Onların yakın arkadaş olmalarının temelinde olayları değerlendirme biçimleri, değerler karşısındaki tavırlarıdır. Mehmet Akif Ersoy’un Safahat’ı, Mithat Cemal’in de Üç İstanbul adlı romanı; ikisinin karakteristiklerini simgeleyen özellikleri barındırırlar. Mehmet Akif, yaşadığı dönemi sorgulayan, eleştiren, düşündüklerini ve doğru bildiklerini söylemekten asla çekinmeyen bir aydındır. Bu bakımdan hiçbir dönemde, merkezi otoriteye yaranamamıştır. O’nun yaşadığı dönemi sorgulaması, yapılan haksızlıkları dile getirmesi, toplumun yoksulluğu ve uğradığı haksızlıklara dikkat çekmesinin nedeni budur. Safahat, şiirlerinin yazılış tarihleri de dikkate alınarak baştan sona gözden geçirildiğinde O’nun hayat tarzı olarak benimsediği değerlerin yanında, ne pahasına olursa olsun, durduğu görülecektir. Mithat Cemal Kuntay da, 1908 öncesinde başlayıp Mütareke dönemine giden süreci anlattığı Üç İstanbul romanında, değerlerinden kopan bir toplumun düştüğü içler acısı durumu gözler önüne sermiştir. Bu bakımdan birisi romanda, diğeri şiirde birbirine benzer iki onurlu duruş söz konusudur. Ama bu duruşların büyük paydasının da Mehmet Akif Er- soy olduğunu unutmayalım.
Şimdi Safahat’ta ve Üç İstanbul’da ülkemizin felaketler döneminde İstanbul’u değerlendirme bakımından iki edebi şahsiyetin eserlerini gözden geçirelim.
Mehmet Akif ve Safahat
Birinci Safahat’a giren şiirler 1908 - 1910 yıllarında Sırat-ı Müstakim dergisinde yayımlanmışlardır. Safahat’ın ilk bölümü 44 parça şiir bir araya getirilerek kitap- laştırılmıştır (1911). Akif ilk şiirden başlayarak öncelikle kendi şiir düşüncesini ortaya koymayı yeğlemiştir. Toplumun sesi olmak öncelikli hedefidir:
Bana sor sevgili kari, sana ben söyleyeyim
Ne hüviyette şu karşında duran eş’arım
Bir yığın söz ki samimiyeti ancak hüneri
Ne tasannu bilirim çünkü ne sanatkarım
Akif bu önsözüyle daha önceki şiirlerde ve diğer şairlerde görülen sanat yapma özentisini bırakacaktır. Şiirinin tek hüneri de samimiyeti olacaktır.
Hayır benim hayal ile yoktur alışverişim
İnan ki her ne demişsem görüp de söylemişim
Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek
Sözüm odun gibi olsun hakikat olsun tek
Akif, İlk Safahat’ta kendi hayatından ve toplumun çeşitli kesimlerinden getirdiği hikâyeleri nakleder. Küfe, Hasır, Meyhane, Mezarlık, Seyfi Baba, Bayram, Selma, Kör Neyzen, İstibdat, Kocakarı ile Ömer, Mahalle Kahvesi ve Köse İmam gibi şiirler böyledir. Bu gibi şiirlerde toplumsal aksaklıkları kendi dünya görüşü ve insanlık anlayışı çevresinde ele alır, bir bakıma insanlara yol gösterme görevini de üstlenerek duygularını dile getirir.
Birinci Safahat’ta toplumsal aksaklıklar, imparatorluğun merkezi olan İstanbul hareket noktası alınarak anlatılır. Çünkü İstanbul, bütün İmparatorluğu simgeleyen mekândır. İstanbul’da yaşanan olaylar, bu mekânda yaşanan olaylara gösterilen tepkiler bir döneme, bütün memlekete şamil edilmelidir, Topluma dair düşüncelerini ortaya koyan Akif’in hareket noktası toplumsal hayat ve İstanbul’dur. Küfe şiirinde yoksulluğun boyutları bir çocuğun idealleri ile yaşamak zorunda olduğu hayat karşılaştırılarak verilir:
Bizim mahalle de İstanbul’un kenarı demek:
Sokaklarında gezilmez ki yüzme bilmeyerek!
Adım başında derin bir buhayre dalgalanır, Sular karardı mı, artık gelen gelir dayanır! Bir elde olmalı kandil, bir elde iskandil,
Selâmetin yolu insan için bu, başka değil!
Elimde bir koca değnek, onunla yoklayarak,
Önüm adaysa basıp, yok, denizse atlayarak, (Akçağ Yay. 2007, s.54)
Buraya kadar anlatılan kısım İstanbul’un 1911 öncesindeki hâlini gözler önüne sermektedir. Kenar mahallelerin çamuru, insanların yoksulluğunu ve çektiği acıyı da açıklar mahiyettedir. Şairin elindeki koca değneği ada ve deniz atlamada kullanması da mübalağa ile olayın vahimliğini açıklamaya hizmet eder. Şiirin hemen peşinden gelen yüzyıllık, döküntü evler tanımlaması da imarın, bakımsızlığın boyutlarını ortaya koyar.
Küfe şiirinde idealleri ile yaşamak zorunda olduğu hayat arasındaki çatışmayı yaşayan bir çocuğun dramı anlatılır. Hasan adlı bu çocuğun yaşadığı mekân, onun mahkum olduğu hayatın da habercisi durumundadır. Zabit olmak ideali ile belirli bir yaşa gelmiş Hasan’ın hamal olan babasının ölümü ile farklı bir hayata mahkum oluşu hikâyenin çatısını oluşturur. Ancak burada Akif’in acıma duygusu gibi bir yüksek değer normu karşımıza çıkar. Sonra bu duygu toplumsal bir tepkiye dönüşür;
Bizim çocuk yaramaz, evde dinlenip durmaz;
Geçende Fatih’e çıktık ikindi üstü biraz.
Kömürcüler Kapısı’ndan girince biz, develer
Kızın merakını celp etti, daima da eder:
O anda mekteb-i rüştiyyeden taburla çıkan
Bir elliden mütecaviz çocuk ki, muntazaman
Geçerken eylediler ihtiyarı vakfe-güzin...
Hasan’la karşılaşırken bu sahne oldu hazin...
Evet, bu yavruların hepsi, pür-sürûd-ı şebâb,
Eder dururdu birer âşiyân-ı nûra şitâb.
Birazdan oynayacak hepsi bunların, ne iyi,
Fakat Hasan, babasından kalan o pis küfeyi,
-Ki ezmek istedi görmekle reh-güzârında-
İlel-ebed çekecek dûş-ı ıztırârında!
O yük değil, kaderin bir cezası ma’sûma...
Yazık, günahı nedir, bilmeyen şu mahkûma! (s.56-57)
Yukarıda İstanbul’da yan yana yaşayan zengin ve yoksul karşılaştırılmaktadır. Bu karşılaştırmada Akif, yoksullardan yana tavrını ortaya koymaktadır. Hatta yukarıdaki son mısra bir bakıma isyan niteliği de taşımaktadır.
Yine Birinci Safahat’taki Bayram adlı şiirde mutlu ve kutsal günlerdeki İstanbul’un görünüşü anlatılır. Fatih’te çocukların sevinci görülmeye değerdir. Bu, bir bakıma yaşanan acılara verilen bir mola gibidir. Daha doğrusu Mehmet Akif’in sürekli görmeyi arzu ettiği bir manzara.
İstibdat adlı şiir, Abdülhamit’in dönemini yorumlamadır:
Yıkıldın, gittin amma mülevves devr-i istibdat
Bıraktın milletin kalbinde çıkmaz bir mülevves yad
Diyor ecdadımız makberlerinden: Ey sefil ahfad
Niçin binlerce masum öldürürken her gelen cellad Huruş etmezdi mezbuhane olsun kimseden feryad
O birkaç hayme halkından cihangirane bir devlet Çıkarmış bir zaman dünyayı lerzan eylemiş millet Zaman gelsin de görsün böyle dünyalar kadar zillet Otuz üç yıl devam etsin, başından gitmesin nekbet Bu bir ibrettir amma olmayaydık böyle biz ibret (s.112)
Akif İstibdat dönemini bu sorgulamadan sonra İstanbul’da gezen bir adam olarak karşımıza çıkar. İstanbul’un hâli perişandır.
Bizim mahalleye poyraz kışın da uğrayamaz
Erir erir akarız semtimizde geldi mi yaz
Baharı görmeyiz amma latif olur derler Çiçeklenirmiş ağaçlar, yeşillenirmiş yer. Demek şu arsada ot bitse nev-bahar olacak Ne var gidip Yakacıklarda dem güzar olacak. Füsulu dörde çıkarmaz bizim sokaklarımız Kurak çamur iki mevsim tanır ayaklarımız.
Bu satırlar da İstanbul’un perişan görüntüsüdür. Eski dönemlerde tabiatın bütün güzellikleriyle sergilendiği mekanlar; şimdi yalnızca kuraklığa ve çamurluğa mahkum edilmişlerdir. Akif bu görüntü çirkinliğini de bir eleştiri olarak dikkatlere sunar.
I. Safahat’ta İstibdat’ın hemen peşinden gelen Hürriyet şiirinde de İttihat ve Terakki ile gelen devrime övgü söz konusudur. Mahalle Kahvesi şiirinde de yine İstanbul’un çirkinlikle şekillenmiş yüzü dikkatlere sunulur.
Ne hastanesi kalmış zavallı eslâfın
Ne bir imareti bitmiş elinde ahlâfın
Bu sözler İstanbul’da hemen önceki (eslaf) ataların ve gelecek nesillerin çokmuş, çürümüş bir mekanla karşılaşacaklarını ortaya koymaktadır. Geçmişin bıraktığı mirasın yaşayanlar tarafından iyi değerlendirilmediği düşüncesi herkese sitem ve suçlama niteliğindedir.
Safahatta döneme ait eleştirilerini mekandan hareketle dikkatlere sunan Mehmet Akif; mekândan hareketle yaşadığı dönemi sorgular. Birinci Safahat’ta İstanbul, bütün değerlerinden uzaklaşmış, çökmüş, harap olmuş, kendini kaybetmiş bir mekan durumundadır.
İkinci Safahat, Süleymaniye Kürsüsünde adını taşır, 1912’de basılmıştır. İttihat ve Terakki işbaşındadır. Mehmet Akif de onların yanında yer aldığı için güçlüdür. O artık dünya görüşünü ortaya koyan bir şahsiyet durumundadır.
Süleymaniye Kürsüsünde, şairin Galata köprüsünden Süleymaniye’ye kadar yürür. Müslümanların İslâm’ın ve İmparatorluğun başkentinde yaşadığı perişanlığını anlatır. Süleymaniye’nin görüntüsünden hareketle bütün toplumun panoraması çizilir.
Köprüden çok geçerim, hem de ne kadar geçtimse
Beni hiç sevketmedi bir kerecik olsun ye’se
Ne Halic’in o yosun çehreli miskin suları
Ne onun hilkate küsmüş gibi durgun kenarı (s.181)
Akif, burada yine sorgulayan eleştiren bildiğini söylemekten çekinmeyen özelliğiyle karşımıza çıkar.
Hakkın Sesleri 1913’te yayınlandı. Akif burada bazı ayetlere yorumlar getirir. Balkan Savaşlarının getirdiği acıları, insanımızın kimlik ve değer kaybını irdeleyen Akif’in bu şiirlerde de hareket noktası gözlemleridir, dolayısıyla da İstanbul’daki görüntüleri esas alır.
Evler tünek olmuş ötüyor bir sürü baykuş...
Sesler de: “Vatan tehlikedeymiş... Batıyormuş!”
Lâkin hani milyonları örten şu yığından
Tek kol da “Yapışsam...” demiyor bir tarafından!
Sahipsiz olan memleketin batması haktır;
Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır.
Feryâdı bırak, kendine gel, çünkü zaman dar...
Uğraş ki, telâfi edecek bunca zarar var.
Feryâd ile kurtulması me’mûl ise haykır!
Yok, yok! Hele azmindeki zincirleri bir kır! “İş bitti... Sebâtın sonu yoktur!” deme, yılma, Ey millet-i merhûme, sakın ye’se kapılma! (s.233).
Burada anlatılan evler ve kendini zamanın akışına bırakan insanlar bir dönemin İstanbul’unu, dolayısıyla İmparatorluğu temsil etmektedirler. Bunlardaki çökme, yıkılma bütün memlekete aittir.
Görüldüğü gibi Mehmet Akif, değerlerinden uzaklaşmış, bütün davranışlarını çıkarlarından yana tavır alarak yönlendiren insanlara karşı duyarlılığını, yüksek değerlere olan bağlılığını her zaman ortaya koymuş bir aydınımızdır. O’nun bir dönem İstanbul’unu değerlendirmesiyle Mithat Cemal Kuntay’ın, anlatmaya bağlı bir edebî eser olan Üç İstanbul’da dile getirdikleri arasında benzerlik dikkati çeker boyuttadır.
Üç İstanbul 1938 yılında yayımlanmıştır. Roman II. Abdülhamit dönemi, II. Meşrutiyet - İttihat terakki dönemi ve Mütareke dönemini konu almaktadır. Bu üç dönemde değişmeyen tek şey, insanların kendi çıkarlarını toplumsal çıkarların çok önünde görmeleri ve gücü elde edebilmek adına bütün insani değerlerden uzaklaşmalarıdır. Kenan Çağan ile Köksal Alver, üç dönemin birleştiği noktaları şöyle tanımlamaktadırlar: “Dönemlere damgasını vuran olgu ise yönetici elitlerin, elit olup yönetimle göbek bağı kurmuş çevrelerin çeşitli ilişkileri, yönetime uzak düşmüş halk tabakasından küçük örnekler ve özelde elit tabaka ile iktidar merkezleri arasındaki derin bağlardır. Böyle bir zaman aralığında İstanbul’un üç hâli, bu üç hâl içerisinde ülkenin hâl-i pür melâli ve İstanbul elitinin üç dönem içerisindeki çıkarcılığı, dalkavukluğu, çürümüşlüğü ve kokuşmuşluğu anlatılır” (2002:576-577).
Üç İstanbul’da Osmanlı İmparatorluğunun dağılma öncesindeki çürümüşlük, dağınıklık, toplumun bütün katmanlarına sirayet etmiş bozulma söz konusudur. Roman, Mithat Cemal Kuntay’ın, İstanbul’a çökmüş bir dağınıklığa, çürümüşlüğe isyanıdır.
Mithat Cemal Kuntay Üç İstanbul romanında kendi döneminin tanıklığını yapmıştır. 1885 doğumlu Mithat Cemal, 1901 - 1908. 1908 - 1918 sürecini 16 ile 23 ve 23 - 33 yaşları civarında idrak etmiştir. Bu çerçevede roman kahramanı Adnan’ın başından geçen olayların büyük bir kısmının Mithat Cemal’in hayatıyla benzerlik gösterdiğini de söyleyebiliriz. Zaten Mithat Cemal’de Bu romanda olay örgüsünün geçtiği zaman dilimi, Türk milletinin yakın tarihteki en karmaşık üç dönemini konu almaktadır. Tarihsel boyutundan çok çağ romanı niteliğindeki bu eserde, İstanbul’un İkinci Meşrutiyet öncesi II. Abdülhamit dönemi, İttihat ve Terakki ile işgâl yıllarındaki görüntüsü, roman kurgusu içerisinde gözler önüne serilir. Roman; 93 harbi nedeniyle sekiz yaşındayken Rumeli’den İstanbul’a gelip yerleşen, hukuk eğitiminden sonra yazarlıkla uğraşan, sınıf atlamak çabasındaki tipik bir Osmanlı - Türk aydını olan Adnan Bey çevresinde gelişir. Romandaki hemen bütün kişiler Adnan ile ilişkileri nispetinde romanda yer alırlar. (Çelik, 2009: s.34)
Üç İstanbul romanında da tıpkı Safahat’taki gibi zenginlerle yoksullar iç içedir. Bir tarafta yoksulluk içerisinde kıvranan insanlar, diğer tarafta konaklar içerisinde ihtişamla yaşayanlar vardır. Kurguda yer alan mekânlar, yaşayış tarzını, sosyal ve siyasal bozulmayı bütün yönleriyle temsil etmektedirler. Bütün semtleriyle romandaki asıl mekân olan İstanbul dışında Hidayet’in konağı, Moiz’in konağı, Kerim Paşanın konağı, Maliye Nazırının konağı, Adnan’ın Nişantaşı’ndaki büyük konağı ihtişamı; ekonomik ve siyasal gücün simgesi durumundadırlar. Diğer mekânlar da, yoksulluğu, acıyı ve arayışı simgelemektedirler.
Fethi Naci, Üç İstanbul’u Tevfik Fikret’in Sis şiiri ile birlikte değerlendirir: “Çürüyen, yozlaşan İstanbul ve İstanbul'un çürümüş, yozlaşmış insanları... Mithat Cemal Kuntay’ın romanından sürekli olarak bir leş kokusu gelir burnunuza. İstanbul’un birbirini izleyen üç dönemini bütünüyle yansıtmak isteyen yazar, gözlerini hep bu kokuşmuşluğa dikmiştir: Yalnız kişisel çıkar ardında koşan insanlar, dalkavuklar, jurnalcılar, ikiyüzlüler, ancak başkalarının kötü durumlara düşmesiyle mutlu olanlar, birbirlerinin kuyularını kazanlar, birbirlerinin karılarını baştan çıkaranlar, birbirlerinin servetlerine göz dikenler; Tevfit Fikret'in söyleyişiyle ‘Hep levs-i riyâ, levs'i hased, levs'i teneffü'” (2002: s.70). Fethi Naci’nin yukarıdaki tanımlaması, Üç İstanbul romanının genel özeti mahiyetindedir. Naci, özellikle şehrin çürümüşlüğü üzerinde durur. Bu düşünce ve bakış tarzını Safahat’taki şiirlerde de yakalamak mümkündür.
Üç İstanbul’da devlet bürokrasisinin çöküşü de dile getirilir. İstanbul’da zengin kadrosu sürekli değişmesi, devlette üst düzey yöneticilerin siyasi idareye göre el değiştirmesi, Mütareke döneminde İstanbul’u yabancıların istila etmesi gibi. Adnan’ın yaşadıkları ve ondaki değişimle romanın, özlemle beklenen İttihat ve Terakki’nin bir ülkeyi yönetebilecek deneyimden ve insani ve sosyal alt yapıdan mahrum olduğunu ortaya koymak istediğini de söyleyebiliriz. Bu bakımdan, Mithat Cemal’in, İttihat ve Terakki’nin bu özelliğiyle toplumu Mütareke dönemine götüren süreci hazırladığını da belirtmeye çalıştığını söyleyebiliriz.
Üç İstanbul romanında iki dürüst kişilikle karşılaşırız: Şair Raif ve Dağıstanlı Hoca. Bu iki karakter; yazarın da dünya görüşünü simgelemektedirler. Adnan’ın çevresindeki insanlardan da iki olumlu karakter vardır. Bunlardan birisi Raif diğeri de Dağıstanlı Hoca’dır. Dağıstanlı Hoca, dönemin bütün çalkantılarına rağmen istikrarlı bir hayat sürdüren dinine bağlı bir insandır. Abdülhamit yönetimine, zulme ve haksızlığa karşıdır. Ateşli bir vatansever olan Dağıstanlı Hoca, adaletin hüküm sürdüğü iyi bir yönetime özlem duymaktadır. Mihhat Cemal, O’nu anlatırken, dönem içinde Abdülhamit’in algılanma biçimini de ortaya koyar: “Dağıstanlı Hoca, Fatih’teki sarıklılardan ayrı adamdır. Baş açık namaz kılar. Dostları ona ‘ayran içen Luther’ derler. Mahallesinde de adı çıkmış: Bakkalın, kasabın ‘gavur hocası’dır. Sultan Hamid’i Darüşşafaka’daki ders kürsüsünde üç kere fetva vererek kendi kendine hal’etti. Sırtı, göğsü sırmalı kazaskerlere ‘Haccaci Zalimin kavasları’ der. Bir tek oğlu var; kendi tabiriyle ‘Abdülhamit’in kanı ile abdest alsa, oğlunun cenaze namazını kılmaya razı’dır.
O, zulme kızdığı zaman çok şirindi. Memleket adalet ile idare edilseydi, simasını kaybeder, umumileşir, bakkal manalı soğuk bir adam olurdu” (s.68). Dağıstanlı Hoca, dönemin ve şartların gerektirdiği tarzda değil, inandığı tarzda yaşamaktadır. Yaşadığı tarzı yansıtmaktan da çekinmemektedir. Bu özellikleriyle romanda anlatılan kişinin Mehmet Akif’e çok benzediğini de unutmamamız gerekir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.