• İstanbul 14 °C
  • Ankara 21 °C

Şiirle düşünmenin zirvesi: Mehmed Âkif

D. Mehmet DOĞAN

Mehmed Âkif, Türkiye’de en fazla bilinen, tanınan şairdir. Onun İstiklâl Marşı şairi olması tek başına böylesine yaygın bir ilgiyi açıklamaya yetmez.

Şiir külliyatı 7 kitaplık Safahat, Türk edebiyatında hiçbir esere nasib olmayan bir ilgiye mazhar olmuş, milyonlarca basılmış; Türkiye’de neredeyse Safahat’sız ev kalmamıştır. Hakkında en çok konuşulan, yazılan, kitap neşredilen edibimiz de o dur.

Safahat ne kadar okunmuştur? O ayrı bir bahis!

Şair Âkif 19. Yüzyılın sonunda ve 20. Yüzyılın başında yaşamış, 1908’en sonra Safahat’ı teşkil eden şiirlerini yayınlamış, bazı tarihî hadiselerimize karışmış, davası, mücadelesi olan bir şahsiyettir. Onun şiir külliyatı aynı zamanda şiirle düşünmenin zirvesidir. Şiiri okunup geçilen değil, üzerinde düşünülmeyi gerektiren bir muhtevaya sahiptir. Şiirle fikrin uyuşmazlığı Âkif’in şairliğinin tartışılmasına yol açar. Fakat şiirleri fikir yüklü olmasına rağmen büyük şiir kudretiyle şairliğini kabul ettirir. Düşünce şiirinde şiiriyeti yakalamak, lirizme ulaşmak zordur, fakat Âkif’in çoğu zaman bu zorluğu aştığı görülür. Kendisinden sonraki fikir şiiri yazan şairler üzerinde etkisi, Yahya Kemal, Nâzım Hikmet ve Necip Fâzıl dahil, bârizdir.

Onun şiirlerinde, günlük hayatla ilgili olanlar yanında derin ve çetrefilli kader meselelerine kadar birçok konunun ele alındığını görürüz. Güçlü ilim geçmişimizin kurumu olan medresenin kendini tekrarlayan bir yapıda sürdürülebildiği bir zamanda dinî tefekkür medrese dışında oluşmaya başlamıştır. Medreseli fakat devrinin ilim ve fikir hayatından da haberdar olan bazı şahsiyetler, 20. Yüzyılda bu bakımdan daha etkili bir yerde durmaktadır. Elmalılı Muhammed Hamdi, İzmirli İsmail Hakkı, Aksekili Ahmed Hamdi bu bağlamda hatırlanabilir. Mehmed Âkif medresede okumamakla beraber, müderris olan babasından ötürü, medrese bilgilerine vakıf olmuştur. Babası için “hem hocam, hem babamdır” der. Onun dinî ilimlerle ilgili bilgilerini zamanın bazı âlimlerinin dersleriyle genişlettiği gibi, okumalarıyla da güçlendirdiği anlaşılmaktadır. Buna Arapçaya hâkimiyetini ve hafızlığını da eklemek lâzımdır. Netice olarak Âkif bu nitelikleriyle, “son devrin İslâm akademisi” olarak kabul edilen Dârü’l-hikmeti’l-İslâmiye üyeliğine seçilmiştir.

Âkif’in pozitif ilim tahsili yanında Fransızcaya vukufu dolayısıyla dönemin Avrupa’sının ilim ve fikir hayatını takip ettiği, yazılarından ve şiirlerinden çıkarılabilmektedir. Devrinde bu nitelikte başka bir şair ve yazarımızın olmadığını söyleyebiliriz. Mesela Tevfik Fikret pozitivisttir, fakat pozitif ilimlerle ilgili bilgileri sathidir, lise mezunudur. Âkif pozitif ilimlere vakıftır, fakat pozitivist değildir.

Âkif, iki asırlık temel meselemiz olan yaşadığımız asırda Müslüman kimliği ile var olma konusunda hem fikirleri hem tavrı olan, istikamet sahibi sıradışı bir şahsiyettir.

          İki kimlik şairi: Mehmed Âkif ve Yahya Kemal

Aydınlar arasında Batı medeniyetine tam mânasıyla teslim olmaktan başka çare kalmadığı fikrinin hâkim olduğu bir devirde iki önemli isim, hayatlarıyla, eserleriyle ve mücadeleleriyle bu anlayışa yüksek seviyede itiraz ettiler: Mehmed Âkif ve Yahya Kemal.

Bu iki şahsiyetin cevabı esas itibarıyla birbirinden farklı tarzda ve üslupta olmakla beraber çok farklı mahiyette değildir. 

Mehmed Âkif, Türkiye’de pozitif ilim tahsil etti; ilk defa açılan Baytar mektebinde okudu. Dünya kavrayışında bu tahsilin önemli rolü olduğu söylenebilir. Pozitivizmi benimsemedi, fakat pozitif metodları, yaklaşımları, aklîliği ön plana aldı. İslâm’ı anlayış ve anlatışında da bunun tesiri görülebilir. Din anlayışında tasavvufî unsurlara yer vermemesini de buna yorabiliriz. Batı medeniyetine karşı olmamakla beraber, samimi bir Müslüman olarak bu medeniyeti temsil eden sömürgeci batıya karşıdır. 

Yahya Kemal, pozitivizmin çıkış yeri olan Fransa’da sosyal-siyasî ilimler tahsil etti. Elbette pozitivizmin ağır tesirleri onun şahsî düşünüşünü, dünya kavrayışını büyük ölçüde etkiledi. Fakat, “Mektepten memlekete” dönen bir sosyal bilimci ve edebiyatçı olarak milletini, onun birikimini ve yaşatıcı değerlerini esastan tanıyarak Batı karşında var olabilme zeminini tanımlamaya yöneldi. Dinle ilgili yaklaşımı da sosyal bilimciliği ile açıklanabilir. 

Yahya Kemal dönemin birçok Avrupa hayranı genci gibi Fransa’ya kaçmış, orada bu hayranlık dönüşüm geçirmiş ve kendi medeniyetinin, ülkesinin değerini daha iyi kavramıştır. Fransa’dan döndüğünde ev, yani ülke değişmiştir. 1912 yılı, Osmanlı Devleti’nin yeni gailelerle boğuştuğu bir dönemin başlangıcıdır. Balkan bozgunu, ardından 1. Dünya Harbi ve nihayet Millî Mücadele...

Yahya Kemal, bu süre içinde, dilini, kültürünü bulmak ve onu sağlam temeller üzerinde devam ettirmenin şartlarını ortaya koymak için uğraşır. Nihayet, milliyetçiliğin, türkçülüğün revaç bulduğu, aydınları etkilediği bir dönemde, millet vakıasını ve milliyet kavramını tabiî temellerinde tarif etmeye yönelir. Türkiye’de milliyetçilik, sentetik ve buyurgan bir ideoloji olarak ortaya çıkmıştır. Milletten, onun değerlerinden kaynaklanmak yerine, milleti kendi tariflerine göre biçimlendirmek esas gaye olarak görülmüştür.

Netice olarak, iki şairin eserlerine bakarak şunu söyleyebiliriz: Mehmet Âkif dinin, İslâmın tebliğcisi; Yahya Kemal, dinin oluşturduğu kültürün terennümcüsü. 

Mehmet Âkif’in pozitif bilim okumuş bir kişi olarak gerçekçi tasvirlerle, mevcut durumu eleştiren tutumuna karşılık Yahya Kemal, Fransa’da sosyal bilimlerle meşgul olmuş bir edebiyatçı olarak kötülükleri, olumsuzlukları sergileyerek değil, millet olgusunu uzvî/organik çerçevede yorumlayarak düşüncesini şiirleştirir. Mehmed Âkif, imanın doğrularını tebliğ etmek isterken, Yahya Kemal İslâm’ın hayata geçmiş, kültür hâlinde halkın yaşadığı kimlik yapıcı, birleştirici tarafını tasvir eder. Âkif, bir bakıma tümdengelim (istidlâl) diyebileceğimiz tarzda fikirlerini ortaya koyar. Yahya Kemal ise, tümevarım (istikra) tarzında düşüncesini geliştirir.

İkisi de kimlik şairidir; Mehmet Âkif, dinin gereklerini söylüyor, Yahya Kemal milliyetin. Yahya Kemal’e göre, “milletlerin mayası kan değil, dindir”. Din, toplumun esas kimlik yapıcısı, yüzyıllarca tarih ve kültürü yoğurmuş, insan davranışlarını şekillendirmiş. Yahya Kemal sentetik milliyetçilik yerine, tabiî olandan, yaşanandan, halkın varlık sebebi olan, mukavemetini sağlayan unsurlardan “milliyet” çıkarıyor. Bu da çoğu zaman dinden ayrılamıyacak bir yapıdır. 

          Dünyanın birikimini dikkatten kaçırmamak

Müslüman zihni, dünyanın birikimini döneminde veya dönem öncesi olsun dikkatten uzak tutmamıştır. Antik felsefe ile tanışmaktan kaçınmamış, o birikimi bilen bir zihinle yoluna devam etmiştir. Müslümanların sonraki yüzyıllarda bu geniş kavrayışı sürdüremedikleri malûmdur. Dış dünyada olup bitenleri görmezden gelerek, kendi kabuğunu çekilerek var olmak, selefilik veya vahhabilik olarak tezahür etmiş, buna karşılık batıyla yüzyıllardır temas halinde olan Osmanlı zihni dünya kavrayışını yeniden inşayı gerekli görmüştür.

Mehmed Âkif’in Mevlâna’nın pergel mecazında ifade ettiği tarzda bir ayağını sağlam bir zemine yerleştirerek diğer ayağı ile arayışa giren bir fikir önderi olduğunu söyleyebiliriz. Onun düşüncesinde, Kur’an merkezî bir yer işgal eder. Âkif, Kur’an-ı Kerim’in Müslümanın hayatını tanzim eden mevkiinden uzaklaştırılarak mezarlıkta okunan bir kitap haline getirilmesinden yakınır:

Ya açar Nazm-ı Celîl’in, bakarız yaprağına;

Yâhud üfler geçeriz bir ölünün toprağına.

İnmemiştir hele Kur’ân, bunu hakkıyle bilin,

Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için!

Kur’an’ın hayatımıza dönüşü nasıl mümkün olabilir? Âkif bunu, Âsım kitabında temellendirmeye çalışır. Önce medresenin “çoktan yürüdüğünü”, yani bittiğini, tesirini kaybettiğini; İbnü'r-Rüşd, İbn-i Sîna, Gazâlî, Seyyid, Râzî gibi âlim ve mütefekkirlerin geride kaldığını belirtir. Bu noktada şerhçilik geleneğini eleştirir, on şerhe bakıp, bir kuru ma’nâ çıkarıldığını, yedi yüz yıllık eserlerle bu dinin ihtiyacını telafi etmenin kabil olmadığını söyler.

Ona göre, zamana bağlı olarak ortaya konulan eserlerin ötesine geçmek, geçmiş bilgileri de taşıyan bugünkü birikimimizle konuya yaklaşmak gerekmektedir. Âkif işte bu heyecanla konuşur:

Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhâmı,
Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm'ı.

Tabiî doğrudan doğruya Kur’an’dan ilham almak öncelikle yüzyıllardır çözülememiş ictihad meselesini önümüze getirmektedir. İçtihadın zorlukları çok tekrarlanmıştır. Âkif de bu zorluklardan bahseder, fakat yine de “ilham” alarak da olsa, Kur’an’ın hayatımızın düzenleyicisi olması fikrini savunur. 

İkinci mısra, yani İslâm’ın asrın idrakine söyletilmesi de aynı şekilde farklı tepkilere yol açmıştır. Fakat bundan sonra gelen mısra, bu iki parlak mısraın gölgesinde kalmıştır:

Kuru da’vâ ile olmaz bu, fakat ilm ister.

Bu mısra ihmal edilerek, hatta tek başına mısralardan biri okunarak yanlışa düşmek kaçınılmazdır.

Birinci mısra, yani doğrudan doğruya Kur’an’dan ilham almak, 1960’ların islâmcı radikalizminden bir cüz olan mealcilikte Kur’an’ı mealine söyletmeliye indirgenmiştir. Mealden ahkâm çıkarmak hatasına düşülmüştür. Âkif’in Cumhuriyet’in başlangıç döneminde Kur’an tercümesi-meali hazırlamakla meşgul olması, bunun zorluklarını anlamamıza yardımcı olabilir. Âkif’in mealinin Diyanet’e teslim edilen ilk tecrübe kısmındaki anlamlandırmaların, daha önce yine Âkif tarafından farklı şekillerde yapılması dikkat çekicidir. Âkif’in mealinin son hali günümüze ulaşsa idi, muhtemelen ilk tecrübede verilen anlamların da değişikliğe uğradığını görecektik. Bu sebeple, rahatlıkla söyleyebiliriz ki, günümüzde sayıları dört yüze ulaşmış, belki de geçmiş meallerden birine bakarak, ahkâm kesmek bizi sağlıklı bir noktaya ulaştırmaz.

İkinci mısra da bazılarınca “İslâmı asra uydurmak!” şeklinde anlaşılmak/ anlatılmak istenmiştir.

Mehmed Âkif, sadece Kur’an’ı çok okuyan, ezberleyen bir mümin değildir; esasen böyleleri çoktur. Âkif, Kur’an’ın hakikatini anlamaya ve anlatmaya çalışan bir noktada durmaktadır. Şiirlerinde ortaya koyduğu düşünce dünyası, Kur’an merkezlidir. Bu yüzden doğrudan veya dolaylı olarak Kur’an’a atıflar bir haylidir. Bazı mısraları, beyitleri Kur’an âyetlerinin şiir olarak meali-ifadesi şeklindedir. Yazılarında çoğu defa Kur’an âyetlerinin tefsirinden hareketle görüşlerini geliştirir. 1912’de İstanbul’un selâtin camilerinde başlayıp 1922’ye kadar cami kürsülerinden verdiği vaazlarda, âyet meallerine, tefsirlerine çok sık rastlanır. Âkif’in, yaptığı işin gereği olarak serbest bir tefsir tarzını benimsediği söylenebilir. Onun yaptığı esas olarak lafzî (literal) tahliller şeklinde değildir, özle, ruhla ilgilidir. Âkif, lafzî tahlillerin öneminin farkındadır, fakat bu zaten yapılalagelmektedir. Onun esas gayesi, Kur'an’ın mesajını en etkili şekilde gününün insanına ulaştırmaktır. Âyetin hedeflediğini beyan etmek veya varmak istediği sonuca işaret etmek şeklinde bir yorumlama tarzı geliştirir. Zıddını söyleyerek yokluğu halinde karşılaşılacak sonucu ortaya koymak yolunu seçtiği de olur. Esasen bütün bu tarzlar, tefsir kavramının kapsamı içindedir. Âkif örneklerini gerçeklik üzerinden verir, böylece Kur’an’ın, nâzil olduğu devrin olaylarını izah ettiği gibi, günümüzde olup bitenler konusunda da kılavuzumuz olduğunu gösterir.

Âkif, ilim kavramını konunun merkezine koyar. Bu ilmin sırf bugünün bilgileri olmadığı açıktır; daha doğrusu, öncelikle Kur’an ilimleri olduğu şüphesizdir. Bu çağın insanı, bu ilimlerin tamamlayıcısı olmamakla birlikte yaşadığı dünyanın bilimlerine, bilgilerine, düşünceyi harekete geçiren hadiselerine vâkıf olmaktadır. Bütün bunları yok saymak mümkün değildir.

Bu yüzden, “günümüzde inancına sahip çıktığı halde asrın idraki kavramının dışında kalarak yazan, çizen, fikir ortaya koyan kimse yoktur” diyebiliriz. “Asrın idraki” kavramına şu veya bu şekilde itiraz edenler de buna dahildir!

Neden batılı edebiyat tarzları ile yazıyoruz, neden geçmiş yüzyılların mazmunları ile ifade tarzımızı sürdürmüyoruz? Neden yazılarımızda gerekli veya gereksiz batılı edebiyatçıların, düşünürlerin eserlerine atıfda bulunuyoruz? Bugünün şartlarında batının/dünyanın birikimini görmezden gelerek düşündüğümüzü, sanat yaptığımızı söylemek mümkün mü? 

Burada asıl mesele şu: Mehmed Âkif doğrudan doğruya Kur’an’dan ilham alacak geniş bir birikime ve kavrayışa sahipti… Acaba ondan sonra gelenlerden kaçı böyle bir iddia ile ortaya çıkabilir? 

İlham, akıl, kalb

Bu mısralar üzerinde düşünürken, gözden kaçtığını sandığımız bir hususa da dikkat etmeliyiz. Mehmed Âkif doğrudan doğruya Kur’an’dan “ahkâm çıkarmak”tan değil, “ilham almak”dan sözetmektedir. İlham kelimesinin mânası bize düşünme, akletme merkezi olarak beyni değil, kalbi hatırlatmaktadır. İlham, geniş mânasıyla içe doğma, kalbe gelme şeklinde açıklanabilir. Tasavufda Allah'ın kullarının kalbine getirdiği mâna olarak kabul edilir. Âkif’in böylece aklı aşan bir düşünme tarzından sözettiğini çıkarabiliriz.

Akletme, yalnızca beyinle, dimağla ilgili olarak görülür/bilinir. Kalb de akleden bir organımız olabilir mi? Kur’an’da sezme, anlama ve bir şeyin mahiyetini kavrama kalble ilgili olarak görülmüştür. Akletmenin, anlamanın kalbin işi olduğu A‘râf sûresinde belirtilmektedir (179). Akıl müstakil bir kelime olarak Kur’an’da geçmez, ruh ile kalp arasında ilişki kurulur. Kur’an’da, ruhla beden arasında bağlantı noktası olarak kalb zikredilir ve akıl yürütme fiili ona hasredilir. (Hac/46); Kaf/37)

Kalbin akletmesi konusunu Erol Göka, 2020 yılının son aylarında yayınlanan Kalpten isimli kitabında ele alıyor. Kur’an-ı Kerim, kalbi imanın, takvanın ve vahyin mahalli olarak gösteriyor. “Kur’an’da ve hadislerde, akletme istidadının kalbe verildiği dışında bir bilgiye rastlanmıyor. Bu durum doğrudan doğruya aklı, ‘kalb’ kavramının müradiflerinden birisi haline getiriyor ve Kur’an’da hep bahsedilen ‘akletme’nin mânasını asla istidlalî (kıyas yoluyla çıkarıma dayalı) düşünme ile sınırlayamayacağımızı gösteriyor.” (Erol Göka: Kalpten. sf. 26)

Eski literatürümüzde aklın niteliklerini açıklamaya yarayan bazı terkipler var ki, beyin ve kalbin aklının farklılaşması konusunda bizi uyarıyor. Akl-ı maaş: Geçim düşüncesi. Akl-ı faal: Faal akıl; yapıcı, işleyici akıl. Akl-ı hayvanî: Hayvanî akıl, içgüdü. Bunlar için bir merkez aranırsa, elbette kalb hatıra gelmez. Akl-ı kül ise tabiatta görülen ilâhî nizam demektir. Kalbin bu nizama ayarlı olarak aklettiğini söyleyebiliriz. Akl-ı maad: Geleceği kavrayan akıl, basiret. Akl-ı selim: Doğru karar verebilen, selâmete eren akıl, sağduyu. Akl-ı maad ve akl-ı selimin kalble ilgilendirilmesi uygun düşer. Bugünün düşüncesinde aklın nitelikleri ile ilgili kavramların varlığından haberdar değiliz. Dilimizin nasıl bir sığlaşma içinde olduğunun belirtilerinden biri de budur. Bir tek sağduyu kelimesi dolaşımdadır. Burada da kavram aklın dışına, duyular alanına çıkarılmıştır.

Mehmed Âkif burada “idrak”e yönelik konuşuyor. Âkif’in yakın dostu Hasan Basri Çantay mealinde, yukarda zikri geçen A’raf sûresindeki ibareyi “onların kalbleri vardır idrak edemezler” şeklinde anlamlandırmıştır. Bugünün türkçesinin sarsılmış zihni, “idrak”in yerine hemen “algı”yı koyar. Algı idraki idrak edemez! İdrak etmenin bilme ve anlamanın ötesinde bir mahiyete sahip olduğunu dikkate almalıyız. Bir şey, duyular vasıtasıyla idrak edilir, ancak idrak duyularla hissedilenin ötesinde, şuurlu bir farkına varmadır.

Kalbin akletmesi, gerçekten önemli bir husus. Hatta akletmeyi derinleştiren, zenginleştiren çok yönlü hale getiren bir imkân. Kalbin, aklın pozitif, benmerkezli düşünme tarzını ahlakî ve estetik kavrayışla bütünleyerek düşüneni bilgi ötesi bir noktaya, marifete ulaştırması sözkonusudur ve Âkif de sözünü böyle bir mutevada ifade etmek yolunu seçmiştir.

Hece Dergisi, 2021 Mayıs Sayısı

hece_sayi-293_mayis-2021_on-kapak-600x600.jpg

Bu yazı toplam 185 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim