Örneğin İstiklal Marşı şairidir Âkif; Osmanlı’nın temsil ettiği ittihad-ı İslâm davasının yılmaz bir savunucusudur; Müslüman dünyanın acılarını ve sefaletlerini, iç titreten bir hassasiyetle terennüm etmiş, geleceğe yönelik umut ve tasavvurlarını, görmek istediği gençliği ve toplumu, büyük bir kudretle tasvir etmiştir. Kuşkusuz tüm bunlar fazlasıyla doğrudur. Mamafih merhum Âkif’in, pek işlenmemiş bazı yönleri yanında, şairin sanatına ve ortaya koyduğu fikriyata ilişkin oldukça ilginç bakış açıları da mevcuttur. Bu orijinal ve farklı analizlerden biri, Sorbonne’da doktorasını vermiş olan bir felsefe doçenti, Nurettin Topçu tarafından ortaya konulmuştur. Bu böyledir; zira Topçu, yalnızca bir filozof olarak değil, tüm ömrü boyunca sistemli bir biçimde savunduğu ve açımladığı felsefî sistem açısından okumaktadır Âkif’i. Netice itibariyle, doğal olarak, alışılmışın dışında ve farklı bir Âkif çıkmaktadır karşımıza.
İtiraf etmeliyiz ki ‘Safahat’ın Felsefesi’ tabiri, pek alışkın olmadığımız bir ifadedir ve Nurettin Topçu da bunun farkındadır. Bu nedenle bizzat kendisi “Niçin felsefe diyoruz? Buna hakkımız var mı? Âkif filozof mu?” diye sormaktadır. Mamafih Paul Valery’nin, felsefeye ilişkin tanımından[1] hareket eden Topçu, Âkif’in kendisine has sanat, ahlak ve din felsefesi olduğunu ileri sürmektedir. Merhum Nurettin Topçu’nun, bu iddiasının doğruluğunu göstermek için ortaya koyduğu maharetli analizleri sunmaya çalışacağız. Fakat bundan önce, dün olduğu gibi günümüzde de, kuşkusuz Âkif’in aziz hatırası önünde cılızlaşan bir takım eleştirilere yönelik, Topçu’nun verdiği cevaba değinmekte yarar var. Âkif demek, Safahat demektir ve bu muazzam âbideyi, sırf ve saf edebiyat gözlüğüyle okuyan bazıları, Âkif’i çoğu zaman yavan, nasihat meraklısı bir manzumeci olarak görmüşlerdir. Topçu’ya göre, böyle düşünenler, şairin mısralarının ardındaki ruha nüfuz edememişlerdir. Çünkü onlara göre şiir, sarhoş edici ve ne olduğu bilinemez büyülü bir iksirdir. Okudukları mıs- ralarda, nargile ya da şaraptan aldıkları hazzı arayanlar, Safahat’ın sayfalarından eli boş döneceklerdir. Zira Âkif’in şiirine can veren his ve düşünce kavranmadan, onun sanatının sağlıklı biçimde değerlendirilmesi de mümkün olamaz.[2]
Sonuç olarak Topçu’ya göre, kendine özgü sanat, ahlak ve din felsefesi ortaya koymuştur Âkif. Görüşlerini, heyecanını ve duygularını ifadelendirmeye en yatkın olan biçimle yani nazımla dillendirmesi, hiçbir şey değiştirmez. Sonuç olarak Topçu’ya göre “bu mütefekkir sanatkârın bu güne kadar felsefî değerinin araştırılmaması, bizde tefekkürün, iri kitapların kaba cildinden, sanat anlayışının ise şarkvari gazelhanlıktan ileri gitmemiş ol- masındandır”.[3]
Nurettin Topçu Âkif hakkında ilk olarak, şüphesiz Âkif’te teşhis ve takdir ettiği en temel niteliği vurgulamaktadır. Âkif, ilk olarak ve her şeyden önce ‘büyük adam’dır. Kendi kendine yeterliliğine kani olmadığı için, genel akışa tabi olan ‘cemaat adamı’nın karşıtıdır ‘büyük adam’ ve hayatı ile eserini birleştirmek saadetine kavuşmuştur. Topçu’ya göre büyük adamların üç temel niteliği bulunmaktadır:
- .‘Büyük adam’, tüm ömründe aynı kanaate ve inanca sahiptir; zamana, zemine, zaruret ya da çevreye göre değişmez. Aksine çevresini kendisine göre değiştirmeye çalışır.
- .‘Büyük adam’, hakiki anlamda münzevidir; her ne kadar kalabalık içinde yaşasa da, iç âleminde yalnızdır. Zira ilham perisi, yalnız ruhları ziyaret eder.
- .‘Büyük adam’, devlet ve ikbal mevkilerinden uzak durur. Kuşkusuz bunun nedeni, çevreye uymayı değil, çevreyi, kendi idealine göre değiştirme iradesi taşıyan ve kendi özünde yapayalnız olan bir ruh sahibi olmasıdır.[4]
Bu vasıflar çerçevesinde, Âkif’in ‘büyük adam’ olduğundan şüphe edilemez. Mamafih genellik içeren bu niteliklerin, Âkif’in özel ve biricik şahsiyetini tamamen aydınlattığını da ileri sürmek mümkün değil. Âkif’i, örneğin Mevlana ya da Gandi gibi diğer büyük adamlar içinde, hangi özelliklerinin özgün kıldığı sorusuna yanıt aramak gereklidir. Peki, Nurettin Topçu, Mehmet Âkif’in şahsiyetini, özünü nerede aramakta ve nasıl tasvir etmektedir? İşte bu noktada, Âkif’in sanat, ahlak ve din felsefesini araştırmaya başlayan, büyük İslâm şairinin orijinal özünü bu bağlamda soruşturan Topçu’nun, oldukça ilgi çekici bir portre ortaya koyduğunu görmekteyiz.
“Sanat” diyor Topçu, “her şeyden önce bir büyük hayatı yaşamak ihtirasıdır. Sanatkâr, hayatımızın dışında dinlenen bir varlık değildir. Âlimin, düşüncesinin dünyasına kapanma ihtirasına mukabil, sanatkâr, bizim hayat ve dünyamız hakkında aşırı iddia ve ihtirasın sahibi olan insandır.”[5]
İşte Âkif, her şeyden önce bu ihtirasa sahip bir insan yani sanatkârdır. Mamafih bazı sanatkârlar hayata koşarlar; fakat bunların ideallerinin sınırı, yaşamdan ibarettir ve sanatlarının hududu da, her bakımdan sınırlı ve sonlu olan dünyayı aşamaz. Diğer kısım sanatkârlar ise hayattan kaçmaktadırlar; çünkü sınırlı ve sonlu olan dünya, onların içlerindeki ideali taşıyamaz; böylece dünya, kasvetli bir zindan olarak algılanır. Fuzulî’nin şu beyti, böyle bir ruh halini yansıtmaktadır:
Dost bî-pervâ, felek bî-rahm, devrân bî-sükûn
Dert çok, hem-dert yok, düşmen kavî, tâli’ zebun
Hayattan kaçan sanatkâr, ya sanatına ya da sonsuzluğa sığınacaktır. İşte Âkif, Topçu’ya göre, sonsuzluğa sığınan bir sanatkârdır öncelikle. Mamafih, özü itibariyle sonlu olan sanatkârın, sonsuza yönelişi ve sığınışı, kendinden değil dışarıdan gelmek zorundadır. İşte bu dışarıdan gelen ve sanatkârın sonsuza yönelişinde kılavuzluk eden kaynak ilhamdır. Âkif’in ilham kaynağını belirlemek, bu nedenledir ki, Âkif’i anlamak için son derece önemli bir husustur. Topçu’ya göre, Poe’nun deyişiyle “şiir, ebediliğe açılan bir penceredir” ve bu ilahi temaşanın penceresi, Âkif’in şiirine, Kur’ân’la açılmıştır. İlham, bir fırtına gibi şiddetle onu istila ettiğinde dahi, Kur’ân, Âkif’in kalbini zehirli oklarla delinmekten korumuştur her zaman. Bu nedenle Âkif’in sanatı şeklin, görünüşün ya da süsün sanatı değildir. Onun sanatı, billur ışıklarla dolu bir dünyadan, sonsuzluğa doğru yükselen ilahi bir ses gibidir.[6]
Vahiy, doğuştan seçilmiş kişiyi yani peygamberi bir anda hakikate iletir. Fakat ilham, sanatkârı, bir anda sonsuza ulaştırmaz. Bunun için, doğru adımlarla ilerleyen bir süreç, içsel bir yolculuk gereklidir. Topçu’ya göre, Safahat’ın bu bakış açısıyla incelenmesi durumunda, Âkif’in, üç aşamalı bir seyri olduğu rahatça görülmektedir: Önce dıştan, iç dünyasına yönelen, buradan da -aslında Allah’tan başka bir şey olmayan- sonsuzluğa uzanan bir yolculuktur bu. Topçu, bir sanatkâr olarak, ilham eşliğinde ilerleyen Âkif’in eserini, Sinan’ın kendisi için yaptığı üçlü taksime tabi tutmaktadır: Çıraklık dönemi, kalfalık dönemi ve ustalık dönemi.[7]
Böylelikle Nurettin Topçu’nun, Âkif’in sanatını, şairin bütün ömrünü kaplayan ve sonsuzlukta nihayetlenen yolcuğu ile özdeşleştirmeye yöneldiğini görmekteyiz. Dolayısıyla Safahat’ın bölümleri, dıştan içe ve içten sonsuza yani Allah’a uzanan bir seyrin aşamaları olarak değerlendirilmektedir. İlk iki kitap yani Safahat ve Süleymaniye Kürsüsü’nde, çıraklık dönemini oluşturmaktadır. Âkif, işe nasıl başlamaktadır? Kuşkusuz, kırlardaki çiçeklerle, kuşlarla, rintlerin sofrası, denizin dalgası ya da güneşin ışıkları ile değil. Bizzat insanla, insanın toplumsal yaşamıyla yola koyulmaktadır Âkif. Bu nedenle Topçu’ya göre, çıraklık dönemini oluşturan ilk iki kitapta -tam anlamıyla- Âkif yoktur, cemiyet hayatı vardır. İşte Âkif’in dıştan başlayan yolculuğunun ilk merhalesi ya da diğer deyişle çıraklık dönemi, böyle bir karaktere sahiptir. Topçu’nun, Âkif hakkında kullandığı ‘dış’ kavramını dikkatle tavzih etmesi ve burada ‘cemiyet’i kastettiğini vurgulaması özellikle dikkat çekicidir. Gerçekten de Safahat’ın ilk iki kitabı yani Safahat ve Süleymaniye Kürsüsü’nde, toplumu delik deşik eden bin türlü derde yönelik feryatlarla doludur. Neden? Çünkü Âkif, aynı zamanda Topçu’nun felsefî sistemindeki anahtar kavramlardan biri olan ‘mesuliyet’ duygusu ile dolup taşmaktadır. Bu nedenle Âkif’in sanatında -tıpkı Shakespeare ile Dostoyevski’de olduğu gibi, tabiatın hemen hiç rol oynamadığını görmekteyiz.[8]
Topçu’nun bu analizleri, tabiata değil, insana ve topluma odaklanan Âkif’in şiirinde, lirik esintilerin niçin dikkat çekici biçimde cılız olduğunu açıklamaktadır. Topçu’nun vurguladığı önemli bir husus daha var. Âkif, bu dönemde realisttir; gördüğü gerçeği, bir ressam gibi resmetmeye çalışmaktadır. Şüphesiz bu realizm, yolculuğunun başladığı ‘dış’ ile yakından ilgilidir. Ne var ki, duygusuz, duyarsız ve tepkisiz bir realizm değildir bu; Âkif, tamamen edilgen olarak yönelmemektedir gerçeğe. Aksine, sahip olduğu toplumsal realizm, Âkif’i bir isyana sürüklemekte, gördüğü gerçeğe yönelik tepkilerini de dillendirmektedir. Besbelli ki hayattan kaçmaktadır Âkif, fakat sığınacak bir hayat aramaktadır aynı zamanda. Ama bu onun aradığı hayat, ‘Küfe’ ya da ‘Kahve’de tasvir edilen hayat değildir. Güçlünün karşısında ezilen zayıfın, cehaletle karışık bencilliğin, tensel zevklere dalmış, sarhoşlukta çare arayan zavallıların, yaşanan bin türlü sefaletin neden olduğu feryat, İslâm’ın merhamet ahlakından kaynaklanmaktadır. Topçu, bu ahlakı, kendi felsefî sistemi açısından ‘ruhçu sosyalist ahlak’ olarak isimlendirmekte bir mahzur görmemek- tedir.[9]
‘Hakkın Sesleri’, ‘Fatih Kürsüsü’nde’ ve ‘Hatıralar’ ise kalfalık dönemi eserleridir. Doğal olarak bu dönem, dıştan başlayan yolculuğun, içe doğru ivme kazandığı bir merhaleyi işaret etmektedir bize. Bu dönemde Âkif, içe yönelmesi nedeniyle, kendisini ilhama terk etmiş, insana ve cemiyete ait acıların tasviri, derinden hissedilen mesuliyet duygusunun neden olduğu feryatların gerisine düşmeye başlamıştır. Mamafih Topçu’ya göre, bu feryatların ardında, düzensiz ve nizamsız bir heyecan değil, önemli bir takım ilkeler bulunmaktadır. Bu ilkeler, şairin derununda taşıdığı ‘millet’, ‘din’ ve ‘ahlak’ ihtiraslarıyla açıklanabilir. İşte kalfalık dönemine geçen Âkif’in şiirinde, az önce belirttiğimiz gibi, dıştan içe yönelen bir akış nedeniyle, onu konuşturan ilkelerin ağır basmaya başladığını, daha öne plana çıktığını görmekteyiz. Topçu’ya göre, bu durumun sembolik ama oldukça dikkat çekici bir kanıtı, Hakkın Sesleri’nden itibaren, manzumelerin başına konan âyetlerdir. Bu durum, Âkif’in, ilham kaynağının Kur’ân olduğuna ilişkin açık bir vurgudur. Böylelikle Âkif’in şiirindeki realist tavır, idealizme doğru hızlı bir biçimde mahiyet değiştirmeye başlamaktadır. Bu nedenledir ki Nurettin Topçu, kalfalık döneminin ilk eseri olan Hakkın Sesleri’ni, şairin büyük sanatının başlangıcı saymaktadır.[10]
Nurettin Topçu, içe yönelmeyi ifade eden kalfalık dönemiyle ilgili olarak, bir başka orijinal tespit ileri sürmektedir. Etrafını saran cemiyetten, iç âlemine ve kendi ruhunun derinliklerine doğru ilerleyen Âkif, mimariden musikiye geçmiştir.[11] Topçu, Âkif’in sanatının, dıştan içe yönelmesini, mimarîden musikiye geçiş olarak nitelemekle, somuttan soyuta atlayışı kastetmektedir. Nasıl ki, kulağa hitap eden musiki, göze hitap eden mimarîden daha soyutsa, kalfalık dönemindeki Âkif de daha soyuttur. Şüphesiz Topçu’nun bu saptaması, Âkif’te teşhis ettiği realizme baskın çıkmaya başlayan idealist tavırla doğrudan ilgilidir.
Nurettin Topçu’nun, Âkif hakkında ileri sürdüğü, somuttan soyuta ve realizmden idealizme geçiş tespitini biraz daha dikkatle incelemekte yarar var. Çünkü Topçu, ideal duygular alanına yükselmeyen eserlerin, plastik bağlamda ne kadar estetik olursa olsun, tam anlamıyla sanat eseri hüviyetine sahip olamayacağı görüşündedir. İdealsiz, sadece nazma çekilmiş fikir apolojileri, sanat eseri değil propaganda ürünüdür. Aynı şekilde edebî sanatlar ve üslupçuluk da, yalnızca estetik duygu uyandırmayı hedefleyen kof bir gösterişten ibaret kalmaktadır. Topçu’ya göre, çıraklık dönemini oluşturan Safahat’ın ilk iki kitabında, realiteye yoğunlaşan ve tasvire ağırlık vererek, kendine özgü bir ifade ve üslup geliştiren Âkif, kalfalık döneminde beliren sonsuzluk ihtirasıyla ‘din’ ve ‘ahlak’ ideallerinin dünyasına tam anlamıyla ayak basmıştır. Bu analiz ışığında, Topçu’nun, ‘Hakkın Sesleri’ni büyük sanatın başlangıcı olarak kabul etmesinin mahiyetini daha iyi kavramaktayız. Mamafih şunu vurgulamamız gereklidir: Âkif, realizmi terk ederek idealizme yönelmemektedir. Bilakis realizmin yanında idealizm güçlenmekte ve realiteyi kuşatmaya başlamaktadır.
Herhalde, Âkif’in kalfalık dönemine ait olup, Topçu’nun bahsettiği sonsuzluk ihtirasını en iyi yansıtan şiiri ‘Necid Çöllerinden Medine’ye’ başlığını taşımaktadır. Topçu’ya göre aşk ile isyanın, sevda ile duanın birleştiği bu muhteşem sahne, âdeta mistik bir feryadı haber vermektedir bize. Merhum Nurettin Topçu’nun açıkça belirtmediği bir ayrıntı, kalfalık dönemine ait eserlerin sonuncusu olan ‘Hatıralar’ın son parçasının ‘Necid Çöllerinden Medine’ye’ şiirinin olması oldukça ilginçtir. Zira ustalık döneminin ilk eseri ‘Âsım’ bu muhteşem ve içli şiirin hemen ardından gelmektedir.
Topçu, Safahat’ın son iki kitabını yani Âsım ve Gölgeler’i, ustalık döneminin iki olarak kabul etmektedir. Ne var ki Âsım ile Gölgeler, birbirinden farklı ama birbirini tamamlayan yapılardır. Mehmed Âkif’in, dünya görüşünü bir bütün olarak ortaya koyduğu Âsım bir kubbe, mistisizme tırmanan ve derin dinî duyuşlarla meşbu Gölgeler ise bu kubbenin yanında yükselen minarelerdir. Âsım, hiç şüphe yok ki, Âkif’in sanatında en önemli merhalelerden birini oluşturmaktadır. Çünkü Âkif, neredeyse bütün halinde görülebilir Âsım’da. Nazım tekniği, dil oyunları ve edebî sanatlar, neredeyse eritilip kıvamlanmış aruzun sağladığı ahenk eşliğinde, muhteşem bir âbide oluşturmaktadır. Âkif, bu muhteşem âbide ile, sahip olduğu evrensel tasavvuru, idealindeki insan ve toplumu ortaya koymaktadır. Âsım’daki realite ve idealizm, öyle muhteşem bir dengeye sahiptir ki, eser, okuyucuyu adeta teslim almaktadır.[12]
Sözün başında bahsettiğimiz ‘dış’ kavramına tekrar dönelim. Başlangıçta insana ve toplumsal gerçekliğe yoğunlaşan Âkif, Âsım’da, kendi ruhundaki tabiatı ortaya çıkartmaktadır. Çanakkale Şehitlerine adanan muhteşem parçada, şairin, şehidin defnedildiği tabiat parçasını tasvir ettiğini görmekteyiz. Ne var ki burada tasvir edilen tabiat, Âkif’in kendi ruhundaki ilahi tabiattır. Topçu’nun deyişiyle ‘tabiatüstü bir tabiattır’.[13] Bu şiirdeki saikalar, dağlar, taşlar, hilal ve güneşler, Süreyyalar, mor bulutlar, dış dünyanın değil, şairin iç âleminde kaynaşan tabiatın yansımasıdır. Bu muhteşem ve son derece duygulu manzara, Âkif’in ulaştığı zirveyi göz önüne koymaktadır.
Safahat’ın son kitabı olan Gölgeler’de, ilk altı kitaba göre yeni olan ise din anlayışı ve Allah’ın idrak tarzıdır. Daha önceleri Âkif’in din tasavvuru, daha şeklî ve somut iken, belki de çıktığı gönüllü sürgündeki ilham sonucu, imanı, mistik bir hale büründü. Topçu’ya göre, Gölgeler’deki manzumeler, dini, cami, minare ve cemaat kavramları eşliğinde kavrayan Âkif’in, tüm evrendeki Bir’i idrak edişinin şahitleridir. Artık şair, kendi mustarip varlığından sıyrılmış, içinde bunaldığı bu çokluk ve yokluk evreninden taşan ruhuyla birlikte, aşkın ve mistik aşamaya gelmiştir.[14] Topçu:
Bana dünyada ne diyar kaldı, emin ol ne de yar!
Diyen şairin, idealizmden mistisizme geçtiğini ileri sürmektedir.
Türkiye Yazarlar Birliği'nin vefatının 90. yılında Âkif'i anmak için düzenlediği bilgi şöleninin tebliğlerini içeren kitap, TYB'nin 45., Mehmet Âkif Ersoy Araştırmaları Merkezi'nin 6. kitabı...
[1] Valery’nin tanımı şudur: “Kültür derecesi ne olursa olsun, bildiklerinin ve bilhassa içsel veya dışsal fakat vasıtasız deneme ile bildiklerinin bütünü üzerinde zaman zaman görüşler ortaya koyan insana filozof denir”. Nurettin Topçu, Mehmet Âkif, Dergah Yay. İst. 1998, s. 73.
[2] Nurettin Topçu, Mehmet Âkif, s. 25.
[3] Nurettin Topçu, Mehmet Âkif, s.73.
[4] Nurettin Topçu, Mehmet Âkif, s. 15-6.
[5] Nurettin Topçu, Mehmet Âkif, s. 19.
[6] Nurettin Topçu, Mehmet Âkif, s. 22-3.
[7] Nurettin Topçu, Mehmet Âkif, s.25.
[8] Mehmet Âkif, s.24
[9] Mehmet Âkif, s.62.
[10] Nurettin Topçu, Mehmet Âkif, s.64.
[11] Nurettin Topçu, Mehmet Âkif, s.64.
[12] Nurettin Topçu, Nurettin Topçu, s.68.
[13] Nurettin Topçu, Mehmet Âkif, s. 24.
[14] Nurettin Topçu, Mehmet Âkif, s.70
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.