• İstanbul 16 °C
  • Ankara 18 °C

Prof. Dr. Mehmet Törenek: Mâzi ile Âtî Arasında Bir Şair

Prof. Dr. Mehmet Törenek: Mâzi ile Âtî Arasında Bir Şair
Meşrutiyet dönemi, tarihimizin en sancılı, sıkıntılı ve buhranlı devresidir.

Büyük ümitler beslenen, yıllarca hürriyet olarak ülküleştirilen Meşrutiyet, kargaşa ve kavgalarla gelmiş, bu nedenle sevinci fazla uzun sürmemiş, arkasından savaşlar, kayıplar ve yenilgiler sökün etmiştir.

Meşrutiyet dönemi aydını bu yüzden karamsar ve yılgındır. Batının gösterdiği gelişme ve modernleşme, Tanzimat’tan itibaren sürekli mukayeseler yaptır­makta, geri kalmışlığımız her adımda kendini hatırlat­maktadır. Batılıların yakıştırdığı hasta adam komplek­si de zaten içinden çıkılmaz bir ruh hâline dönüşmüş­tür. Böyle iken Meşrutiyet’e, yine bir aldanışla, büyük ümitler bağlanmış, o gelince her sıkıntının sona ere­ceğini sanılmıştır.

Bu açıdan Meşrutiyet, aynı zamanda bir arayış dev­residir. İç kargaşa, dış baskı, yenilgiler bu arayışı kö­rüklemektedir. Böyle olunca bir kısım aydın mâzîye sığınmayı bir teselli olarak görmüş, geçmişe ait gü­zellikleri, özellikleri hâle taşımanın yollarını aramıştır. Dönem Türkçüleri için de, İslâmcıları ve Osmanlıcıları için de mâzî, bir dayanaktır. Çünkü mâzîde mükem­mellik vardır, dikkat vardır, estetik vardır, çalışkanlık vardır, medeniyet vardır.

Aydın ve sanatkâr olarak halka yol göstermek isteyen­ler, mevcut durumdan rahatsız olanlar, ister istemez örneklerini geçmişten almış, oradaki güzellikleri, kahramanlıkları överek; dinî, hamasî duyguları tahrik ederek geçmişten destek bulma yolunu seçmiştir. Çünkü dönem aydınlarının hemen hepsi, bir şekilde, Tanpınar’ın ifadesiyle, “bir şuur ve benlik buhranının” çocuklarıdır.(1976:112) Mehmet Âkif’de olduğu gibi, Yahya Kemal’de, Ömer Seyfettin’de de bunu görmek mümkündür.

DÜŞÜNCE

Balkan ve Birinci Dünya Savaşı yıllarında tarihi konu edinmek, tarihteki yiğitlikleri, kahramanlık günlerini anmak, bu türden olayları edebî eserlerde işlemek birden yaygınlaşmaya başlar. Söylediklerime en güzel örneği “Başını Vermeyen Şehit”i, “Pembe İncili Kaftan”ı yazan Ömer Seyfettin’de bulmak mümkündür. Yahya Kemal “Akıncılar”ı, “Alparslan’ın Ruhuna Gazel”i yazar. Bütün bunlar hâlden hoşnutsuzluğun, kaçışın ifadesidir. Ömer Seyfettin o yıllarda yazdığı bir hikâyesinde, sanatkârın “hâl içinde mefkûresini olanca heyecanıyla duyamayınca romantik mâzîye” döndüğünü söyler. Hikâyenin kahramanı devamında şöyle der: “Mâzîde bugünkü medeniyetin, maddiyatın söndürdüğü nurlar var, dedim, ulviyet var. Ruh azameti var. Fikir uğrunda fedakârlık var. Doğruluk, sadakat, vefa, fazilet, kerem, şefkat, muhabbet, aşk var. Hayatın hakikî mânâsı olan mefkûre var. Sonra rebabiyet var.” (1999:74)

İşte Mehmet Âkif’te karşımıza çıkan mâzî arayışı da bu çerçevededir. Mâzî bir kaçış yeri değil, bir dayanaktır. Hayatın aksayan bir yönünü vurgulamak isterken, tarihî bir mekânla karşı karşıya gelindiğinde, sosyal hayatın bir çıkmazı için örnek vermek gerektiğinde, güzellikleri anmak söz konusu olduğunda geriye dönülür, oraya yaslanılır, örnekler alınır. Sosyal hayatı kendisine konu edinen sanatçı ya hicve yer vererek, her şeyi eleştirecek, ya da öğütle, uyarıyla aydınlatma yolunu seçecektir. Mehmet Âkif’te bu ikisi de vardır, ancak onda ağırlık ikinci yoldur ve mâzî bu aşamada ortaya çıkar. Yalnız o bir bütündür ve İslam tarihini de içine almaktadır. Terakki de oradadır, insanlık da. Din bu noktada en güçlü kuvvettir. Onun değiştirme, bilgilendirme, yüceltme, örnek insan yapma özelliği vardır. Süleymaniye Kürsüsünde şiirinde, kürsüdeki vaize şunları söyletir:

“Dini tedkik edeceksek, dönelim haydi geri;

Alalım neş’et-i İslâm’a yakın bir devri:

O ne dehşetli terakkî, o ne müdhiş sür’at! Öyle bir hârika gösterdi mi insaniyet?

Devr-i fetrette kalan, hem de asırlarca kalan;

Vahşetin, gılzetin, a’mâkına daldıkça dalan; Gömerek dipdiri evlâdını kum çöllerine, Bunda bir neşve duyan hiss-i nedâmet yerine Önce dağdan getirip yonttuğu taş parçasını, Sonra hâlık tanıyan bir sürü vahşi yığını,

Nasıl olmuş da, otuz yılda otuz bin senelik Bir terakkî ile dünyaya kesilmiş mâlik?

Nasıl olmuş da zuhûr eyleyebilmiş Sıddîk!

Nereden gelmiş o Haydar’daki irfan-ı amîk? Önce dehşetli zıpırken, nasıl olmuş da Ömer, Sonra bir adle sarılmış ki: değil kâr-ı beşer?” (s.177)[I]

Âkif mâzîyi örnek gösterirken, Kur-an’ın anlatım yönteminden yararlanmaktadır. Kur’an da, sık sık geçmiş kavimlerin hikâyelerini anlatmakta, onlardan ibret alınmasını istemektedir. Birçok ayeti tefsir etmiş, şiirlerini onların ilhamıyla kaleme almış bir şair olarak, o da sık sık ayetlere başvurur. Mücadele suresinin 20­21. ayetlerini tefsir ettiği ve Sebilürreşad’da yayımladığı bir tefsirde, şunları söyler: “Nazarımızı mâzîye doğru çevirirsek; Cenab-ı Hakk’ın gösterdiği yolu tutmayan, peygamberlerin sözüne kulak vermeyen milletlerin, sonunda ne ağır bir zillete mahkûm olduklarını, ne acıklı bir sefalet içinde çalkanıp gittiklerini görürüz.” der. (Şengüler,2000:144) Bu sözlerin karşılığı olabilecek birçok şiir ve mısrayı zikretmek de mümkündür.

Merhum Âkif, dikkat çektiği, olumsuzladığı her hâlin vurgusunu geçmişle yapmayı tercih eder. İlk Safahat’ta yer alan Mahalle Kahvesi şiirinde, kahvenin toplumumuzdaki yerini tahlil ettikten sonra, daha çok geçmişten kalan “mülevvesâta” sarıldığımızı söyleyerek;

“Kış uykusunda mı geçmişti ömrü ecdâdın?

Hayır, o nesl-i necîbin, o şanlı evlâdın, Damarlarında şehâmet yüzerdi kan yerine; Yüreklerinde ölüm şevki vardı can yerine. Fakat biz onlara aid ne varsa elde, yazık, Birer birer yıkarak kahvehâneler yaptık!”(s.108) der.

Yalnız Âkif bir mâzî şairi değildir. O hâlin şairidir. Onun bütün gayreti içinde yaşadığı hayatın meselelerine dokunmak, onları eleştirmek, çıkış yolunu göstermektir. İşte o zaman mâzîye yönelir, örneğini, desteği orada bulur. Çünkü hâldeki birçok şey şairi huzursuz eder, sıkıntıya sokar, bunaltır. Böyle anlarda geçmiş, her an, düşünen herkese kendi sesini fısıldayacaktır. Onunla yollarımızın kesişmemesi mümkün değildir. Bilinçli bir şekilde onunla bağları koparmak söz konusu değilse..

Safahat şairi ise, din kardeşliği, iman heyecanı ve ortaklığı noktasında bağ kurmayı seçenlerdendir. Mâzideki aşk, vecd, iman gücü, irfan ve zenginlik onu çeken

DÜŞÜNCE

şeylerdir. Fikret gibi, geçmişin olumsuzluklarına, çirkinliklerine takılmaz. Yapıcı ve kalıcı olanın güzellikler olduğunu bilir. Tarihe, medeniyet coşkusuyla bakan Yahya Kemal’in dediği gibi: “Geçmişte sevdiğimiz, hayran olduğumuz ve bağlandığımız şeyler yalnız güzellikler, iyilikler, doğruluklardır; yoksa çirkinlikleri, kötülükleri ve haksızlıkları sevmiyoruz. Demek ki mâzîyi bir kütle halinde, olduğu gibi, her tarafıyle sevmekten uzağız.”(Beyatlı, 1974:65)

Mehmet Âkif’de de geçmiş güzellikleri, inançtaki samimiyeti ve gayretiyle şiire konu olur. Bunu işlerken daha çok sosyal hayat boyutu öne çıkarılır. Bütün halinde İslâm tarihinden alınmış örnekleri sadece “Kocakarı ile Ömer” şiiri ile “Dirvas”ta buluruz. Diğerlerinde çoğunlukla ya bir isim hatırlatma yahut genel hükümlerle meziyetleri sıralama şeklinde olur. Örneğin Fatih Kürsüsünde şiirinde, iki arkadaş konuşa konuşa camiye yaklaşmaktadırlar. Ümmetin hâli söz arasında dile getirilir, civardaki yangın yerinden bahsedilir. Karşıdan Süleymaniye görünür. Mâzîyi, geçmişteki ihtişamı hatırlatacak bundan büyük işaret olabilir mi? Bu dönüşle onu anlatırken, ifadeyi de süsler, mabedi “vahdetin nedimesi” diye vasıflandırır, yanındaki medreseleri de onu sarmak isteyen âşıklara benzetir.

“-Lâkin insanın,

Nasıl kararmada mâzîye tırmanan nazarı!

Bugün, bizim tepemizden bakan şu âsârı, Sıyânet eylemeden âciziz, değil yapmak...

-Hakîkat öyle! Şu ma’bed nedir? Şu haşmete bak!

-Bırak ki câmii, dünyada olmaz öyle eser;

Fakat nedir şu heyâkil, nedir şu medreseler!

Uzaktan andırıyorlar nitâk-ı sîmîni,

Ki sarmak isteyerek vahdetin nedîmesini;

Atılmış üç tarafından kemend olup beline;

Fakat değil beli, dâmânı geçmemiş eline!”(s.221-22)

Sonra onun seslendiği insanlarla en güçlü bağ mâzîde mevcuttur. Hemen herkesin de övdüğü, beğendiği, yücelttiği, sahiplendiği birçok güzellik orada saklıdır. Hakkın Sesleri’nde “Siz iyiliği emreder, kötülükten nehy eder.” ayetini yorumlarken;

“Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl millet mişiz; Gelmişiz dünyâya milliyet nedir öğretmişiz! Kapkaranlıkken bütün âfâkı insaniyetin, Nûr olup fışkırmışız tâ sînesinden zulmetin. Yarmışız edvâr-ı fetretten kalan yeldâları;

Fikr-i ferda doğmadan yağdırmışız ferdâları!”(s.201) diye övünür. Çünkü orada övünülecek güzellikler vardır. Onlarla insanları uyarmak, gayrete getirmek daha kolay olacaktır. Müslümanlara, “mâzîsi büyük bir kavm” olduğunu hatırlatmayı bir görev bilir.(s.163) bunun en ilginç örneğini Berlin Hatıraları’nda buluruz. Cephede savaşan askerlere ümidini bağlamış olan şair, birçok umut tüketen görüntü arasında bir kımıldama görünce, “Hudâ rızası için ey mücâhidîn-i kiram!/ Sebâtı kesmeyiniz, çünkü, sade sizde ümîd” der. Eğer onlar dönerse, dönerseniz, neler olur neler.. Birçok olumsuzluk sayar. Sonra hemen yine tarihin parlak sayfalarından isimler seçer.

Ömerlerin, Yavuz’un biz vefâsız evlâdı, Sıyânet eylemedik yâdigâr-ı ecdâdı.

Ne yâr-ı candı o, lâkin biz olmadık ona yâr;(s.324)

der. Yâr-ı can, der şair geçmiş için. Ona olan bağlılığını bu terkible dile döker. Leylâ şiirinde de bu özlem Leyla ile somutlaşır. Ona seslenir. “Gel ey Leylâ, gel ey candan yakın cânan, uzaklaşma!” (s.452) der. İslâmdır o ve geçmişte her şeyini bu güzel uğrunda feda etmiş bir inancın eridir, böyle bir milletin ferdidir. Çünkü o büyük kahramanlar, güzel işler yapmış, boyun eğmemiş, inananların boyunlarını eğdirmemişlerdir. Sık sık bu övünç sahnelerine atıfta bulunur. Süleyman Nazif’e seslendiği aynı başlıklı şiirde; “İslâm ilinin sâde esâret mi nasîbi?/ Sen, yoksa, unuttun mu o mâzî-yi mehîbi?” diye sitemler eder.(s.447) Hatıralar’da da bir hadisi yorumlarken;

“Biz ki yarmıştık şuûnun en büyük ummânını; Çiğnemiştik yükselen emvâc-ı bî-pâyânını;

Biz ki edvârın, kurûnun, hâdisâtın rağmına, Hâkim olmuştuk bütün bir âlemin eyyâmına; Şimdi tek bir dalganın pâmâl-i izmihlâliyiz!

Şimdi sâhillerde mahkûmiyetin timsaliyiz!”(s.292)

O günleri anmak bugünler içindir. Çünkü şimdi, yani hâl perişandır, ıstırap doludur. Yoksulluk ve sefalet vardır. Acı ve ıstırap vardır. Duyarsızlık ve ümitsizlik vardır. Tembellik ve cehalet vardır. Vahdet şiirinde “Şark’ın ki mefahir dolu, mâzî-i kemâli/ Yâ Rab, ne onulmaz yaradır şimdiki hâli!”(s.464) ifadeleriyle, bugünkü durumu yara olarak vasıflandırır. Bunun için didinir, haykırır, yalvarır, örnekler getirir, uyarmak ister. Kımıldan der, kendine gel der, çalış der. Yetmez, zaman zaman feryat eder, haykırır, hakaret eder, hicveder.

“Âtîyi karanlık görerek azmi bırakmak...

Alçak bir ölüm varsa, emînim, budur ancak.

 

Dünyâda inanmam, hani görsem de gözümle.

İmânı olan kimse gebermez bu ölümle: Ey dipdiri meyyit, “İki el bir baş içindir.” Davransana... Eller de senin, baş da senindir! His yok, hareket yok, acı yok... Leş mi kesildin? Hayret veriyorsun bana... Sen böyle değildin. Kurtulmaya azmin neye bilmem ki süreksiz? Kendin mi senin, yoksa ümîdin mi yüreksiz? Âtîyi karanlık görüvermekle apıştın?

Esbâbı elinden atarak ye’se yapıştın!

Karşında ziyâ yoksa, sağından, ya solundan Tek bir ışık olsun buluver... Kalma yolundan. Âlemde ziyâ kalmasa, halk etmelisin, halk! Ey elleri böğründe yatan, şaşkın adam, kalk!”

Çünkü oradan yani geçmişten alacağı güçle geleceğe istikbale dönecek, yarınlar için insanları uyaracaktır. O insanı iyi tahlil etmiştir. O, ondaki cevherin, özelliğin farkındadır. Onda hep bir yarın hesabının var olduğunu bilmektedir. İnsan şiirinde şunları söyler:

“Taharriden usanmazsın, tealîden teâlîye Atıldıkça, atılsam şimdi, dersin başka âtîye! Senin en şanlı eyyâmında, en mes’ûd hâlinde, Bir istikbâl-i dûradûr vardır hep hayalinde O istikbâledir şevkin, o ma’şûk-ı vicdânın, O kudsî neşvenin şeydâ-yı bî-ârâmıdır canın.”

Onun için devrinin insanından atılım bekler, o coşkuyu arar. Ama o kımıldama bir türlü ortaya çıkmaz. Nedeni tembellik ve cehalettir. Bunun için yüklenir insana. Sık sık duyarsızlığına vurgu yapar. Özellikle cami kürsüsünden hitapla oluşturduğu şiirlerde üzerinde en fazla durduğu budur. Problemi tesbit etmeyen çaresini bulamaz. O önce problemi tesbit eder, sonra çareyi söyler. Hâli önemser, yarının bugünden başlayacağını dile getirir.

Bu türden bir tesbit şiiri de Hasbihal’dir. Şiirin başına Arapça bir beyti epigraf olarak alır.

“Mâ medâ fâte ve’l-müemmelü gaybun

Feleke’s- saatü’lleti ente fîhâ”

(Geçen zaman uçup gitti; gelecek ise belli değil. Sen ancak içinde bulunduğun hâlin sahibisin.” Ancak şiirde vurgu hâledir.

“Evet, mâziye ric’at eylemek bir kere imkânsız;

Ümîdin sonra istikbâl için sağlam mı? Pek cansız!

Bu günlük iş bugün lâzım yapılmak, yoksa ferdâya

Bırakmışsan... O ferdâlar olur peyveste ukbâya!

Benim on beş yıl evvelden kalan işler durur hâlâ;

Yarın bir başlayıp yapsam demiştim, bak, demin hattâ! Müsevvifler için dünyâda mahvolmak tabîidir.

Bu bir kanun-ı fıtrattır ki yok te’vîli: kat’îdir.” (s.136)

Evet, Âkif için mâzî örnektir, dayanaktır. Hâl ise hiç iç açıcı değildir. Oysa âtîyi kuracak olan hâldir ve âtî önemlidir. Âtî gelişmişliktir, gaye sahibi olmaktır. Gayesi olanlar ilerlemekte, yükselmektedir. Şark’ın geleceği ise karanlıktır. Çünkü âtî hesabı yoktur, adımı yoktur, maarifi yoktur, plânı yoktur. Fatih Kürsüsünde, bunu şöyle ifade eder:

“Bakın mücâhid olan Garb’a şimdi bir kere;

Havâya hükmediyor kânî olmuyor da yere.

Dönün de âtıl olan Şark’ı seyredin: Ne geri!

Yakında kalmayacak yeryüzünde belki yeri!

Nedir şu bir sürü fenler, nedir bu san’atler?

Nedir bu ilme tecellî eden hakîkatler?

Sefîneler ki yarar kıt’a Kıt’a deryâyı;

Şimendifer ki tarar buk’a buk’a dünyâyı;

Şuûn ki berkâ binip seslenir durur ovada;

Balon ki rûh-ı kesîfiyle yükselir havâda.

Hulasa, hepsi bu âsâr-ı dehşet-âkînin,

Bütün tekâsüfüdür toplanan mesâînin.”(s.239)

Âtîyi elde etme fenle olur, çalışmayla olur. Bunun için Süleymaniye Kürsüsünde şiirinde Japonları örnek verir. Kürsüdeki vaize uzun uzadıya onları anlattırır. Sonra;

“Böyle evlât okutan milletin istikbâli, Haklıdır almaya âgûşuna istiklâli.

Yarın olmazsa öbürgün olacaktır mutlak.

Uzak olmuş ne çıkar? Var ya bir âtî, ona bak!”(s.162)

Birkaç sayfa sonra, gemiyle İstanbul’a dönen hoca, İstanbul’u düşlerken bir rüya görür: Varacağı İstanbul değişmiş, çok farklı bir yer olmuştur. Âkif’in aradığı âtî, işte böyle bir özelliğe sahiptir.

“Sayısız mektep açılmış; kadın, erkek okuyor;

İşliyor fabrikalar, yerli kumaşlar dokuyor.

Gece gündüz basıyor millete nâfî’ âsâr;

Âdetâ matbaalar bir uyumaz hizmetkâr.

Mülkü baştan başa i’mâr edecek şirketler;

Halkın irşâdına hâdim yeni cem’iyyetler, Durmayıp iş buluyor, gösteriyor, uğraşıyor;

Gemiler sâhile boydan boya servet taşıyor.”(s.165)

Fakat bu bir düştür. Hoca biraz sonra uyanır. Hâlin sıkıntıları nedeniyle muzdarip olan Âkif’tir bu düşleri kuran. O, insanımızın da insanlık nehrine katılmasını ister, bekler. Şöyle der aynı yerde:

“İbret al erbâb-ı ikdâmın bakıp âsârına:

Dağ dayanmaz erlerin dağlar söken ısrârına.

Bir münevvim ses değil yer yer huruşân velvele: Fevc fevc akmakta insanlar bütün müstakbele.

Nehr-i feyzâfeyz-i insaniyyetin âhengine.

Uymadan, kabil değildir düşmemek bir engine.

Menzil-i maksûda varmazsın uyanmazsan eğer...

Var mı bak, yollarda hiç bîdâr olanlardan eser?

İşte âtîdir o ser-menzil denen arâm-gâh;

Kârbân akvâm; çöl mâzî, atâlet sedd-i râh.

Durma, mâzî bir mugaylan-zâr-ı dehşet-nâktir;

Git ki, âtî korkusuzdur, hem de kutsi hâktir!

Çok şedâid iktihâm etmek gerektir, doğrudur...

Vehleten âvâre bir seyyâhı yollar korkutur;

Korku, lakin, azmi te’yîd eylemek îcâb eder:

Kurtulursun şedd-i rahl etmiş de gitmişsen eğer.”(s.22)

Asım’da da, ona seslenirken, gelecekten ümitli olmasını ister. Hadiselerin geçici olduğunu, köklerin sağlamlığının gelecek için yeni kapılar açacağına olan inancını şöyle dile getirir:

“Şimdi, Asım, bana müfrit de, ne istersen de, Ma’rifetten de cüdâ Şark o fazîletten de.

Lâkin ister misin, oğlum, mütesellî olmak: İçtimaî bütün âmillere, kudretlere bak.

Bunların herbirinin kuvveti, mâzîye inen, Kökü mikdârı olur; çünkü bu âmillerden, En derin köklüsü en sağlamı, en hâkimidir.

Şimdi, sen bizdeki kudretleri eşsen bir bir,

Göreceksin ki: Bu millette fazîlet en uzun,

En derin köklere yaslanmada; hem sonra onun,

Bir mübârek suyu var, hiç kurumaz: Dîn-i mübîn.

Hâdisât etmesin oğlum, seni asla bedbîn...

İki üç balta ayırmaz bizi mâzîmizden.

Ağacın kökleri mâdem ki derindir cidden,

Dalı kopmuş, ne olur? Gövdesi gitmiş, ne zarar?

O, bakarsın, yine üstündeki edvârı yarar,

Yükselir, fışkırıp, âfâk-ı perîşânımıza;

Yine bin vâha serer kavrulan îmânımıza.” (s.424)

O, daha ilk şiirlerinden itibaren Durmayalım der. Çünkü âtî çekmekte, ona katılamayanları sürüklemektedir. Bizde ise bir kıpırdama göremez. Baktığında gördüğü sade bir aldırışsızlıktır. Millete seslendiği her şiirinde ataleti, yani tembelliği vurgular. Bu iğrenç hâlin “nümunesi biziz”, der. Hatırata hürmetin kalmamış diyerek aşağıladıkça aşağılar. Sonra da, “İâde etmenin imkânı yoksa mâzîyi, / Bu mübtezel yaşayıştan gebermen elbet iyi.” diye öfkesini dışa vurur.

Niye acımasızdır şair? Evet, bu hâlinle sürünmektesin, fakat ona da razı olamazsın. Çünkü “zaman peşini/ bırakmıyor” der.(s.241) Aynı tesbit ve uyarılar Hakkın Sesleri’nde de vardır.

“Coşkun, koca bir sel gibi, daim beşeriyyet, Müstakbele koşmakta verip seyrine şiddet.

Dağlar, uçurumlar, ona yol vermemek ister...

Lâkin o, ne yüksek, ne de alçak demez örter!

Akvâm o büyük nehre katılmış birer ırmak...

Elbet katılır... Hangisi ister geri kalmak?

Bizler ki bu müthiş, bu muazzam cereyânla Uğraşmadayız... Bak, ne kadar çılgınız anla! Uğraş bakalım, yoksa isin, hey şaşkın!

Kurşun gibi sür’atli, denizler gibi taşkın

Bir çağlayanın menba-ı dehhâşına doğru

Tırmanmaya benzer, yüzerek, başka değil bu!

Ey katre-i âvâre, bu cûşun, bu hurûşun

Âhengine uymazsan, emin ol, boğulursun! (s.199-200)

Benzer ifadeleri bir de son kitaptaki Azimden Sonra Tevekkül şiirinde buluruz. Dünya koşuyor der, şair. Sen de bir parça kımıldan, yoksa mahvolacaksın.

“Dünya koşuyorken yolun üstünde yatılmaz

Davranmıyacak kimse bu meydana atılmaz.

Müstakbeli bul, sen de koşanlarla bir ol da;

Mâziyi fakat yıkmaya kalkışma bu yolda.

Ahlâfa döner, korkarım, eslâfa hücûmu;

Mâzîsi yıkık milletin âtîsi olur mu?”(s.445)

Sonuç olarak merhum Âkif, yaşadığı günlerin hercümercine çareler ararken, olanların neden başımıza geldiğini açıklamaya çalışırken, yarınların neler getireceği konusunda düşüncelerini dile dökerken bir geriye dönmekte, kendi ifadesiyle “mazîye tırmanmakta”, bir gelişmiş olanlara, istikbale bakıp “uyanın!” diye haykırmaktadır. Çünkü hâl ümit verici değildir, perişandır, dağınıktır. Hayatındaki gibi, şiirinde de bunun için koşup durmaktadır o.

Kaynaklar

Beyatlı, Yahya Kemal (1974), Aziz İstanbul, İstanbul, Yahya Kemal Enstitüsü yayını, (3.b.)

Ersoy, Mehmet Âkif, (1994), Safahat, Ankara, Akçağ yay.

Ömer Seyfettin, (1999), Bütün Eserleri-Hikâyeler 2, İstanbul, Dergâh yay.

Şengüler, İsmail Hakkı, (2000) Açıklamalı ve Lügatçeli Mehmet Âkif Külliyâtı, C. 9, İstanbul, Hak yayın­cılık.

Tanpınar, Ahmet Hamdi, (1976), Beş Şehir, İstanbul, Dergâh yay.

Mehmet Âkif Bilgi Şölenleri’nin dördüncüsünde sunulan bildirilerden oluşan ve 2010 yılında basılan kitap Mehmet Akif Ersoy Araştırmaları Merkezinin beşinci kitabı.
 
 

[I] Metin içindeki alıntılarda şu baskı kullanılmıştır. Safahat, Ankara, Akçağ yay. 1994

Bu haber toplam 620 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim