• İstanbul 15 °C
  • Ankara 17 °C

Prof. Dr. Mehmet Törenek: Mehmet Âkif’in Karakterine Ait Bazı Özellikler ve Şiirine Yansımaları

Prof. Dr. Mehmet Törenek: Mehmet Âkif’in Karakterine Ait Bazı Özellikler ve Şiirine Yansımaları
O, kendini problemini, kendi küçük özlemlerini, hayallerini şiirine katmamış, karakte­rinde var olan dışa dönük özelliğiyle şiirinde görünmüştür.

Sanatkâr eseriyle vardır. Eseriyle yaşar sanatçı. Orada kendini anlatır. O düşüncesi, ruhu, ha­yat felsefesi, ideali, ilgileri ve karakter ile eserine girer. Eserde bunların her biri gizli, açık kendine bir yer bulur ve ifade özelliğine göre var olan yönler belirginleşir. Kimi kendi benini daha fazla öne çıkarır, kimi düşüncesini, kimi felsefesini.. Bütün bunlarla birlikte onun karak­ter özelliğini de eserin bütününde hissetmek mümkündür.

Sanatçı eseriyle var olmakla birlikte, kimi sanatçının eseri dışında, karakter özelliğiyle öne çıktığı olur. İşte Mehmet Âkif böyle bir özelliğe sahiptir. Benzer özellikleri Türk şiiri içerisinde Tevfik Fikret’te, Ahmet Haşim’de, Namık Kemal’de de bulabiliriz. Fikret şiiri dışında hassas kişiliği, dürüstlüğü, zor beğenirliğiyle hep anılır. Yine Haşim içe dönüklüğü, kırılganlığı, ken­dini beğenmezliğiyle bilinir ve anlatılır. Şiirlerine bu açıdan yaklaşıldığı olur. Namık Kemal nükteci, pervasız, öfkeli kişiliğiyle vardır. Mehmet Âkif de eseri dışında samimiyeti, dostluğu, dürüstlüğü, diğerkâmlığı, vefasıyla hep anlatılır, hatta efsaneleştirilir.

Özel hayatında bu özellikleriyle bilinen Mehmet Âkif’in şiirine bunların yansıması nasıl ol­muştur. Üzerinde durmak istediğimiz, cevabını aramaya çalıştığımız budur. Dostları, arka­daşları onun bu özelliklerinden bahsetmektedirler ama şiirinde bunların bir yansıması ol­muş mudur?

“Bana sor sevgili kâri’ sana ben söyliyeyim

Ne hüviyyette şu karşında duran eş’ârım:

Bir yığın söz ki, sâmimiyyeti ancak hüneri;

Ne tasannu’ bilirim, çünkü ne san’atkârım.”(s.3)1

Daha kitabına başlarken Mehmet Âkif, söylediklerinin en belirgin özelliğinin bu, yani sami­miyet olduğunu ifade eder. Samimiyet içtenliği, yakınlığı, sevgiyi, hesapsız oluşu gerektirir. Samimiyet şiir için bir ölçü müdür? Şiire bir artı güzellik katar mı? Sorunun cevabı her zaman açık ve net olmayabilir. Sezai Karakoç, samimiliği sanatın ilk prensibi sayar ve bunun tezle belirdiğini belirtir. Bu özelliği nedeniyle onun şiirinde şairle tezi arasındaki mesafenin or­tadan kalktığını, fikir, eşya, insan ve zamanın birbiriyle içiçe geçip kaynaştığını, öyle ki, tezi şiirden ve şairden koparmanın mümkün olmadığını ifade eder.[1] [2]

Mehmet Âkif gibi şiiri sosyal meselelere açan biri açısından bu ister istemez önem kazan­maktadır. Sanatçının hayatı, insanı duyabilmesi, onları acıları, sıkıntıları, çaresizlikleri ile şii­rine taşıyabilmesi, hatta onlarla empati kurabilmesi için bunu içtenlikle dile dökmesi şarttır. Bu olmazsa yapıştırma olur, sahte olur, bir duyarlık oluşturmaz. Bunun için o, “Edib için her- şeyden evvel mevzuunu, kelimenin bütün manasıyle hissetmiş olmak lâzımdır. Evet, işin güçlüğü yazmakta değil, yazmaya başlamazdan evvel hissetmektedir.” der. Sonra onu kafasında uzun süre taşımak suretiyle olgunlaştırması gerektiğini söyler.[3] Kendisi de bunu uygulamayla gös­termeye çalışmıştır.

Bu samimi oluşun öne çıkan yönleri farklıdır. Bunlardan biri şairin kendini gizlememesi, bir­çok şiirde anlatıcı ben olarak öne çıkmasıdır. Bu anlatım biçimi ister istemez söylenenler açı­sından okurda bir yakınlık oluşturmaktadır. Zaten onun şiirlerinin birçoğu manzum hikâye özelliği taşıdığından, ister istemez anlatım biçimi ayrı bir önem kazanmaktadır. Örneğin “Küfe” şiirine şöyle başlar:

“Beş on gün oldu ki, mu’tâda inkıyâd ile ben

Sabahleyin çıkıvermiştim evden erkenden.

Bizim mahalle de İstanbul’un kenarı demek:

Sokaklarda gezilmez ki yüzme bilmeyerek!”(s.19)

Yahut “Mezarlık” şiirinde olduğu gibi, düşüncelerin arkasından bir olay anlatımına geçerken, aynı şekilde şairin kendi beni, izlenimleriyle bizi gezintiye çıkarır:

“Geçen sabah idi Eyyûb’a doğru çıkmıştım.

Aşıp da sûrunu şehrin atınca birkaç adım,

Ufuk değişti, önümden çekildi eski cihan;

Göründü karşıda füshat-serâ-yı kabristan”(s.39)

Veya Süleymaniye Kürsüsünde şiirinde olduğu gibi, okurla beraber olma, onun yanına alarak birlikte gezme isteği. Onu bir dost, bir arkadaş bilerek söyleyeceklerini paylaşma tavrı.

“Şimdi ey sevgili kâri’, azıcık vaktin eğer,

Varsa -memnun olacaksın- beni ta’kîb ediver.

Gireriz koynuna, düşsek bile şâyed yorgun, Karşıdan baktığımız heykel-i nûrânûrun.

Göreceksin: O harîmin ebedî zıllinde,

San’atin rûhunu seyyâl bulut şeklinde.

‘Gördüğüm var’ deme! Gel bir de beraber görelim.

Nereden? Haydi şadırvan kapısından girelim.”(s.146)

Üslupta samimiyetin bir diğer tezahürü, kendi çevresinden isimler ve kişileri şiirine taşıması­dır. Böylece okur olarak biz Safahat’ın içinde dolaşırken, beraber gezer, onun hissettiklerini paylaşır, onun pişmanlıklarını yaşarız. Örneğin “Seyfi Baba” şiirinin girişine bu dikkatle baka­lım.

“Geçen akşam eve geldim. Dediler:

-Seyfi Baba

Hastalanmış, yatıyormuş.

-Nesi varmış acaba?

-Bilmeyiz, oğlu haber verdi geçerken bu sabah.

-Keşki ben evde olaydım... Esef ettim, vah vah!”(s.60)

İlk kitabında bu türden tanıdığı insanların sıkıntıları, çaresizlikleri ile ilgili bazı hikâyelere yer veren Mehmet Âkif, şiirinin sonraki sürecinde ele alacağı toplumsal problemlere daha geniş çerçeveden bakışa da bir zemin hazırlar gibidir. Bu açıdan “Seyfi Baba”, “Küfe”, Hasır” gibi şiirleri yoksulluk ve sefalet sahnelerine ayrılmış içten anlatımıyla okurda ister istemez bir acınma ve merhamet duygusu uyandırmakta, şair anlatacaklarını kendi gözlemleriyle bir­leştirerek bu etkiyi güçlendirmektedir. Seyfi Baba’nın evini anlatırken, çok şey söylemeden amacına ulaşmayı başarır.

“Odanın loşluğu kasvet veriyor pek, baktım.

Şu fener yansa, deyip bir kutu kibrit çaktım.

Hele son kibriti tuttum da yakından yüzüne,

Sürme çekmiş gibi nûr indi mumun kör gözüne!

O zaman nîm açılıp perde-i zulmet, nâgâh

Gördü bir sahne-i uryân-ı sefâlet ki nigâh,

Şâir olsam yine tasvîri olur bence muhâl:

O perîşânlığı derpîş edemez çünkü hayal!”(s.62-63)

Yine “Köse İmam” şiirinde aynı yakınlığı, kişinin hikâyesini kendi hayatıyla birleştirerek verir: “İlmi az, görgüsü çok, fıtratı yüksek bir imam Tanırım ben, ki hayatında tanıtmıştı babam.

‘Kim bilir; şimdi ne âlemde benim şanlı Köse’m;

Görmedim üç senedir, bari gidip bir görsem..’

Diyerek, dün gece güç hâl ile buldum evini.

Koca insan; ne şetaretle kabul etti beni:

-Gel ayol gel, Hocazâdem, bizi ihyâ ettin...

Ne kerâmetçe tesâdüf; seni andıktı demin.”(s.113)

Aynı isimlerin daha sonra Asım kitabında karşılıklı konuşmalar içinde uzun bir şiiri oluştur­duğunu da burada hatırlayalım.

Okur açısından şiirin samimiyeti yönünden önem kazanan bir diğer sunuluş biçimi, konuş­malarla şiirin sürmesidir. Özellikle uzun şiirlerinin bir kısmında bu sunuluş biçimi, şiiri sıra­dan anlatım olma özelliğinden kurtardığı gibi, ilginç de yapar.

Yine Asım kitabından birkaç mısra:

“-Hoca keşfet bakayım, şimdi bu harbin sonunu?

-Onu Allah bilir amma, acaba var mı sonu?

-Ne demek! Nâ-mütenâhî mi bu? Elbette biter;

Tarafeynin biri ancak deyiversin ki: Yeter.

-Aklım ermezse de evlad, bu işin bitmesine,

İki şeyden biri lâzım..

-O nedir?

-Dinlesene:

İngiliz yok mu, o hâin, ya doyup patlamalı;

Yâhud aç kalmalıdır... Yoksa bizim fal kapalı.

Açma sen şimdi o yaprakları, oğlum beni sor:

Başımın derdi büyük, çaresi yok.. Olsa da zor.”(s.346)

Onun bir diğer kişilik özelliği dostluğudur. Tanıdık bildiklerini aramış, onlarla ilgilenmiş, bu ilgilerini şiirine taşımıştır. O sevdiğini tam sever, onun her nazına katlanır, hatta kusurları­nı hoş görür, sevmediğiyle de karşılaşmak bile istemez. İbrahim Bey, Köse İmam lakabını verdiği ve aynı adlı bir şiiri de bulunan Ali Şevki Efendi, Abbas Halim Paşa, Süleyman Nazif bu dost halkasından isimlerdir ve her biri bir şiirle anlatılmaktadır. Bunların dışında Ahmed Naim Bey, Şerif Muhyiddin Bey -ki ona da mektup niyetiyle yazılmış bir şiiri olduğu gibi, Safahat’ın sonunda konuşturduğu sanatkâr odur. Gölgeler’i de ona ithaf etmiştir.- Süleymani- ye Kürsüsü’nde şiirini ithaf ettiği Fatin Hoca, Neyzen Tevfik vb.

Haliyle onları anlatırken sevdiği bu insanların birtakım meziyetlerine yer vermiş, onları tercih ediş nedenini dolaylı yoldan şiirine taşımıştır. Görgülü olmak, karşılıksız sevmek, sözünde durmak, riyakâr olmamak bunlardan bazılarıdır. Onun bu yönünü yakın dostu Eşref Edip şöy­le anlatır: “Kendi işlerinde lâkayt görünmesine rağmen, sevdiklerinin her işine alâka gösterirdi. Sevdiklerile muhabbeti sever ve uzatır, beşuş bulunurdu. Sevmediklerine dürüst muameleden, kesin sözden hiç çekinmezdi.”[4] Örneğin “Merhum İbrahim Bey” şiirinin başında, bu zatın “fıt- raten mahviyete aşık, iştihâra düşman” kişiliğine dikkat çeker. Sonra da adeta ölümüne ağıt yakarcasına, şöyle devam eder:

“Demek, görünmeyeceksin ilel-ebed bana sen,

Demek, uzaktasın ey yâr-ı mihriban benden!

Hayata sen beni rabteylemiş iken, şimdi!

Aceb nasıl yaşarım söyle âh sensiz ben?”(s.54)

Onunla ilgili bir kitap yazan Mithat Cemal, Mehmet Âkif’in dostluğunu şöyle anlatır: “Dos­tunu, sevmek kelimesinin noksansız mefhumuyla seviyordu.: Öldüğü zaman, düştüğü zaman, dünya aleyhine döndüğü zaman; yanında olmadığı vakit, ve sevmeyenlerin yanında bulunsa bile.”[5] Örneğin Baytar mektebinden bir arkadaşının ölümünden sonra çocuklarına bakmış, onları kendi çocukları ile birlikte yetiştirmiştir.

Bir diğer özelliği dürüstlüğü, açık sözlülüğüdür. O sözünü sakınmaz, kendini gizlemez biridir. Şiiri için de bunu ifadeden çekinmez.

“Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek

Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek.”(s.214)

Dürüstlüğünün bir örneğini de Berlin’le ilgili hatıralardan verelim. Berlin’de bulunduğu sıra­larda şair Halil Edib’in oğlu Habib Edip Törehan onu ziyarete gelir. Şairin ismini duymuş, tanı­maktadır. Babasının ismini söyleyince de Mehmet Âkif kendisine büyük ilgi gösterir. Mehmet Âkif burada kendisine tahsis edilen lüks otel yerine ikinci sınıf bir oteli tercih etmiştir. Yemek­lerini de burada yemektedir. Bir akşam onu da davet eder. Habip Edip listeden olabildiğince ucuz bir şey ısmarlar. Yemekten sonra garson hesap pusulasını getirir. Âkif yemek pusulaları­nı imzalamakta imiş. Ona tercüme ettirerek hesaptan kendisinin yediği yemeği düşürmesini ister. Garson buna lüzum olmadığını söylese de şair ısrar eder ve çantasındaki “birkaç mark­tan” onun yemek parasını öder, Alman hükümetine kendi misafirinin parasını ödetmez.[6]

Sözünde durmak bir diğer meziyetidir.. Bu prensipler onu bazı hallerde çevresine karşı çok katı yapmış, bazen sevdiklerine kırılmış, ancak hep olması gerekeni göstermek için didin- miştir. Mithat Cemal’in ifadesiyle onda “kelimelerin mefhumu” yani rengi tektir. Birinin anla­mı diğerine karışmaz, karıştırılmaz. O bir namus meselesidir. Bu özelliğini belirttikten sonra, Âkif’in adam boyu kar yağdığı ve tramvay, vapur gibi hazzetmediği şeylerin işlemediği bir gün, söz verdiği için Beylerbeyi’nden Çapa’ya kendisine geldiğini, nasıl geldiğine şaştığını ifade edince de, ‘gelememem için kar, tipi kâfi değil, vefat etmem lâzım’ dediğini nakleder. Mithat Cemal, “İnsanların birbirine verdikleri sözün bu kadar korkunç bir şey olması o gün beni ürküttü.” değerlendirmesiyle bu anekdotu nakleder.[7]

Olduğu gibi görünmek, riyakârlıktan, başkalarına karşı el etek öpme tavrından uzak durmak onun en güzel meziyeti, karakterinin en yüce tarafıdır. Şairin son yıllarında arkadaşlarına, artık ikiyüzlüleri sever oldum, yaşadıkça yirmi yüzlü insanlar görmeye başladım’, diye yakın­dığını yine onlar zikreder.[8] Hatta onun şu mısraları bir “ahlâk manifestosu” gibidir.

“Zulmü alkışlayamam, zâlimi asla sevemem

Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem

Biri ecdâdıma saldırdı mı hatta boğarım

-Boğamazsın ki!

-Hiç olmazsa yanımdan kovarım.

Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam

Hele hak nâmına haksızlığa ölsem tapamam.

Doğduğumdan beridir âşıkım istiklâle

Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lâle.

Yumuşak başlı isem kim demiş uysal koyunum?

Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum.

Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim, Onu dindirmek için çifte yerim, kamçı yerim. Adam, aldırma da geç git diyemem aldırırım. Çiğnerim, çiğnenirim hakkı tutar kaldırırım.

Zâlimin hasmıyım amma severim mazlûmu..”(s.380-381)

Bir diğer özelliği diğerkâmlığı, yeni tabirle özgeciliğidir. İnsanları çıkar gözetmeden sevme, kişinin kendini başka insanların ve toplumun refahına, genel iyiliğine adaması olan bu fel­sefe, diğer insanlara karşı iyiliksever ve hoşgörülü olmayı gerektirir. Bu ahlâkî felsefenin te­melinde insanlara ve topluma karşı duyulan ödev duygusu yatmaktadır.[9] Aileden, yetişme tarzından, ortak değerlerden gelen bir etkileşim sonucu, bu duygu kişiyi, “herkesin benimse­diği değerlere bağlı kalmaya ve başkalarına yardımcı olmaya özendirmektedir.”[10] [11] O da böyle bir ödevle kendini yükümlü hissetmiştir.

Hakkın Sesleri’nde Balkan Harbi sonrası ülkenin perişan halini verirken duygusallığın boyutu sınır tanımaz.

“Gitme ey yolcu, berâber oturup ağlaşalım:

Elemim bir yüreğin kârı değil, paylaşalım:

Ne yapıp ye’simi kahreyleyeyim, bilmem ki?

Öyle dehşetli muhîtimde dönen mâtem ki!...

Ah! Karşımda vatan nâmına bir kabristan

Yatıyor şimdi.. Nasıl yerlere geçmez insan?

Şu mezarlar ki uzanmış gidiyor, ey yolcu,

Nereden başladı yükselmeye, bak, nerede ucu!

Bu ne hicrân-ı müebbed, bu ne hüsrân-ı mübîn..

Ezilir rûh-ı semâ, parçalanır kalb-i zemîn!”(s.187)

Toplum meseleleri karşısında sürekli ıstırap duyan Mehmet Âkif, bunu her fırsatta, gördüğü her olumsuzlukta dile dökmekten çekinmemiştir. Çünkü o mizaç itibariyle dışa dönüktür. Hep sokağa bakar, toplumu analiz eder, onun yaralarına dokunur. Bunu içinde bulunduğu toplumun iyiliği için yapan biridir. “Köse İmam” şiirinde bu bakış tarzı, bu baba dostunun ağzından şöyle verilir:

“Üç sınıf halka içim parçalanır, hem ne kadar!

İhtiyarlar, karılar, bir de küçükler; bunlar

Merhamet görmeli, yüz görmeli insanlardan;

Yoksa insanlığı bilmem nasıl anlar insan?”(s.118)

O, bu konuda açık sözlüdür, dürüsttür, samimidir. Herkesin derdini kendi derdi bilen bir an­layışla olaylara yaklaşır. O gördüğü haksızlıkları örtmeyi, görmezlikten gelmeyi değil, göster­meyi seçer. Bir yazısında bu tavrını şöyle anlatır: “Hele içtimaî dertlerimizi dökmekten, yara­larımızı açıp göstermekten hiç çekinmeyeceğiz. Bundan maksadımız bir takım zavallıların zannettiği gibi milleti ele, düşmana maskara etmek değildir. Meramımız, kendimizi değil, maskaralıklarımızı maskara etmektir. Tâ ki ülfet neticesi olarak, her gün yapmaktan hiç sıkıl- madığımız, hiç azap duymadığımız bir sürü fenalıkları yavaş yavaş bırakalım da elbirliği ile insanlığa doğru bir adım atalım.”11 Bu düşüncelerin sahibidir “Mahalle Kahvesi” ile maskara­lıklarımıza dokunan.

“Çamurlu bir kapı, üstünde bir değirmi delik:

Önünde tahta mı, toprak mı? Sorma, pis bir eşik.

Şu gördüğün yer için her ne söylesen câiz;

Ahırla farkı: O yemliklidir, bu yemliksiz!

Zemini yüz sene evvel döşenme malta imiş...

‘İmiş’le söylüyorum. Çünkü anlamak uzun iş,

O bir karış kirin altında hangi ma’den var?(s.105)

Onun Safahat’ta en çok üzerinde durduğu işte bu içtimâî dertlerimizdir. Bu eksikleri, kusur­ları verirken alaycı bir dille sık sık karşılaşırız. Çünkü o mizaha yatkındır. Bunun için hicivleri acımasız olur. İğneleyerek uyarmak, sarsarak kendine getirmek ister. Böyle hallerde hitap ettiği kesime yahut anlattığı ortama göre dili değişebilmekte, keskinleşmekte, argoyu da, halk dilinden bayağı sözleri de kullanabilmektedir.

Mesela “Berlin Hatıraları”nda kahvehaneleri karşılaştırırken şöyle der:

“Gıcır gıcır ötüyor ortalık titizlikten, Sanırsınız ki zemininde olmamış gezinen. Ne kehle var o mübarek döşekte hiç, ne pire; Kaşınma hissi muattal bu i’tibâra göre!..

Unuttum ismini... Bir sırnaşık böcek vardı..

Çıkar duvarlara, yastık budur, der atlardı.

Ezince bir koku peydâ olurdu çokça iti.

Bilirsiniz a canım. Neydi? Neydi? Tahtabiti!

O hemşerim sanırım, çoktan inmemiş buraya, Bucak bucak aradım, olsa rast gelirdim ya!”(s.303)

Her şey insanda başlar, bunun en çok farkında olan da elbette Mehmet Âkif’tir. Örneğin “Seyfi Baba” şiirinin sonunda, sefalet içinde yatarken ayrılmak zorunda kaldığı ihtiyara birkaç kuruş yardımda bulunmak ister. Ancak kese boştur. O da şiiri bir yakınmayla bitirir. “Ya ha- miyyetsiz olaydım, ya param olsa idi.”(s.64) Hamiyyet, namus, din, vatan gibi üstün değerleri koruma ve bunların saldırıya uğramasından dolayı öfkelenmedir.[12] Bu özelliktir ki onu her türlü olumsuzluklar karşısında harekete geçirir. Hakkın Sesleri’nde “Siz iyiliği emreder, kötü­lükten nehyeder..” diye başlayan ayetin yorumu niteliğinde şunları söyler.

“Bir, neyiz? Seyreyle artık, bir de fikr et, neymişiz?

Din de kürkün aynı olmuş: Ters çevirmiş giymişiz.

Nehy-i maruf emr-i münkerdir gezen meydanda bak:

En metin ahlâkımız, yahud, görüp aldırmamak.

Yıktı bin mel’un kalem nâmûsu, bizler uymadık

‘Susmak evlâdır’ deyip sustuk.. Sanırsın duymadık.”

Hatıralar kitabında yer alan bir hadisin yorumunda ise şunları söyler:

“Öyle saplandık ki levsiyyâta: Hâlâ çıkmadık!

Zulme tapmak, adli tepmek, hakka hiç aldırmamak;

Kendi âsûdeyse, dünya yansa, baş kaldırmamak;

Ahdi nakzetmek, yalan sözden tehâşî etmemek;

Kuvvetin meddâhı olmak, aczi hiç söyletmemek;

Mübtezel birçok merasim: İnhinâlar, yatmalar,

Şaklabanlıklar, riyalar, muttasıl aldatmalar;

Fırka milliyet, lisan nâmıyle dâim ayrılık, En samîmî kimseler beyninde en ciddî açık;

Enseden arslan kesilmek, cepheden yaltak kedi.”(s.291)

Bu düşüncelerle azimden, ümitten bahseder, tembelliği, miskinliği yerer. Dinine, vatanına sahip çıkmasını ister. İçine düşülen sosyal problemlerin, sıkıntıların temelinde bunları görür.

“Ye’s öyle bataktır ki; düşersen boğulursun.

Ümîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!

Azmiyle, ümîdiyle yaşar hep yaşayanlar;

Me’yûs olanın rûhunu, vicdânını bağlar

Lânetleme bir ukde-i hâtır ki: çözülmez...

En korkulu câni gibi ye’sin yüzü gülmez!

Mâdâm ki alçaklığı bir, ye’s ile şirkin;

Mâdâm ki ondan daha mel’un daha çirkin

Bir seyyie yoktur sana; ey unsur- îman,

Nevmid olarak rahmet-i mev’ûd-ı Hudâ’dan,

Hüsrâna rıza verme... Çalış... Azmi bırakma;

Kendin yanacaksan bile, evlâdını yakma! (s.195)

Bir başka yerde, Fatih Kürsüsünde şiirinde nemelazımcılığı yerer, sorumluluğa davet eder: “Emîn olun, bizi me’yûs eden felaketler, Vazife hissine bigânelik belâsı bütün;

Küçük, büyük ‘ne vazifem!’ desin de iş yürütün!

O hale geldi ki millet vazifesizlikten:

Vazife hissi de kâfi değil, bugün, cidden.

Evet, onun da fevkinde ihtiyaç artık.

O ihtiyaç ise: milletçe bir fedakârlık.”(s.254-55)

Bunun için çırpınır, bunun için yakınır. O bu konuda da örnektir. Milli mücadeleye İstanbul’dan ilk katılanlardandır. Cami cami, meydan meydan dolaşanlardandır.

Vefalı oluş onun bir diğer özelliğidir. O, çevresindeki insanları unutmamış, onları aramış, sö­züne sadık kalmış, hiçbir konuda vefasızlık etmemiştir. Bu konuda onunla ilgili anlatılan bir­çok hikâye vardır. “Seyfi Baba”, “Köse İmam” şiirlerinde büyüklerini, baba dostlarını ziyaretini anlatır. İşte başta söylediğimiz karakterinin eserin dışına taşması yönünün bir örneği budur.

Yine o, arkadaşı Midhat Cemal’in ifadesiyle, kibre düşman olduğu gibi, ilmin kibrine de hep düşman olmuştur. En güzel, en güçlü şiirleri yazdığı halde onları etrafındakilere okumaktan hep çekinmiş, okumamak için olmadık mazeretler sergilemiştir. İstiklâl Marşı Meclis’te oku­nurken içeride duramamış, dışarı çıkmıştır. Son yıllarında yazdığı bir kıt’ada kendini şöyle anlatır:

Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince, Günler şu heyulayı da, er geç silecektir. Rahmetle anılmak, ebediyyet budur amma, Sessiz yaşadım, kim beni nerden bilecektir.

Kısacası o, kendini problemini, kendi küçük özlemlerini, hayallerini şiirine katmamış, karakte­rinde var olan dışa dönük özelliğiyle şiirinde görünmüştür. Bunlar da yine ilişkilere, davranış­lara yansıyan yönlerdir ve örnek olabilecek niteliklerdir. Onun karakter olarak örnek bir şah­siyet olduğu ise, sade dostları tarafından teslim edilen bir hakikat değildir. Onu sevmeyenler bile bu yönünü takdir etmekten kendilerini alamamışlardır.

Ne mutlu örnek hayatlar yaşayabilenlere...

Kaynaklar

Cevizci, Ahmet, Felsefe Sözlüğü, Ankara, Ekin yay. 1996

Çağrıcı, Mustafa, “Hamiyet”, DİA, C.15, İstanbul 1997, s.481-482

Düzdağ, M. Ertuğrul, Mehmed Âkif Ersoy, Ankara, Kültür Bakanlığı yayınları 2002

Ersoy, Mehmet Âkif, Mehmed Âkif Ersoy’un Makaleleri, (Hazırl.: A. Abdulkadiroğlu- N. Abdulkadiroğlu), Ankara,

Kültür ve Turizm Bakanlığı yayınları, 1987

Ersoy, Mehmet Âkif, Safahat, (Neşre hazırlayan: M. Ertuğrul Düzdağ), İstanbul, Çağrı yay. 2006

[Fergan], Eşref Edip, Mehmed Âkif Hayatı-Eserleri ve Yetmiş Muharririn Yazıları, İstanbul 1962

Karakoç, Sezai, Mehmet Âkif, İstanbul, Diriliş yay. 1974

[Kuntay], Mithat Cemal, Ölümünün 50. Yılında Mehmet Âkif, Ankara, Türkiye İş Bankası Kültür yayınları 1986

Marshall, Gordon, Sosyoloji Sözlüğü, (Çev. O. Akınhay- D. Kömürcü), Ankara

 

Mehmet Âkif 100 Yıl Sonra Berlin'de / 2015
TYB'nin 62., Mehmet Âkif Ersoy Araştırmaları Merkezi'nin 10. kitabı...

[1]      Mehmet Âkif Ersoy, Safahat, (Neşre hazırlayan: M. Ertuğrul Düzdağ), İstanbul, Çağrı yay. 2006. (Alıntılar bu baskıdan
olacak ve şiirlerin yanında belirtilecektir.)
[2] Mehmet Âkif, İstanbul, Diriliş yay. 1974, s.43
[3]      Mehmed Âkif Ersoy’un Makaleleri, (Hazırl.: A. Abdulkadiroğlu- N. Abdulkadiroğlu), Ankara, Kültür ve Turizm Bakanlığı
yayınları, 1987, s.162-163
[4]      Eşref Edip, Mehmed Âkif Hayatı-Eserleri ve Yetmiş Muharririn Yazıları, İstanbul 1962, s.329
[5] Ölümünün 50. Yılında Mehmet Âkif, Ankara, Türkiye İş Bankası Kültür yayınları 1986, s.227
[6]     M. Ertuğrul Düzdağ, Mehmed Âkif Ersoy, Ankara, Kültür Bakanlığı yayınları 2002, s.57. (Hilmi Yücebaş, Bütün Cepheleriyle
Mehmet Âkif, İstanbul 1958, s.172’den)
[7]     Ölümünün 50. Yılında Mehmet Âkif, s.201
[8]     Ölümünün 50. Yılında Mehmet Âkif, s.249
[9] Ahmet Cevizci, “Özgecilik”, Felsefe Sözlüğü, Ankara, Ekin yay. 1996, s.407-408
[10] Gordon Marshall, Sosyoloji Sözlüğü, (Çev. O. Akınhay- D. Kömürcü), Ankara 1999, s.152
[11] Mehmet Âkif Ersoy’un Makaleleri, s.143-144
[12] Mustafa Çağrıcı, “Hamiyet”, DİA, C.15, İstanbul 1997, s.481
Bu haber toplam 1479 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim