlışların bütün sebebi Abdülhamit idi. O indirilirse devlet kurtulacak, hürriyet gelecek, meşrutiyet yönetimi ülkeyi düzlüğe çıkaracaktı.

Bu yanlışlığı Âkif, hürriyet naralarının atıldığı, “dilli düdük” dediği sokak nutukçularının çokça konuştukları dönemde fark etti. Yıkılmak istenen Abdülhamit değil, Osmanlı Devleti idi. Bunu Âkif’in hocası Kadri Efendi, Paris Jön Türk Kongresinde idrak etmişti. Ama zehirli atmosferin de etkisi ile kuşatıldılar. Farklı meslek, iş ve zeminlerde olsalar da tek cephede güç birliği edemediler. İçte mücadele ile güç kaybetmenin bedeli, çok ağır oldu.

Millî Mücadele’nin kazanılması için gösterilen çabalar, sonuç almada daha başarılı idi. Çünkü Haçlı saldırılarına karşı, Batıcısı, Osmanlıcısı, milliyetçi-Türkçüsü, İslamcısı; vatan söz konusu olunca omuz omuza verebildi. Birlik ve dayanışma, gücü büyüttü, sonuç almayı sağladı. İçinde Âkif’in de olduğu, İstiklâl Marşı’nı kabul eden Türkiye Büyük Millet Meclisi; farklılıkları, hizip kavgalarını, iç çatışmayı öne çıkarmadan vatan müdafaasında birleşebildi. Bu durum, geçmişteki yanlışın anlaşıldığını gösteren bir güzel örnektir. Aslında zafer sonrasına bakmadan, zaferi sağlayan muhtevaya odaklanmak gerekmektedir.

Kaynaklar

Aksel, Malik, 2011, İstanbul’un Ortası, Kapı Yayınları, İstanbul.

Arabacı, Caner, 2008, “Mehmet Âkif’in Mısır Hayatı Üzerine”, Vefatının 71. Yılında Mehmet Âkif Ersoy Bilgi Şöleni Mehmet Âkif Dönemi ve Çevresi, TYB Vakfı Mehmet Âkif Araştırmaları Merkezi yayını, Ankara, s. 38-51.

Birinci, Ali, 2008, “Mehmet Âkif’in Tahsil Hayatından Bir İsim: Hoca Mehmet Kadri Nâsıh Efendi”, Vefatının 71. Yılında Mehmet Âkif Ersoy Bilgi Şöleni Mehmet Âkif Dönemi ve Çevresi, TYB Vakfı Mehmet Âkif Araştırmaları Merkezi yayını, Ankara, s. 18-25.

Cerrahoğlu, A. (Kerim Sadi), 1964, Bir İslâm Reformatörü Mehmet Âkif, İstanbul Matbaası.

Çitçi, Selahattin, 2015, Namık Kemal’in Eserlerinde Rusya ve Ruslar”, Türkiyat Mecmuası, İstanbul Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü yayını, c. 25/Bahar 2015, s. 29-56, İstanbul.

Düzdağ, M. Ertuğrul, 2002, Mehmed Âkif Ersoy, T.C. Kültür Bakanlığı, Ankara.

Ersoy, Mehmet Akif, 2011, Safahat, Yayına Hazırlayan: Necmettin Türinay, TOBB yayını, Ankara.

Eşref Edip (Fergan), 1962-1381, Mehmed Âkif Hayatı-Eserleri ve Yetmiş Muharririn Yazıları, Sebîlürreşad Neşriyatı, c. I, İstanbul.

İZ Mahir, 1990, Yılların İzi, Kitabevi yayını, İstanbul.

Karaer, Nihat, 2011, “Mehmet Akif ve Sultan II. Abdülhamit”, Selçuk Üniversitesi/Seljuk University Edebiyat Fakültesi Dergisi/Journal of Faculty of Letters, S. 26, s. 137-144.

Kuntay Midhat Cemal, 1990, Mehmet Akif Ersoy, Türkiye İş Bankası yayını, Ankara.

Okay Orhan, 1998, Mehmed Âkif Bir Karakter Heykelinin Anatomisi, Akçağ Yayınları, Ankara.

Sâfi, İhsan, 2003, “Mehmet Âkif’in Hürriyet’e (İkinci Meşrutiyet’e) Bakışı”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, c. XXX, 387-402.

Sılay, Mehmet, 2009, Seyyâh-ı Beyâban Mehmet Akif (Mehmet Akif’in Seyahatları), Erguvan Yayınevi, İstanbul.

Tekin, Mustafa, 2011, Dönemin İslamcılarının II. Abdülhamid’e Bakışı, Birey ve Toplum, Bahar 2011, c. I, S. 1, s. 41-60.

Topuz, Hıfzı, 2013, Vatanı Sattık Bir Pula-Namık Kemal’in Romanı, Remzi Kitabevi, İstanbul.

 

[1] İstanbul’da 1863 yılında kurulmuş parasız, yatılı, karma bir öğretim kurumudur. Darüşşafaka Cemiyeti tarafından oluşturulur. “Şefkat yuvası” anlamındaki Darüşşafaka, babası veya annesi hayatta olmayan, fakir, sınavla seçilen öğrencilerin yetiştirildiği dokuz yıllık, başarılı bir kurumudur. Kaliteli eğitim verdiği için, 1873-1884 yılları arasında mezunları, yüksekokul bitirmiş sayılır. Temelinde, Müslümanların kurduğu ilk eğitim-öğretim derneği “Cemiyet-i Tedrisiye-i İslamiye” vardır. Cemiyetin hedefi, “Osmanlı toplumunda İslam unsurunun, modern hayatın gerektirdiği bilgilerle donatılarak gelişmesi”dir. Darüşşafaka, birçok ünlü eğitimcinin görev yaptığı, yine ünlü mezunun çok çıktığı varlıklı bir müessesedir. İlk mezunlarını, Abdülhamit devrinde 1881 yılında veren Darüşşafaka, devletin ihtiyaç duyduğu alanlarda çokça telgraf ve posta memuru, öğretmen, gümrük görevlisi yetiştirmiştir. Bkz. www.darussafaka.org/ hakkimizda/cemiyet/tarihce.

[2] Mizancı Murat (1854-1957), Dağıstan doğumludur. 1873 yılında İstanbul’a gelen Murat Bey, öğretmenlik yapar, Mizan

gazetesini çıkardığı için “Mizancı” diye tanınır. Jön Türklerin ileri gelenlerindendir. Bir süre Avrupa’da yaşar. Abdülhamit yönetimi ile irtibat kurarak İstanbul’a geri döndüğü için İttihat ve Terakki hareketinden kopar. Turfanda mı Yoksa Turfa mı (1891) adlı bir romanı, tarih alanında çok sayıda eseri vardır. Bkz. Birol Emil, Mizancı Murat Bey, Kitabevi Yayınları, İstanbul 2009.

[4] Malik Aksel, 2011, İstanbul’un Ortası, Kapı Yayınları, İstanbul, s. 136 .

[5] Benzer bir tasnifi daha önce İhsan Sâfi yaparak Âkif’teki değişim emarelerine dikkat çekmiştir. Bkz. İhsan Sâfi, 2003, “Mehmet Âkif’in Hürriyet’e (İkinci Meşrutiyet’e) Bakışı”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, c. XXX, 387-402. Bu ve benzeri makaleler hakkında bilgi veren Mustafa Özçelik’e teşekkür ederim.

[6] Âkif’in, “cemiyet evi, sözü kanun maddesi, bakanlar özel kalemi, polis müdürü uşağı” olan arkadaşı kimdir? Burada ismi verilmeden etki alanı, İttihat ve Terakki içindeki gücü tarif edilen şahıs, Âkif’in görev yaptığı Edirne günlerinden yakın olduğu Talât Paşa olmalıdır. Direklerarası’nda bu arkadaşını döven, Abdülhamit’e yakın paşa ve onun oğulları ise, sonra Jön Türklere karışan Damat Mahmut Paşa ile onun oğulları olabilir.

[7] Namık Kemal’in, Rus ordusunun Ayestefanos’a (Yeşilköy/Atatürk Hava Limanı) kadar gelmesinden sorumlu tuttuğu II. Abdülhamid için yazdığı hicviye, ağır ifade ve suçlamalarla doludur. I. Abdülhamid’in Kırım’ı Ruslara ihsan ettiğini (1783), II. Abdülhamid’in bütün mülkü bitirip, Rusların İstanbul’a kadar gelmesine sebep olduğunu, taht sevdasıyla hareket ettiğini vurgular. Ayrıca Sultan II. Abdülhamid, “Moskofların babası”; “Şapur Çelebi” lakaplı Sadrazam Küçük Said Paşa

“Maymun”, Damad Mahmud Celaleddin Paşa da “ayı” olarak nitelendirilir:

“Bünyân-ı mülke verdi hakkiyle indirâsı/Abdülhamîd Hân’ın kanûn-ı bî-esâsı

Kahroldu dîn ü devlet devr-i şe’âmetinde/ Mülkü bitirdi gitti zulmüyle kahrolası

Abdülhamîd-i evvel etti Kırım’ı ihsân/ Berguse (Burgaz) dek erişti amma bunun atası

Rus payitahtı aldı, hâlâ o tahta âşık,/ Mahvetti gitti mülkü bir saltanat havası.

Şapur sağında maymun, Mahmud solunda ayı,/ Sürmekte şah-ı devrân çingâneler safâsı.

Kârîzde oluktur gûyâ sümüklü burnu/ Bostanda korkuluktur gûyâ kuru kafası

Bak şu muhacirîne bak şu guzât-ı dîne/ ...

Fıtrat yaratmamıştır bir böyle dîv-i azlem/ İnsan idi babası şeytan mıdır anası?

Katillerin emiri, casusların zahiri,/ Bulgarların nâsiri, Moskofların babası

Zapt etti gitti halkı ceyb-i hümâyûnundan/ Birkaç çuval kömürle birkaç kuruş a’tâsı.

Ya bu Yezid’e kalmak lâyık mı taht-ı Osman/ Osman’a ya Yezid’in var mıydı intimâsı?

Hiç çıkmasın kolundan tâûn-ı Fürs ü Keşmir/ Hiç gitmesin yanından Hind ü Acem vebâsı” (Çitçi, 2015, s. 47-48). Namık Kemal, bu hicviyesinden kısa süre sonra tam tersi, kendisinin de içinde bulunduğu darbeci Yeni Osmanlı ekibini yerden yere vuran “Vatanı Sattık Bir Pula” şiirini yazmıştır. Bu şiirin yazılışı, 93 Harbi yıllarıdır (1877-1878): “Edepsizlikte tekleriz/ Kimi görsek etekleriz/Hak’tan da yardım bekleriz/Ne utanmaz köpekleriz.

Biz bakmadan sağa sola/Düşman girdi İstanbul’a/Vatanı sattık bir pula/Ne utanmaz köpekleriz” (Topuz, 2013). Âkif’in, dört- beş yaşlarında olduğu sıralar kaleme alınan bu meşhur şiiri değil de daha az bilinen Abdülhamit hicvini tercih etmesi dikkat çekicidir.

[8] Karabekir, İttihat ve Terakki’nin Manastır, başkent İstanbul şubelerini örgütleyen subay olarak Abdülhamit nefretini her fırsatta yazmıştır. Öyle ki, çocukları eğitmek için Abdülhamit’in ölümünden yıllar sonra kaleme aldığı Öğütlerim kitabında bile Abdülhamit aleyhtarı cümlelere yer verir.

[9] Cemalettin Efganî, 1870’te İstanbul’dadır. Ayasofya, Sultan Ahmet Camilerinde, bazı yerlerde konferans ve konuşmaları ile şöhret kazanır. Kahire’ye döner. Orada kendisine, “hiçbir vazife verilmeksizin”, “12,000 kuruş Mısır parası” bağlanır. Serbest dersler verir. “Gençlere, milliyet ve hürriyet hislerini” aşılar. Amerika, Londra, Paris’e seyahatler eder. 1892’de Abdülhamid’in daveti ile Türkiye’ye gelir. Kendisine 75 lira tahsisat bağlanır, Nişantaşı’nda bir konak verilir. Buradaki bazı temasları, dedi-kodu sebebi olur. Bunlardan birisi, Mısır’dan İstanbul’a gelen genç Hidiv Abbas Paşa ile görüşmesidir. Bu görüşmelerde genç Hidiv’e Efganî’nin, “hakiki Halife”nin Hidivin olması gerektiğini telkin ettiği, Abdülhamit’e haber verilir. Bu ihbar, Efganî’nin huzurunu kaçırmıştır. Yine aynı 1896 yılında Efganî’nin sıkıca ilgilendiği, İstanbul’a sığınmış olan İranlı Mirza Rıza, onun fikirlerinin cazibesine kapılmıştır. Gizlice İran’a giderek, tahta geçişinin ellinci yılı kutlanan Nasirüddin Şah’ı, Abdü’l-‘Azim’in türbesini ziyareti sırasında vurur. Yalnız ilk kurşunu gönderirken, “Berâ-yi hâtır-ı çeşmet Cemâl” demiştir. Bunun için Mirza Rızâ ile Efganî’nin suikastta ilgisi olduğunu düşünen İran, Abdülhamit’ten Efganî’yi vermesini ister. Fakat, “Abdülhamid, bu isteği, cedlerinin merdçesine an’anelerine bağlı kalarak, yerine” getirmez. Efganî, bir yıl sonra 1897’de İstanbul’da vefat eder. Âkif, Baytar Müfettişliği görevi ile Anadolu’nun çeşitli yerlerinde dolaştıktan sonra 1895’te İstanbul’a dönmüştür. İslam ülkelerinde, İslam Birliği, hürriyet, milliyet fikirlerini yayan Cemalettin’in, İstanbul’da verdiği “husûsî derslerle, etrafına geniş dinleyici toplayan konferanslarına” ilgisiz kalması imkânsızdır. “Manevî inkişâfında, fikirlerinin sistemleşmesinde Cemaleddin’in te’siri görülen Muhammed Abduh ile alâkası ise, 1908’den sonra” başlamıştır. 1909’da Muhammed Abduh’un iki eserini dilimize çevirir. Ayrıca otuz iki makalesini tercüme ederek yayımlar. Makalelerin çevirisinde zaman zaman “Sâ’dî” mahlasını kullanır. Âkif, Abduh’un İslam Medeniyeti, İslam Birliği konulu eserlerinden etkilenmiştir. Abduh için, “Mısır’ın en muhteşem üstâdı Muhammed Abdûh” ifadesini kullanmıştır (Tansel, 1991, 49-55). Burada Abdülhamit ile bakış farkı büyüktür. Abdülhamit, Efgani’nin Osmanlı Devleti’nin İran nezdindeki dış politikasında istenmeyen sonuçlar verebilecek özel bazı projelere sahip olduğunu fark etmiştir. Ayrıca Efgani, Avrupa’da iken, İslam dininin felsefe ve müspet bilim taraftarının olmadığını savunan birisidir (Tekin, 2011, 49). Uluslararası gizli örgütlerle bağı, en çok tartışılan yönlerinden biridir. Âkif’inse her iki şahıs ile fikri şöyledir: “Cemaleddîn-i Efganî’nin matbu, gayrı matbu birçok risaleleri, makaleleri, hutbeleri varsa da en büyük, en mümtaz eseri merhum Şeyh Muhammed Abduh’dur, derdi. Şeyh Abduhî’nin yazıları tam onun fikrine, onun zevkine, ruhuna göreydi. Onun düşündüklerini Şeyh Abduhî’nin hemen bütün o kıymetli, azametli makalelerini tercüme etmişti. Bu kabil yazıların İslâm âleminde büyük dinî inkişaflar husule getireceğine itimadı vardı.” (Cerrahoğlu, 1964, 12). Âkif, Efgani ve Abduh’u, özlediği Asım nesli için de model almıştır: “Mısr’ın, en muhteşem üstâdı Muhammed Abdu,/Konuşurken neye dâirse Cemâleddin’le;/Der ki tilmîzine Afganlı: “Muhammed dinle!/İnkılâb istiyorum, başka değil, hem çabucak. Öne bizler düşüp İslâm'ı da kaldırmazsak,/ Nazariyyât ile bir şeyler olur zannetme.../O berâhîni (bürhanlar/deliller) de artık yetişir, dinletme!/ Çünkü muhtâc-ı tezâhür değil, isti'dâdın.. ."/-“Şüphe yok, hakk-ı semûhîleri var Üstâd'ın.../Gidelim bir yere, hattâ şu bizim Sûdân’a;/ Yeni bir medrese te’sîs edelim urbâna./ Daha üç beş de fazîletli mücâhid bulalım,/ Nesli tehzîb ile, i’lâ ile meşgûl olalım./ Çıkarıp gönderelim, hâsılı, Şeyhim, yer yer,/ Oradan âlem-i İslâm’a Cemâleddin’ler.".. “Kıssadan hissse çıkarsak mı, ne dersin Âsım!/ Anlıyorsun ya, zarar yok, daha iy’anlaşalım:/ İnkılâb istiyorum, ben de, fakat, Abdu gibi./ Yoksa, ellerde kör âlet efeler tertîbi,/ Bâbıâli’leri basmak, adam asmakla değil./ Çek bu işten bütün ihvânını, kendin de çekil./ Gezmeyin ortada, oğlum, sokulun bir sapaya,/ Varsa imkânı, yarın avdet edin Avrupa’ya.” Avrupa’da tercihen gönderdiği yer, Berlin’dir: “Sâde Garb’ın, yalınız ilmine dönsün yüzünüz./ O çocuklarla berâber, gece gündüz, didinin;/ Giden üç yüz senelik ilmi sık elden edinin!/ Fen diyârında sızan nâ-mütenâhî pınarı,/ Hem için, hem getirin yurda o nâfi’ suları./ Aynı menba’ları ihyâ için artık burada,/ Kafanız işlesin, oğlum, kanal olsun arada./- İnkılâbın yolu mâdem ki bu yoldur yalınız,/“Nerdesin hey gidi Berlin!" diyerek yollanınız./ Altı ay, bir sene gayret size eğlence demek./ Siz ki yıllarca neler çekmediniz, hem gülerek!/ Hani, bir ömre bedeldir şu geçen her gününüz;/ Bir gün evvel gidiniz, bir saat evvel dönünüz!

[10] Rıza Tevfik Bölükbaşı’nın, yayıncısı Necip Fazıl’a hapis kapılarını açan uzun şiirinin bazı kıtaları şöyledir: "Nerdesin şevketlim, Sultan Hamid Han?/Feryâdım varır mı bârigâhına?/Ölüm uykusundan bir lâhza uyan,/Şu nankör milletin bak günâhına. .

"Târihler ismini andığı zaman,/Sana hak verecek, ey koca sultan;/Bizdik utanmadan iftira atan,/Asrın en siyâsî padişâhına.

"Pâdişah hem zâlim, hem deli' dedik,/İhtilâle kıyam etmeli dedik;/Şeytan ne dediyse, biz ‘belî' dedik;/Çalıştık fitnenin intibahına.

Dîvâne sen değil, meğer bizmişiz,/Bir çürük ipliğe hülyâ dizmişiz./Sade deli değil, edepsizmişiz./Tükürdük atalar kıblegâhına.

Sonra cinsi bozuk, ahlâkı fena,/Bir sürü türedi, girdi meydana./Nerden çıktı bunca veled-i zinâ?/Yuh olsun bunların ham ervâhına!

Bunlar halkı didik didik ettiler,/Katliâma kadar sürüp gittiler./Saçak öpmeyenler, secde ettiler./Bir asi zabitin pis külâhına.

Çok kişiye şimdi vatan mezardır,/Herkesin belâdan nasîbi vardır,/Selâmetle eren pek bahtiyardır,/Bu şeb-i yeldânın şen sabahına.

Milliyet dâvâsı fıska büründü,/Ridâ-yı diyânet yerde süründü,/Türk'ün ruhu zorla âsi göründü,/Hem peygamberine, hem Allâh'ına.

Sen hafiyelerle dem sürdün ancak,/Bunlar her tarafa kurdu salıncak;/Eli, yüzü kanlı bir sürü alçak,/Kemend attı dehrin mihr-u mahına. .

Lâkin sen sultânım gavs-ı ekbersin/Âhiretten bile himmet eylersin,/Çok çekti şu millet murada ersin/Şefâat kıl şâhım mededhâhına.”

 

80 Yıl Sonra Mehmed Âkif Ersoy, 2017
Bu haber toplam 5110 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim