• İstanbul 17 °C
  • Ankara 22 °C

Prof. Dr. Turan Koç: Mehmet Âkif’in Şiirinde Dinî Duyarlılığın İki Ucu

Prof. Dr. Turan Koç: Mehmet Âkif’in Şiirinde Dinî Duyarlılığın İki Ucu

Mehmet Akif’in şiiri, temel dinamikleri açısından, ge­leneksel şiirimizin bağlı olduğu dünya görüşüne yas­lanarak tercüman olduğu durum, olgu ve olayları de­rinden, daha açık bir ifadeyle lâhûtî ve nâsûtî (insanî) boyutlarıyla okuyan bir duyarlılığın dışavurumu ola­rak gelişir. Bu bakımdan, İlahî takdirin tezahürü olarak gelişen olaylarla insanın, biraz daha geniş bir planda İslam toplumunun irade ve eyleminin ne ölçüde bu­luştuğuna ilişkin idrakin keskinleştiği anlarda bu şiir izhar ettiği duyarlığın doruklarına yükselir. Akif’in şiiri tanık olduğu veya ilgilendiği olgu ve olaylar açısından bakıldığında, realiteye daha fazla vurgu yapıyormuş gibi görünse de, bu şiirin asıl üzerinde durduğu husus veya Akif’in genel düşüncesi açısından özellikle vur­gulanması gereken husus bu olup biten şeylerin İlahî takdir planındaki yer ve önemidir. Tam bu noktada insan irade ve özgülüğünün İlahî takdir karşısındaki konumu da ayrıca ve özellikle üzerinde durulması ge­reken bir konu olarak çıkar karışımıza. Hatta, Akif’in şiirine asıl dinamizmini veren şey, onun bu husustaki derin duyarlılığıdır.

Akif’in şiirinin duyargalarının hem tarihte, hem de tabiatta olup bitenlerle yakından ilgilenmesi bu şi­irin ayrıcalıklı bir yönünü oluşturmakla birlikte, onu özellikle modern gerçekçilik çizgisi üzerinden okumak ve yatay nedensellik ilkesine aşırı vurgu yaparak an­lamaya çalışmak bu şiiri hiç anlamamak olur. Akif’in şiirini, son tahlilde ihsanı, bir açıdan daha estetik boyutuyla tezahür ettirmiş divan şiirimizin, bu boyutunu ihmal etmemekle birlikte, ahlakî boyutunu da özellikle görünür kılarak tezahür etmiş bir durum alışı olarak görmek gerekir. Kısaca, ge­leneksel şiirimizin büyük bir sadakatle bağlı olduğu Tevhid ilkesinin bu şiirde de sonuna kadar gözetildiğine tanık oluruz.

Akif’in şiirini veya onun şiir ve sanatla ne yapmaya çalıştığını anlamak için eslafı- mızın fikir ve sanat adamlarıyla ilgili olarak kullandığı şu üç kavramdan yola çık­mak oldukça isabetli görünmektedir: İlim, fazilet ve şuur. Daha açık bir ifadeyle, Akif hem alim, hem ahlakî değerleri sonuna kadar gözeten fâzıl bir kişi, hem de bilgisinin yetişemediği yerlere kalbiyle yetişmeye çalışan bir şairdir. Şiir üzerinden konuşulduğunda, biraz cür’et gibi görünmekle birlikte, bilgi, ahlakî değerlere sa­dakat ve bu değerlerle ilgili bilinçlilik durumunun onun şiirin omurgasını oluştur­duğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Başka bir açıdan, Akif’in şiirine kalıcılığını sağla­yan veya ona asıl ayırdedici özelliğini kazandıran şey bu şiirin arka planında muaz­zam bir geleneksel bilgi birikiminin bulunması ve akidenin büyük hassasiyet gös­terdiği noktalarda bu şiirin de âdeta aynı hassasiyeti, aynı duyarlılığı göstermiş ol­masıdır.

Çok iyi bilindiği gibi, geleneksel dil ve kültürümüzde hemen hemen her kanat­ta yer alan düşünürler tarafından tenzih fikrine, yani Allah’ın her türlü noksan sı­fatlardan ve eksikliklerden münezzeh olduğu hususuna, kısaca O’nun aşkınlığına ve bambaşkalığına çok büyük bir vurgu yapılır. Ancak, bu anlayıştan asla taviz ver­mekle birlikte, başta sûfiler ve şailer olmak üzere, teşbihe, yani Allah’ın hazretiy- le her ân yüz yüze olduğumuz anlayışına ve hakikatine büyük bir önem ve öncelik verenler de olmuştur. İşte tam bu noktada yapıp etmelerimizin değeri çok önem­li bir kelamî (teolojik) problem olarak karşımıza çıkar. Akif’in dinî duyarlılığının fi­tillendiği yer, işte tam burasıdır. Dahası, Akif’in bu husustaki duyarlılığının onun şi­irinin temel dinamiklerini anlamak için de önemli bir çıkış noktası olacağı kanaa­tindeyim.

İmdi, bu bağlamda yapılmış felsefî ve teolojik tartışmaları bir kenara koyarak doğ­rudan doğruya Akif’e gelecek olursak, onun bu konuda asla Hölderlin’in söylediği türden bir “mahrumiyet duygusu” yaşamadığını görüyoruz. Tam tersine, o bütün olgu ve olaylarda İlahî takdirin tecellisini temâşâ ederken sürekli kendi kazanım- larının hesabını verme endişesi içinde olmuş ve mütemadiyen yoğun bir acziyet duygusu yaşamış biridir. Akif’in şiiri böyle bir duygu ve tecrübenin dil düzeyindeki en güzel yorumlarından birini verir bize. Bu açıda bakıldığında güzel bir kuldur o. “Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem;” diyor o Safahat’ın daha başın­da, “Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım!”

Buraya kadar söylediklerimizi bir basamak daha ileriye götürecek olursak, Akif’in dinî duyarlılığının tezahür çizgisi bakımından bütün Safahat’ı “Tevhid Yahud Fer- yad” adlı şiirin bir açılımı olarak görmek mümkündür. Daha açık bir ifadeyle, her bir perdesi İlahî irade tarafından düzenlenmiş bir oyunla karşı karşıyayız. Burada caniler, katiller hep O’nun tarafından ileri sürülmekte ve bu figüranların cür’eti de yine O’ndan gelmektedir. Akif’in olup bitenler karşısındaki bu inanç ve duygusu İs­lam dünyasının o gün yüz yüze geldiği olaylar ve milletin mukadderatının sözkonu- su olduğu durumlarda çok derin ve fırtınalı bir toplu haykırışa dönüşür:

Yâ Rab, bu yüreklerdeki ses dinmeyecek mi?

Senden daha bir emr-i sükûn inmeyecek mi?

Her ân ediyorsun bizi makhûr-i celâlin,

Kurban olayım, nerde senin, nerde cemâlin?

Akif’in samimi dindarlığının terennümü ve tercümanı olan bu dizeleri, başta bu dizelerin yer aldığı “Tevhid Yahud Feryad” adlı şiir olmak üzere, bütün Safahat’a hakim olan gramer açısından okuduğumuzda, onun tipik bir biçimde Eş’arî çizgide gelişen bir akide ve anlayışa sahip bir düşünür-şair olduğunu görürüz. Dolayısıyla,

Yâ Rab, bu uğursuz gecenin yok mu sabâhı?

Mahşerde mi bîçârelerin , yoksa felâhı!

Nûr istiyoruz.... Sen bize yangın veriyorsun!

“Yandık!” diyoruz.... Boğmaya kan gönderiyorsun!

dizelerinde ve benzeri başka şiirlerde dile gelen serzeniş ve yakınmalarını, onun dinî duyarlılığının samimiyet derecesinin birer göstergesi olarak okumak gerekir. Bilindiği gibi, Eş’arîlik insanın yapıp-etmelerinde, yani eylemin gerçekleşmesinde İlahî takdir ve yaratmaya çok büyük bir ağırlık vermekle birlikte, bu gerçekleş­me işinde insanın kendi kazanımlarını (kesb) da son derece önemli ve gerekli gör­mektedir. “Yarı-cebrîlik” (cebr-i mutavassıt) denen bu anlayış ya da tutumun bü­tün İslam dünyasının geleneksel dinî duyarlılığının ana damarını oluşturduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Akif’in şiirlerinde dışa vuran şey işte bu duyarlılığın o gün­kü şartlarda ortaya koyduğu durum alışın, tabir caizse, somut bir ifadesidir. Ala­bildiğine sıcak tartışmalara sebep olmuş böyle bir konuda Akif’in yaklaşımı, yine Allah’ın her yaptığına kendi iradesiyle teslimiyet gösterecek türdendir. Zira, diyor o;

Bir fâilin icbârı bütün gördüğüm âsâr!

Cebrî değilim. . . Olsam İlâhî ne suçum var?

Sonuç olarak, Akif İlahî takdirin gölgesinde gelişen olaylar karşısında insanın ken­di irade ve eylemiyle kazanımda bulunmasının, yani varolma iradesi ve çabası için­de bulunmasının son derece önemli olduğuna inanmaktadır. Onun bu tutumu­nun Süleyman Çelebi’nin, “Yâ İlahî Hazretinden hâcetim” diye seslenen yakarışın­dan pek de farklı olmadığı açıkça ortadadır. Zira, “İstiklal Marşı’ndaki, “Rûhumun senden, İlâhî, şudur ancak emeli:” dizesini yöneten derin gramerin Süleyman Çelebi’nin münâcâtının dilini yöneten gramerle aynı olduğu gün gibi ortadadır.

Akif’in şiiri, biraz cür’etle konuşacak olursak, derin grameri bakımından, İlahî meşî’etle kulun kesbinin buluşma çizgisine tırmanan bir duyarlılığın dışavuru­mu olarak ortaya çıkar. Akif’in bütün şiirlerinde şu veya bu şekilde kendisini iz­har eden bu duyarlılık aslında Gazalî, Mevlânâ, Muhammed İkbal, Bediüzzaman Said Nursî, M. Hamdi Yazır Elmalılı ve Sezai Karakoç gibi büyük düşünür ve şairler­de gördüğümüz o derin mümin tavrıyla örtüşen bir duyarlılıktır. Başka bir ifadey­le, bu şiirlerde Allah’ın varlığına ilişkin veya benzeri bir konuyu problem edinen fikrî tırmanışlar neredeyse hiç yok gibidir. Bunun yerine, Akif açısından asıl önem­li olan kendimizi var kılmaktır. Bu da emaneti üstlenen bir kulun kendi varoluşu­nu gerçekleştirme uğrunda İlahî takdirin bir parçası olma arzu ve çabasından baş­ka bir şey değildir.

Akif’in, olup biten her şeyde Allah’ın iradesinin tecellisini gören tavrı, özellikle İs­lam dünyasının 20 nci yüzyılda yaşadığı kanlı çalkantı ve yıkımlara şahit olduk­ça, âdeta bir isyan çizgisi üzerinden, “cebrî” denebilecek bir renge bürünür. Yine, “Tevhid Veya Feryad” adlı şiirden aşağıya aldığımız iki beyitle “Üçüncü Kitab”ın başındaki ilk iki dize bu konuda oldukça kışkırtıcı bir mahiyette görünür:

Bir sahne midir yoksa bu âlem nazarında?

Bir sahne ki milyarla oyun var üzerinde!

Bir sahne ki her perdesi tertîb-i meşiyyet;

Eşhâsı da bâzîçe-i âvâre-i kudret!

İlâhî, emrinin âvâre bir mahkûmudur âlem;

Meşiyyet sende, her şey sende . . . Hiçbir şey değil âdem!

Yani, gözümüzün önünde olup bitenlere baktığımızda âdeta İlahî iradenin oynat­tığı bir kukla oyununu seyreder gibiyiz. Buradaki bütün kişi ve kahramanlar onun bir oyuncağı gibidir. Akif’in böyle bir görüşü benimsediği zehabına kapılmak onun asıl görüşünü ve yukarıda işaret ettiğimiz, şiirini yöneten derin grameri hiç anla­mamak anlamına gelir. Akif Allah’ın lütuf, inayet ve hatta çok büyük ölçüde de ka­hır ve celalinin tecellisine tanıklıkla geçmiş, dolu dolu bir dindar hayatı yaşamış­tır. O bu konuda Hölderlin’in işaret ettiği türden bir mahrumiyet duygusu, yani Allah’ın âlemle ilgilenmediği (!) şeklinde bir duyguyu hiç tatmamış biridir. Şiirle­ri ve o koca hayatı buna tanıktır. Hatta Akif’in Allah’ın âlemdeki tasarrufuna iliş­kin duyarlılığı öylesine yüksektir ki onun bu husustaki derin duyarlılığını belli bazı büyük sufilerin cezbeli duyarlılığına denk olduğunu söylemek bile mümkündür. Akif’in bu konudaki duyarlılığını, bir başka açıdan, Allah karşısında ürperti ile karı­şık umut içinde olma durumundan, ürperti ve korkunun daha ağır bastığı, Celâl’in tecellisinin daha çok farkında olan bir duyarlılık olarak görebiliriz. Safahat’ın “Be­şinci Kitabı”nın başındaki şu dizeleri, durumun vahametinin boyutlarını ele veren yakınmasını onun, her şeye Gücü Yeten Allah’a nasıl ulaştırdığına işaret eden sa­mimi bir kulluk gösterisi olarak almak gerekir.

Ey bunca zamandır bizi te’dîb eden Allah;

Ey âlem-i İslam’ı ezen, inleten Allah!

Doğrusu, Dördüncü Kitabın son dörtlükleri de bu duygularla dolu bir dua tonunun bir açıdan kürsüden, bir açıdan bütün cemaatle ve âdeta bütün bir ümmetin ağ­zından şiirsel ifadeleridir. Hatta “Âsım”daki bir dizeden hareketle söyleyecek olur­sak, bu tür ifadeleri samimi bir müminin “dert dökmesi” olarak görmek bile müm­kündür. Ama o kadar içten ve Allah’a o kadar yakın ki bu dualar. . . İnsan katılma­dan edemiyor:

Yetmez mi Celâlinle göründüklerin artık?

Kurbân olayım, biz bu tecellîden usandık!

Bir fecr-i ümîd etmeli ferdâları te’mîn....

Göster bize yâ Rab o güzel güleri....

- Âmin!

Ferdâlara kaldıksa eğer. . . nerde o ferdâ?

Hâlâ mı bu İslam’ı ezen mâtem-i yeldâ?

Hâlâ mı bu âfâka çöken perde-i hûnîn?

Nârın yetişir. . . Bekliyoruz nûrunu....

- Âmin!

(Küçük bir hatırlatma: Bu dörtlüklerin yüzeysel grameri ile “Amîn!! Seslerinin aynı formu paylaşması şiirin derin gramerini yöneten duyarlılığın nerelere kadar uzan­dığı ve bu duyarlılığın camilere ve mümin gönüllere nasıl döşendiği konusu da ay­rıca üzerinde durulmaya değer bir husustur.)

Akif’in dinî duyarlılığının boyutları ile ilgili olarak buraya kadar onun şiirinden şa­hit tuttuğumuz örnekler daha çok Allah’ın celâl ve kahrıyla tecellisi karşısında te­rennüm ettiği yakınmayla karışık yakarış tonundaki şiirlerdir. Bu şiirlerde daha çok İlahî meşietin eseri olan iş ve durumlara dikkat çekildiğine tanık oluruz. Oysa, onun dinî duyarlığının tabir caizse öteki ucunu da tüm bu olup bitenler karşısın­da inanmış insanın durumu ve ona düşen görev ve sorumluklar karşısındaki idraki oluşturur. “Hakkın Sesleri” adlı Üçüncü Kitabın ilk şiirindeki şu dizeler Akif’in ahit olduğu İlahî celalin tecellisinin beşerî düzeyde sorumluğunu bilmeyen ve kendi­ni gerçekleştirmekten kaçınan Müslümana yöneltilmiş bir itham ve paylama ola­rak geçekleşir.

Sus ey dîvâne! Durmaz kâinâtın seyr-i mu’tâdı.

Ne sandın? Fırtına ahkâmı hiç dinler mi feryâdı?

Bugün, sen kendi kendinden ümîd et ancak imdâdı;

Evet, sen kendi ikdâmınla kaldır git de bîdâdı.

Cihan kânûn-i sa’yin, bak, nasıl bir hisle münkâdı!

Ne yaptın? “Leyse li’l-insâni illâ mâ-se”â” vardı!

Bu ve benzeri dizelerde karşımıza çıkan duyarlılığı düzyazı cümlelerine dökerek açacak olursak, Akif’in emaneti üstlenmenin, sorumluluk duygusu taşımanın, kı­saca mükellef olmanın ne anlama geldiğini iliklerine kadar duyarak yaşamış bir Muhsin bir mümin olduğunu görürüz. Onun özgürlük anlayışı ve ahlakî duyarlılığı­nın temelinde bu mükellefiyet bilinci yatar. Akif’in, damarında akan kanın Allah’ın kudretinin bir çağıltısı olduğuna ilişkin bilinci onun kişiliğini ören ve takviye eden ve dolayısıyla şiirine can veren en önemli kaynaktır. O, bu konudaki bilinçlilik de­recesi ne kadar yüksekse o kadar mümin; ne kadar kendini gerçekleştirirse o ka­dar varolduğu anlayışından hiç uzak kalmamıştır. Hatta bu konuda gösterilecek bir zaaf Akif açısından akide suçu işlemekle bir yerde aynı anlama gelir. Ama onun İs­lam dünyasının içinde bulunduğu çöküntü ve ezilmişlik durumu karşısında yaşadı­ğı çapraz duygular da yine o ölçüde derin olmuştur. Zira Akif’in en varoluşsal diye­bileceğimiz kaygısı vatan evlatlarının, millet-i merhûme’nin ve daha ileride bütün İslam dünyasının topyekun bir “varolma cesaretine” sahip çıkmasıdır. “İnsan” şii­rinin son üç dizesi bu konuda söylenebilecekleri özetler niteliktedir:

Semâlardan inen te’yidisin gûya ki takdîrin!

Teharrîden usanmazsın teâlîden teâlîye

Atıldıkça, “Atılsam şimdi, dersin, başka âtîye!”

Düz dille ifade edecek olursak, “Sen âdeta göklerden inen takdirin bir müyyide- si, doğrulayıcısın; doruklara tırmanmaktan asla usanmazsın; gözün hep ilerilerde, daha ilerilerde!” Zira halife olarak yaratılan insana bundan başkası yaraşmaz. Zira yaratma aralıksız devam etmektedir ve zira varolmak bu yaratılışa katılmaktan ge­çer. Ve değil mi ki,

Âsümânî (gökyüzünden), hâkdânî (yeryüzünden) cümle mevcûdât için

Kurtuluş yok sa’y-i dâimden, terakkiden (durmadan koşmak ve çıkmak­tan) bugün.

Yer çalışsın, gök çalışsın, sen sıkılmazsan otur!

Bunların hakkında bilmem bir bahânen var mı? Dur!

Mâsivâ(yer ve gök) bir şey midir, boş durmuyor Hâlık bile:

Bak tecellî eyliyor bin şe’n-i gûnâgûn (türlü iş eylem) ile.

Ey bütün dünya ve mâfîhâ (varlıklar) ayaktayken, yatan!

Leş misin, davranmıyorsun? Bâri Allah’tan utan!

Elbette, Akif’in dinî duyarlılığını burada kısaca temas etmeye çalıştığımız iki uç ile sınırlamak doğru olmadığı gibi, mümkün de değildir. Burada yapılmak istenen, sa­dece, onun bu tutumunun, geleneksel dinî duyarlılığımızı besleyen ana damarla ne ölçüde örtüştüğüne ilişkin bir yoklamadır. Kaldı ki onun dinî duyarlılığının ne­relere kadar uzandığı konusunda çok önemli ipuçları veren ve âdeta Hazret’e açıl­mış o vecd ve istiğrak anlarından taşarcasına boşalan başka şiirleri de vardır. Böy­le anlarda şiir yağmurla toprağın buluştuğu o kokulu sarmaş dolaş anlarını yaşatır bize. Te “İstiğrak” şiirinden iki dize:

Zemîn lebrîz-i âsârın; semâ pâmâl-i envârın:

Avâlim merâyâ-yı nazar pîrâ-yı dîdârın.

“Yani, yeryüzü kudretinin tecellisiyle dolu; gökyüzü nurlarının tozu-toprağı. Âlemler ise baştan aşağı Dîdârının bakışlarımızı süsleyen bir aynasından başka bir ey değildir.”

Ve kalpte olana, oraya çarpana ve elde kalana gelince; “İlâhî!” diyor Akif;

Lâhî! Söktüm attım, işte hücrem şimdi çırçıplak: Ne âfâkında tek kandil, ne mihrabında seccâde; Ezelden bildiğin toprak, bütün varlıktan âzâde. Serilmiş secdelerdir bekleyen yerde mihmânı; Bu üryan şu’le dersen, sînemin pâyansız îmânı.

Mehmet Âkif Bilgi Şölenleri’nin dördüncüsünde sunulan bildirilerden oluşan ve 2010 yılında basılan kitap Mehmet Akif Ersoy Araştırmaları Merkezinin beşinci kitabı.
 
Bu haber toplam 1380 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim