• İstanbul 17 °C
  • Ankara 19 °C

Sözlüklerin Peşinde…

Sözlüklerin Peşinde…
Sözlüklere ilgim tam olarak üniversiteye hazırlık yıllarında başladı (1988). Okuduğum cümleyi tam olarak anlamamın önündeki engelin kelimeleri gerektiği kadar bilmemem olduğunu fark ettim.

Galiba Ruskin İngilizlere söylüyordu: “Her dilden lügatlar bulunmalı kütüphanenizde. Okuduğunuz metinde hiçbir karanlık kelime kalmamalı.” diye. İnternetin her eve girmediği yıllardı. İlk olarak TDK.’nın iki ciltlik sözlüğünü aldığımı hatırlıyorum. Onun Osmanlıca kelimelere mesafeli olduğunu fark edince yazarları arasında Hekimoğlu İsmail’in de olduğu büyük Osmanlıca sözlüğe sarıldım. Onun da daha ziyade Risâle merkezli bir sözlük olduğunu fark edince, Ferid Develioğlu’nun ele avuca sığmayan ama bir o kadar da kullanışsız olan sözlüğünü almıştım. O yıllarda Türkçe’yi bütün zenginliği ile kucaklayan bir sözlüğe rastlamamıştım.

Sözlüğe duyduğum alâkanın belki de asıl sebebi Cemil Meriç’in Susam ve Zambaklar’dan naklettiği şu cümle: “Bir aydın yabancı dil bilmese de olur, çok kitap okumasına da ihtiyaç yok. Yeter ki anadilini gerçekten bilsin. Kelimeleri şecereleriyle tanısın. Asil olanları adilerinden ayırsın.” (Bu Ülke, 1992, s. 108)

Eskilerin sözlüğe “kâmus” dediğini pek çoğu bilir de Arapça’da kâmusa niçin kâmus dendiğini çok az kişi merak etmiştir. Haddizâtında bu dilde sözlük kelimesinin asıl karşılığı “mucem”dir. Tâ ki meşhur sözlükçü Fîruzâbâdî (ö. 817/1415) gelip, okyanus adını verdiği el-Kâmusu’l-Muhît’i yazıncaya kadar... Sözlüğü o kadar çok beğenilir ki zamanla “kâmus” kelimesi “mucem”in önüne geçer. Fîruzâbâdî’nin bu eseri Ayıntâplı Âsım Efendi’nin tercümesiyle Türkçe’de bir sözlük klasiği haline gelmiştir. Tercüme o kadar başarılıdır ki “hiçbir tercüme aslının yerini tutmaz Terceme-i Kâmûs müstesna” denmiştir. Gerçekten de Âsım Efendi sanki Arapça’nın zenginliği karşısında mahcup olmamak istermişçesine, kılı kırk yaran bir titizlikle Türkçe’nin kenarda köşede kalmış mahalli kullanımları da dâhil, bütün kelime haznesini seferber etmiştir. O yüzden Kâmûs tercümesi Türkçe açısından da son derece kıymetlidir.

Arap Dili’nin ilk sözlüğü, çok erken denilebilecek bir dönemde, henüz hicri II. asırda Halil b. Ahmed (ö. 175/791) tarafından kaleme alınmıştır: Kitâbü’l-Ayn. Halil aynı zamanda aruzun da mucididir. Biyografi kitaplarında hakkında söylenen şu cümle, her ne zaman yâdıma gelse yüreğim burkulur: “Halil b. Ahmed sazdan kulübelerde yaşarken, onun kitaplarından alıntılar yapanlar, kâşânelerde keyif sürdüler.”

Sonra öğrenmeye çalıştığım dillerde Arapça-İngilizce, İngilizce-Arapça, İngilizce-Türkçe, İngilizce-İngilizce vs. sözlükler edinmeye başladım. Aldığım her sözlüğün farklı bir hususiyeti olmalıydı. Mesela; İstanbul’a bir İngiliz bahriyelisi olarak gelip Bâb-ı Âli Tercüme Odası’nda çalışan J. Redhouse’un (1811-1892) hazırladığı, English and Turkish Lexicon (İngilizceden Türkçeye Lügat Kitabı) (1922) gibi. Sözlüğü benim açımdan çekici yapan tarafı, İngilizce kelimelerin karşılıklarının 19 yy. Osmanlı Türkçesi’yle verilmiş olmasıydı. İngilizce bir kelimenin Osmanlı Türkçesi’ndeki karşılığını bulmak, hem doyurucu hem de keyifli oluyordu. Daha başka entelektüel merakları da uyandırabiliyordu. Farz edelim ki terörün bu topraklara henüz ayak basmadığı o yıllarda teröristi nasıl açıkladığını merak ettiniz: “Terrorist: Korku vererek nüfûzunu ibkâya çalışan habis.”

Sözlükte farklı hususiyet deyince, Cevâlikî’nin (ö.540/1145) Arapçaya yabancı dillerden giren kelimeleri konu alan Muarreb’ini veya Seâlibî’nin (ö.429/1038) kelimeler arasındaki nüansları veren ve bir tür konulu sözlük olan Fıkhü’l-Lüga’sını ve tabi İbn Sîde’nin (ö. 458/1066) aynı konudaki sözlüğü olan Muhassas’ı unutmamak gerekir. Yeri gelmişken bu ilginç sözlükten “mekân”lara dair verdiği bilgiden birkaç misal verelim:

1. İçinde bina olmayan her araziye (arsa:  عَرْصَةٌ) denir.

2. Her büyük dağa (ahseb: أخْثَبٌ ) denir.

3. Her korunmuş, içindekine ulaşılmayan yere (hısn:حِصْنٌ ) denir.

4. Dağlar ya da tepeler arasında olup, sel için bir menfez olan yere (vâdi:  وَادٍ) denir.

 Sözlükten bir diğer konu maddesi:

1. İçinde içecek olan bardağa (keʿs: كأسٌ) denir. Eğer bardak boşsa ona (zücâce: زُجَاجَةٌ) denir.

2. Üzerinde yemek varsa sofraya (mâide: مَاءِدَةٌ) denir. Aksi takdirde (hıvân: خِوانٌ) denir.

3. Bardak kulplu olursa (kûz:كُوزٌ) denir. Eğer kulpsuz olursa (kûb: كُوبٌ) denir.

4. Kalemin ucu açık olursa (kalem: قَلَمٌ) denir. Aksi takdirde (ünbûbe: اُنْبُوبَةٌ) denir.

5. Yüksüğün kaşığı olursa (hâtem: حَاتَمٌ) denir. Eğer kaşı yoksa (fetha: فَتْحَةٌ) denir.

 

Sözlük bende bir tutku, sözlük almak Tanpınar’ın tabiriyle “zevk-i husûsi” haline gelmişti. Artık kimin çalışma masasında özelliği olan farklı bir sözlük görsem, alıp inceliyor, imkân bulunca da alıyordum. Mesela, 90.000’in üzerinde örnek cümle ihtiva eden Collince Cobuild’ın English Language Dictionary’sini böyle bir esnada keşfettim. Okuduğum bölüm icâbı daha çok Arapça sözlüklerle hemhâl olsam da İngilizce sözlükler de ilgi alanımın dışında kalmıyordu.

Meraklılarının malumu olduğu üzere, bizde en zayıf sözlükler -bilhassa o yıllarda- Türkçe’den yabancı dillere yapılan sözlüklerdir. Mesela İngilizce-Türkçe geniş, iyi hazırlanmış bir sözlük bulmak mümkünken, Türkçe-İngilizce için bu pek mümkün değildi. İngilizce bölümünde okuyan bir arkadaşımın evinde ilk kez Pars Tuğlacı’nın 2 ciltlik Türkçe-İngilizce sözlüğünü gördüm ve peşine düştüm. Yaşadığım şehirde bulamayınca, İstanbul’daki yayın evine ulaştım. Yayınevi el değiştirmişti ama depolarında hâlâ o sözlükten kalmış olabileceğini söylediler. Ama sözlüğün fiyatı mütevâzı öğrenci bütçemi bir hayli zorlayacaktı o yüzden çâr-u nâçar sözlüğü almaktan vaz geçtim.

Aradan yıllar geçti bir gün görev yaptığım şehirdeki meşhur bir kitapçının önünde sergiye çıkartılmış, üzeri depoda tozlanmasın diye naylonla kaplanmış bir dizi kitap gördüm. Bir tanesi dikkatimi çekti. Evet oydu... Boşuna dememişler, “kitap sevenini gelir bulur” diye. Bu sefer talih benden yanaydı. Bir zamanlar talip olduğum ama param yetmediği için alamadığım kitap, şimdi kelepir kitaplar arasındaydı… Şâirin dediği gibi:

 

“Sunar bir câm-ı memlû bin tehi peymâneden sonra

Döner vefk-i murâd üzere felek ammâ neden sonra…”

Onu ise ilk kez Milli Kütüphanede girişte soldaki büyük pencerenin önünde 12 cilt hâlinde mağrur bir şekilde dururken görmüştüm. Nerden baksan 30 cm. boyu, 23-24 cm. eni vardı. Cildi kullanılmaktan değil, âtıl kalmaktan yıpranmıştı. Daha önce çok sözlük görmüştüm ama bu hiç birisine benzemiyordu. Ne 16 ciltlik İbn Manzûr’un (ö. 711/1311) Lisânü’l-Arab’ına benziyordu ne de Kâmus şârihi Zebîdî’nin (ö. 1205/1791)  22 ciltlik Tâcü’l-Arûs’una… Bizde zaten ona benzer bir sözlük hiç olmamıştı! Bizde en babayâni lügat Hüseyin Kazım Kadri’nin Türk lehçelerini de içine alan; ilk iki cildi Arap harfleriyle diğer iki cildi latin harfleriyle basılan Büyük Türk Lügati’ydi. O da dört ciltti.

İçini karıştırdığımda farklı bir hikâyesi olduğunu fark ettim. Hazırlayanlar listesi o güne kadar gördüğüm en uzun listeydi. O günlerde tez konum olan “üslûp/style” maddesine baktım. Sadece o madde, küçük punto ile yedi sütun üzerine üç sayfa tutmaktaydı. Arapça’nın en büyük sözlüğü Lisan’da bile bir kelimeye dair bu kadar geniş bilgi bulmak mümkün değildi… Kapağında The Oxford English Dictionary (1933) altında küçük harflerle ilk edisyonun James A. H. Murray, Henry Bradley vd. tarafından yapıldığı yazıyordu.

Kuşkusuz asıl ihtişam Buckingham Palace’ı andıran bu kelimeler sarayının iç kısmındaydı. Kelimelerin adeta sicil kaydı çıkarılmış; her bir kelimenin -deyim yerindeyse- “kundaktaki fotoğraf”ı ile başlayan ve asırlara yayılan hikâyesi, zaman içerisinde bambaşka açılardan nasıl kullanılıp dönüştüğünü gösteren cümlelerle önünüze seriliyordu:

Style kelimesi, Latince kazık yahut yazmak için ucu sivri alet anlamına gelen stilus kelimesinden gelmektedir. Orta Dönem İngilizcesine âit olan kelimenin Antik Dönemde, “balmumundan tabletlere yazı yazmak için bir sivri ucu ve yazılanları silmek ya da düzeltmek için bir de düz ucu bulunan metal, kemik ve benzeri maddelerden yapılan alet” anlamında kullanıldığı XIV. yüzyıla âit metin kanıtlarıyla ortaya konuyordu.

Kelimenin XIV. yüzyılda sâhip olduğu anlamlar, ikisi somut diğer ikisi soyut olmak üzere dört temel grupta toplanıyordu: Yazı aleti, yazma/yazım şekli, moda/tarz ve tarihleri belirtme şekli.

XIV. yüzyılın başlarında, “yazılı metin veya metinler, edebî telif, daha sonraki kullanımlarda söz ya da güfte telifi” anlamındadır: “The style o matheu, water it was, And win the letter o lucas.” Cursor M. (1300). (Mathew’un yazdıkları su gibiydi ve Lucas’tan bir mektupla ödüllendirildi.)

XV. yüzyıla gelindiğinde “bir şeyi resmi yazıya dökmek için kullanılan biçim, sözcük dizini” (1480) gibi bir anlamla karşımıza çıkar. Oxford, bu yüzyıl boyunca kelimenin yeni bir soyut anlam kazandığına dair bir kayıt vermez.

XVI. yüzyılın başlarında, “kitâbe veya efsâne” anlamı dikkat çekiyor: “And a Stil on the Hede of every Quarter of the Parcellis that is provided forre.” (1512) Earl Northumb. (Ve parselin her köşesinde bir kitâbe.)

Kelime aynı yüzyılın üçüncü çeyreğinde, “genel anlamda, edebî yapıtların içeriğinden çok biçimine yönelik özellikler. Genelde iyi, güzel üslûp” şeklinde kullanıldığını görüyorsunuz: “I neuer made any choise od stile, or picked wordes.” (1577) Harrison. (Herhangi bir stilde, sözcükleri seçerek yazmadım.) “İyi seçim, güzel üslûp” anlamı da yine bu yüzyılda “style”a eklenir: “All this is but bad English, when wilt thou come to a stile?” (1589) Pappe w. Hatchet. (Bunların hepsi kötü İngilizce, ne zaman iyi bir üslûp edineceksin kendine?)

XVI. yüzyılın sonlarına gelindiğinde, “belli bir düşüncenin, fikrin ifâde edildiği kelime, ifâde, cümle biçimleri” anlamında kullanılacaktır: “Neuerthelesse wee meane according to stile of the holy scriptures, that hee.” (1594) T. B. (Biz yine de Kutsal kitabın stilini, O’nun stilini kullanıyoruz.)

XVII. yüzyılda, muhtemelen Latinceden bir deyimin; “Stylus virum arguit. R. Burton (1624). (Üslûbumuz bizi ele verir.) İngilizceye aktarılması sonucu, üslûp demek insan demektir anlamında “The style is the man” tâbiri dile yerleşir. (Not: Bu söz, “üslûb-u beyân ayniyle insandır”, şeklinde harika bir tercümeyle Türkçe’ye kazandırılmıştır.)

XVII. yüzyılın ortalarında ise “genel anlamda, bir ifâde tarzı ya da yapıda yer alan hukûkî detay” anlamında da kullanılır: “The extent of the obligation is to be gathered from the nature the transaction, rather than from clauses of style slightly or imperfectly framed.” Kames (1743). (Yükümlülüğün çapı, zayıf ya da kusurlu bir şekilde kurulmuş üslûp cümlelerinden çok, işin tabiatından çıkartılmalıdır.)

XVIII. yüzyılın başlarında kelimenin edebiyattaki kullanımı sanata bilhassa mîmârîye yansır. “Vasıflı yapı, uygulama ve üretim yöntemi. Bir sanat eserinin belli bir sanatçıya âit olduğunu, o sanatçının yaşadığı yer ve dönemi belirten özellikler, güzel ve nitelikli eserin üretilebilmesi için gerekli görülen tarzlar.” “Style, in Music, the manner of Singing and Composing. Thus we say, the style of the Charissimi, of Lully, of Lambert; the Style of the Italians, the French, the Spaniards.”(1728) Chambers. (Üslûp, müzikte şarkı söyleme ve beste yapma tarzıdır. Bu anlamda Charissimi, Lully ya da Lambert üslûbundan, İtalyan, Fransız, İspanyol tarzından söz edebiliriz.); “On Columns, rais’d in modern Style.” (1743) Francıs tr. (Modern stilde yükseltilmiş kolonlar.)

Bu yüzyılın sonlarına doğru “yapı ve süslemeleriyle ayırt edilen belli bir mîmârî biçimi” anlamı, üslûbun sanat alanındaki diğer kullanımları arasındaki yerini alır. Bu anlamda çeşitli sınıflandırmalar yapılır: Yunan, Gotik, İtalyan, Roma stili, Normandiya, Erken Dönem İngiliz, Süslü, Dik, Tudor, Rönesans ve Palladio stili gibi: “A very handsome church..in the Gothic stile” Dalrymple (1777). (Çok güzel bir kilise… Gotik üslûbunda.)

Kelimelerin zaman içerisindeki anlam değişimlerini asırlara göre tespit eden semantik bir çalışmaydı karşımda duran. Arapça, sözlük bakımından zengin olmasına rağmen, bu tür bir çalışmadan mahrum kalmış; ortaya konulan eserler kişisel derleme faaliyetinin ötesine geçememişti.

 Aradan yıllar geçti ama o eser aklımdan çıkmadı…

Bir gün bir arkadaşım, “Hocam tam senlik bir film var, adı Deli ve Dâhi (the Professor and The Mademan) bir sözlüğün yazılış hikâyesini anlatıyor izledin mi?” diye sordu. Filmi izleyince içimdeki küller yeniden alevlendi ve sözlüğü uluslararası bir alışveriş sitesinden –kargo parasının ürün parasını ikiye katlama ihtimaline rağmen- sipariş ettim. Bu arada içimi bir endişe kapladı; ya gelirken kitaplara bir şey olursa, ya eksik gelirse… Açıkçası asıl endişem Türkiye’deki aracı kargo şirketleriyle alakalıydı. Dünyanın öbür ucundan buraya sağlam gelen kitap, ülke sınırları içinde meçhul bir akıbete uğrayabilirdi. Çok geçmeden kitaplar üç büyük koli içinde kapımın önüne istiflendi. Koliler köşelerinden hafif açılmış, kitaplar belli belirsiz gözükmekteydi. Ben kolileri açıp, ciltleri sayıncaya kadar kargocu çoktan kayıplara karışmıştı. Aklıma gelen başıma gelmiş, tam 5 cilt eksik gelmişti.

Tehevvürle karışık bir endişeyle aşağıya indim. Allah’tan giriş katında oturan öğrenciler karşıma geldi. O gün arabası olan bir arkadaşları da ziyaretlerine gelmişti. Onlara durumun aciliyetini anlatıp, beni en yakın kargo şubesine götürüp götüremeyeceklerini sordum. Memnuniyetle kabul ettiler. Olayı anlattım. Bir ara “ya sözlük kitabevinden eksik gelmişse, şimdi onu elden çıkartmak istesem de alan olmaz” deyivermişim… İçlerinden birisi, “Merak etme hocam tam olsa da alan olmaz” deyince arabayı bir kahkaha tufanı aldı… Bütün karabulutlar dağıldı. Eksik olan ciltlerin bulunduğu koliyi, –tam da tahmin ettiğim gibi- dağıtıma çıkartmayı unutmuşlar.

İngiliz diliyle akademik seviyede meşgul olanların bile ancak arada göz atacakları bir sözlüğe neden sahip olmak istediğime gelince; önce İngilizcenin beslendiği dillere dair birkaç kelime… Uzmanlara göre bu günkü İngilizce'nin % 29'u Latince'den; % 29’u Fransızca'dan; % 26'sı Cermen dillerinden; %6'sı Yunanca'dan (VI. yy.); % 6 diğer diller; %4'ü isimlerden oluşmaktadır. Demek ki saf dil diye bir şeyden bahsetmek mümkün değil; dünyaya mâl olmuş diller, başka dillerden kelime aldıkları gibi kelime de vermişler…

Asırlık bir devlet projesi olan bu sözlüğe baktıkça, insan iradesinin ve ekip çalışmasının neleri başarabileceğini hatırlayacağım. Bir de başkaları dillerini yani düşüncenin evini genişletmeye çalışırken, bizim neden tam tersini yaptığımızı düşüneceğim…

 

Celalettin Divlekci*

 

* Dr. Öğr. Üyesi, SDÜ. İlahiyat Fakültesi Tefsir Anabilim Dalı. cdivlekci@hotmail.com

 

 

the-oxford-foto.jpegthe-oxford-2.jpeg

Bu haber toplam 3168 defa okunmuştur
  • Yorumlar 1
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Diğer Haberler
    Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
    Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim