• İstanbul 15 °C
  • Ankara 20 °C

Tahsin Yıldırım: Mehmet Âkif Ersoy’un Meclis Çalışmaları

Tahsin Yıldırım: Mehmet Âkif Ersoy’un Meclis Çalışmaları
Mehmet Âkif, Ankara’ya Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışı olan 23 Nisan 1920 tari­hinden bir gün sonra, yani 24 Nisan 1920’de ulaşmıştır. Âkif, burada sevinçle karşılan­mıştır.

Âkif’in tam bir münevver aydın sorumluluğu içinde hareket et­mesinin en güzel görünümlerinden birisi, işgal sonrasında Türk millî iradesinin bünyesinde somutlaştığı çelik irade Mustafa Kemal’in Anadolu’da Batılı emperyalist güçlerin istila ve işgallerine karşı başlattığı Kuvâ-yı Milliye direniş harekâtına tam bir kararlılık­la katılmasıdır.

Mehmet Âkif İstanbul’da iken, son Osmanlı Meclis-i Mebusânı 16 Mart 1920’de İngilizler tarafından basılarak dağıtılmıştır. Maalesef İstanbul artık fiilen de işgal edilmiştir. İşgal kuvvetlerinin akıl al­maz uygulamaları İstanbul’daki Müslüman halkı canından bezgin hâle getirmiştir.

İşgal güçleri İstanbul’da taşkınlıklar yaparken, son Osmanlı Meclis­i Mebusânı’nın üyelerinden bazıları, 23 Nisan 1920 günü yeni açı­lacak Meclise katılmak üzere Ankara’ya geçmişlerdir. Seçilen bazı milletvekilleri ile işgal altındaki İstanbul’dan kaçabilen bir kısım milletvekillerinin katılımıyla Büyük Millet Meclisi açılmıştır.

Mehmet Âkif Bey Meclis Yolunda

Ülkenin üzerinde kara bulutların dolaştığı o günlerde Âkif, Milli Mücadelenin kalbi olan Ankara’ya geçmek istiyordu. İşte o gün­lerin birinde, bazı kaynakların nakline göre, yürüyüşünden asker olduğu anlaşılan biri Âkif’i Çengelköy’deki evinde ziyaret etmiştir.[1] Bu ziyaret evin odalarından birinde yirmi beş dakika kadar süren özel görüşmeden sonra anlam kazanmıştır. Bu görüşmeden son­ra Âkif’i düşünceli bir hal almıştır.[2] Bu cümleden onun Milli Mü­cadeleye Ankara’dan direkt davetle gittiği de düşünülebilir. Zaten herhangi bir davet gelmese de o, bu mücadelede mutlaka yerini almak isteyecek yapıda bir insandır.

Mehmet Âkif, Millî Mücadele’nin kalbi olan Ankara’ya geçip bu kutlu görevde yer al­mak heyecanını duymaktadır. Âkif, Ankara’ya geçişini sadece damadı Ömer Rıza Doğ­rul ile birlikte seyahat edeceği yakın arkadaşı Eşref Edip’e haber verir. Onlarla bir sırrı paylaşır gibi konuşurak: “Artık burada duracak zaman değildir. Gidip çalışmak lâzım. Bizim tarafımızdan halkın tenvirine ihtiyaç varmış. Çağırıyorlar... Mutlaka gitmeliyiz. Ben yarın Ankara’ya hareket ediyorum. Hiç kimsenin haberi olmasın. Sen de idarehanenin işlerini derle topla, Sebilürreşad klişesini al, arkamdan gel. Meşihattakilerle de temas et, harekât-ı milliye aleyhinde bir halt etmesinler.” [3] der. İşte bu gözüpek davranış, sonuçlarını elde ede­ceği çıkara göre değil, bizzat derinlerden gelen köklü bir “ruh”un mirasçısı bir anlayışla davasına sahip çıkmış bir âbidedir Âkif.

Mehmet Âkif Bey Ankara Yollarında

Mütarekenin acı günleri birbirini kovalıyor, ama her şeye rağmen Anadolu’daki hareket de gitgide genişliyordu. Güçler Ankara’da toplanmaya başlamıştı. Akan nehir sularının birleştiği deniz gibi, vatanseverler de Ankara’ya akmaya başlamışlardı.

Âkif de, oğlu Emin’le birlikte Ankara yollarına düşmüştür. Âkif’in Millî Mücadele’ye hangi şartlarda katıldığını ve ailesinden nasıl ayrıldığını kızı Feride Akçor’dan dinleyelim: “Hiç unutamadığım hatıra, babamın ilk Anadolu’ya gidişi esnasında cereyan etmiştir. Annem bir sabah geldi, ‘Çocuklar! Kalkın, babanız Halkalı’ya gidiyor’ dedi. Babam her zaman Halkalı’- ya giderdi. ‘Dersi var’ diyorduk. Baktım, babam kapının önünde, giyinik vaziyette duruyor. Baktım, babamın gözlerinden yaşlar akıyordu. İlk defa o vaziyette görüyordum babamı. Çok fena oldum. Gayet tabiî birşeyler anladım. Ben de kendimi tutamadım. Ağlayarak yukarıya koştum. Babam da arkamdan koştu. Beni kucakladı. ‘Üzülmeyin’ dedi. Babamın o hâlini çok iyi anlıyordum. Çünkü bir daha ya görüşecektik, ya görüşmeyecektik.

Sonradan görüştüğümüz bir asker, babamın Anadolu’ya gidişini anlattı. Küçük kardeşimle birlikte yola çıkmıştı. Aileden bir hatıra olsun diye onu yanına almıştı. (Çok sevdiği bu erkek kardeşim sonradan vefat etti.) Kardeşimi hep sırtında taşırmış. Ayakkabıları yırtılmış. Ayak­ları kanlar içindeymiş.”[4]

Mehmet Âkif’in beraber yolculuk yaptığı oğlu Emin, 11 Nisan 1920 tarihinde başlayan İstanbul’dan Anadolu’ya yolculuğunu şu cümlelerle anlatmaktadır: “İstanbul en hazin ve en kara günlerini yaşıyordu. Müttefikler bu güzel şehri işgal etmişlerdi. Çengelköy’de büyük bir evde oturuyorduk. Bir Nisan sabahı babam beni pek erken uyandırdı; kalabalık olan evi­mizde bir fevkaladelik, garip bir heyecan vardı. Annem gizlemek istediği gözyaşlarını sak- layamıyor, herkes bana düşünceli görünüyordu. Çabucak hazırlandık, Mehmed Âkif ile gün doğmadan Üsküdar’a müteveccihen yola düzüldük.

(..) Çengelköy ile Karacaahmet arasındaki mesafeyi süratle kat ettik. Henüz güneş doğarken Üsküdar’ın büyük bir kısmını kaplayan Karacaahmet Mezarlığı’na vâsıl olmuştuk. Orada bizi fayton arabası bekliyordu. (..) Kısıklı üzerinden derhal hareket ettik. Fayton ikindiye ka­dar bizi Alemdağı arkalarında bir çiftliğe götürdü. O günlerde bizim geçtiğimiz yollar pek tehlikeliydi. İşgal ordularına hizmet etmeyi kabul eden bazı hamiyetsiz vatansızlar yolları kesiyor, Millî Mücadele’ye menfaat temin edebilecek herhangi bir teşebbüse mâni olmaya ellerinden geldiği kadar gayret ediyorlardı.

Çiftlikte pür-silah heybetli insanlar dikkatimi çekti. Bunların bazıları göğüslerine çapraz fi­şeklikler asmışlar, başlarına da İzmir zeybeklerininkine benzeyen başlıklar dolamışlardı. İşte bu kahramanlar o muazzam savaşın ilk günlerinde düşmanlarına karşı cephe tutan Kuva- yi Milliye’nin serhat fedaileri oluyorlardı. Orada az bir zaman istirahat ettik. Geceyi o civar köylerinin birinde köy muhtarının misafiri olarak geçirdik.

Ertesi gün sabah erken hareket ettik. O gün bütün gün yol aldık. İzmit ile Adapazarı ara­sında bir köye geldik. Orada Kuva-yi Milliye’ye cephane götüren kalabalık bir kafileye rast geldik ve onlara iltihak ettik. Atların taşıdığı cephane sandıklarının üzerinde şarka doğru giderken cereyan eden ufak bir hadiseyi kaydetmek istiyorum: Emsali arasında cesaret ve atılganlığıyla tanımış bir çavuş, kır atının üzerinde aşka gelerek mavzerini havaya bir iki el boşalttı. Bu vaziyetten cesaret alan efrâd onu taklide başladı. Kuva-yi Milliye’ye cephane taşıyan, bu uğurda ölümü göze alan bu kafile, böyle bir hareketle hata ediyor, boş yere sa­yısız fişek yakıyordu. Mehmed Âkif, bu hâlin devamına dayanamadı, atını ileri sürerek şöyle bağırdı: ‘Arkadaşlar, boşa attığınız her kurşun bir düşman öldürmeye kâfi gelir. Bugünse eli­mizdeki kurşundan sandıklarımızdaki cephanelerden çok düşmanımız var, size rica ederim atışa nihâyet veriniz.’ Bu sözler derhal tesir etti. Silah sesleri kesildi. O zamanlar Biga, Kara- biga hatta Geyve ve Adapazarı eteklerine kadar uzanan bir Anzavur Ahmet çetesi türemişti. İngilizlerin bir iki ay zarfında paşalık unvanı ile taltif ettikleri Anzavur Ahmet Paşa aslen Çer­kez; maiyeti de Abaza, Gürcü ve Türklerden mürekkepti. İngilizler ve güya halifeye çalışan bir teşkilât reisi olan Anzavur kara cahil bir adamdı.

Kafilemiz Geyve Boğazı’na yaklaşırken bir köyde konakladı. Orada Kuşçubaşı’nın oğlu Eşref Bey'lebirleştik. (...)[5]

Tehlikeli mıntıka geçildikten sonra biz, yani Mehmed Âkif ve ben, Ali Şükrü Bey, Kuşçuba- şı Eşref Bey, Binbaşı Şükrü Bey kafileden ayrıldık, tren yolu üzerinden dekovil ile Eskişehir’e kadar daha çabuk gittik. O zamanlar Yunanlılar İzmir’i işgal etmişler; Manisa, Aydın, Öde­miş üzerine ilerliyorlardı. Eskişehir’den Ankara’ya tren ile gittik. Atatürk, Ankara’daydı. Millet Meclisi yeni teşekkül etmişti. Gazi ile babamın ilk görüşmelerini bugünkü gibi hatırlarım. Tren öğleye doğru Ankara’ya vâsıl oldu.[6]

Milli şairimiz bir söyleşisinde de Ankara’ya geçişini şöyle anlatmaktadır: “İstanbul’dan, mücadele aleyhine fetva çıktığı gün ayrılmıştım. Üsküdar’dan araba ile şimdi ismini hatır­lamadığım bir köye gittik, oradan ‘Cuma’yı tuttuk. O zaman Adapazarı’nda karışıklıklar vardı, kenarından geçtik, kâh öküz arabalarıyla, kâh beygirlerle Lefke’ye geldik ve trenle Ankara’ya ulaştık. Ankara. Ya Rabbi, ne heyecanlı, helecanlı günler geçirmiştik. Hele Bur- sa’nın düştüğü gün. Ya Sakarya günleri. Fakat bir gün bile ümidimizi kaybetmedik, asla yeise düşmedik. Zaten başka türlü çalışılabilir miydi? Ne topumuz vardı, ne tüfeğimiz. Fakat imanımız büyüktü.” [7]

Mehmet Âkif Bey Ankara’da

Mehmet Âkif, Ankara’ya Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışı olan 23 Nisan 1920 tari­hinden bir gün sonra, yani 24 Nisan 1920’de ulaşmıştır.[8] Âkif, burada sevinçle karşılan­mıştır.

Âkif Ankara’ya yeni geldiği sıralarda bir ziyarete gitmekte olan Atatürk ile karşılaşır. Mus­tafa Kemal, Mehmet Âkif’i görünce yaklaşır ve ona oğlu Emin’in ifadesi ile “Sizi bekli­yordum efendim; tam zamanında geldiniz. Şimdi görüşmek mümkün olmayacak; ben size ziyarete gelirim.”[9] diyerek memnuniyetini ve daha sonra görüşme isteğini belirtir.

Ankara’ya gelen “Mehmet Âkif, Hacı Bayram Camisi’nde vaaza başladı. Mehmet Âkif, sa­dece Ankara’nın kalbinin attığı bu camide değil ülkenin değişik yerlerinde de vaazlar verdi. Halkın bir kez daha kendisini hatırlaması ve üzerine serpilmiş olan ölü toprağından arın­ması gerekiyordu. Bu sayede yurdu saran düşmanlara karşı halk bilinçlendiriliyor, gelecek günlerde onları ne gibi tehlikelerin beklediği söyleniyordu.

Yaralı da olsa aslan, aslandı. Ve karşısına geçip onu esaret altına almanın hazzını yaşayan, bununla keyiflenen metal yığınlarına, taş kalplilere ve başkasının toprağında gözü olanlara cevap verilecekti.”[10]

Mehmet Âkif Bey Sobası, Sırası Dahi Olmayan Bir Mecliste

İhlâs ve samimiyetin, vatanperverliğin yegâne duygular olduğu bu mecliste bir soba dahi yoktur. Milletvekilleri dışarıda giydikleri kışlık kıyafetleri ile müzakerelere katılmak­tadır. Bolu Milletvekili Fuat Bey bu durumdan şikâyetle Meclis başkanına müracaatla “Soğuğun şiddeti, sobasız salonda müzakereyi imkânsız hale getirmiştir. Bu halin sağlığı­mıza menfi tesir yapacağını göz önüne alarak, soba kuruluncaya kadar toplantıların tehir edilmesini arz ve teklif ederim.” diyordu.

Bu önerge okunduğunda bütün salondan duyulan ses "Red, red... Soğuk da olsa top­lanalım.” olmuştur. Milletvekilleri tir tir titremelerine rağmen kürsüde konuşan Bolu milletvekili Fuat Beyin konuşmasını kesip inmesi için "Red, red.” nidalarını durmadan tekrarlıyorlardı. Bu milletvekillerine göre zaman kendi sağlıklarını düşünme zamanı değildi. Kendilerinden önce cephedeki askerin ve Anadolu insanının sağlığı önemliydi. Nitekim onlarda öyle yaptı.

İmkânsızlıklar da sadece bunlar değildi. Meclisteki yokluklardan en dikkat çekici olanı milletvekillerinin doğru düzgün oturacakları bir sıralarının olmaması idi. Unutmamak gerekir ki Mecliste milletvekillerinin oturdukları sıralar bile civardaki okullardan getiril­mişti. İlk bakışta hemen göze çarpan sınıflardan getirilen sıralara oturan yürekli milletve­killerinden oluşan bu meclis Türk’e biçilen kefeni yırtmış dünya tarihini alt üst etmiştir.

Bütün bu olumsuzluklara rağmen yılmadan çalışıp çabalayan milletvekilleri milletin de desteği ile insanımıza hür bir yaşamı hediye etmiştir.[11]

Birinci Meclis’teki Milletvekili Sayısı

Zor günlerin Meclisinin üye sayısı hala tartışmalıdır. Kaynakların ortaya koyduğu rakam­lar çok farklıdır. Ancak Meclisin yayınladığı kitapta 437 rakamı verilmektedir.[12] Bizde ese­rimizde bu sayıyı verdik.

Birinci Meclis’in milletvekili sayısı ile ilgili çok farklı görüşlere rastlamak mümkündür. Mahmut Goloğlu 390, Ali Fuat Cebesoy 442, Damar Arıkoğlu 318, Mazhar Müfid Kansu 399, Erik Jan Zürcher 324, Tarık Zafer Tunaya 338, Frederick Frey, Fahri Çokel ve Ahmet Demirel 437, Ahmet Mumcu 390, Yılmaz Altuğ 383, İhsan Gümüş 378 sayılarını ifade ederler. Ayrıca 18 Ağustos 1920 tarihli “Hukuk-ı Esasiye Encümeni Mazbatası”nda 365, 1 Eylül 1920 tarihli yasa tasarısında 360, Mustafa Kemal Paşa 1 Mart 1921 tarihinde Mecli­sin ikinci toplantı yılını açış konuşmasında 350 sayısını vermişlerdir.[13]

Birinci Meclis’te Yapılan Seçimler

Birinci Meclis açılınca işlerin düzenli yürüyebilmesi için ilk iş olarak milletvekillerinin gö­revlerini belirleyecek seçimler yapılmıştır. Bunun için ilk önce Meclis Başkanlığı seçimi yapılır. Yapılan Meclis başkanlığı seçiminde iki aday yarışır. Bunlar Son Osmanlı Mebu- san Meclisi Başkanı ve anayasa profesörü olan Celaleddin Arif ve Milli Mücadelenin li­deri olan Mustafa Kemal’dir. Bu seçimin ardından Mustafa Kemal aldığı 110 oy ile Meclis Başkanı, Celaleddin Arif ise 109 oy ile Meclis İkinci Başkanı olur.[14]

Başkanlık Divanı seçilerek reis vekilliklerine Mevlevi Postnişini Abdülhalim Efendi ile Hacı Bektaş Çelebisi Cemalettin Efendi seçilmiştir.

İdareci üyeler; Balıkesir milletvekili Atıf Bey, Sivas Milletvekili Emir Paşa, Manisa milletve­kili İbrahim Süreyya Bey seçilmişlerdir.

Kâtipliklere ise Kütahya milletvekili Haydar Bey, Kütahya milletvekili Cevdet Izrap Bey, Konya milletvekili Refik Bey, Bursa milletvekili Muhittin Baha Bey, Sivas milletvekili Ra- sim Bey, Yozgat Milletvekili Feyyaz Ali Bey seçilmişlerdir.[15]

Meclisin açılışının ertesi günü Osmanlı Mebusan Meclisinin içtüzüğünün uygulanması kararı alınmıştır. Yine o günkü toplantıda aşağıda sıralayacağımız 11 Meclis Komisyonun kurulmasına karar verilmiştir.[16]

  1. Diyanet İşleri, VÂkiflar,
  2. İçişleri, Genel Güvenlik, Posta Telgraf,
  1. Dışişleri,
  1. Maliye, Gümrükler,
  2. Ticaret, Tarım, Orman, Madenler, Ekonomi,
  3. Adalet ve Mezhepler,
  4. Eğitim,
  5. Milli Savunma,
  6. Bayındırlık,
  7. Sağlık ve Sosyal Yardım,
  8. Propoganda, İrşat.

Meclis daha sonra 2 Mayıs 1920’de Meclis üyeleri arasından ilk “İcra Vekilleri Heyeti” de teşekkül ettirildi ki; bu durum Erzurum Kongresi’nde hazırlanmış olan planın uygulan­ması olarak kabul edilebilir.

Meclis; yasama, yürütme ve yargı yetkilerini kendinde toplamış “Kuvvetler Birliği” te­meline göre kurulmuştur. Meclis, yasaları yapmak ve bunları kendi arasından seçtiği hükümet üyelerine uygulatmakla iki yetkisini doğrudan doğruya kendisi kullanıyordu. Meclis’ce alınan kararların uygulanabilmesi için kendi içinden seçilerek 11 üyeden oluş­turulan yürütmeye “İcra Vekilleri Heyeti” üyelerine de, Meclis’e karşı sorumlu oldukların­dan “nazır” veya “bakan” denmeyip sadece “vekil” deniyor ve bunlar hükümeti meydana getiriyordu.

Türkiye Büyük Millet Meclisinin Adı Nasıl Oluştu?

Türkiye Büyük Millet Meclisi 23 Nisan 1920 tarihi itibariyle resmen faaliyete başlar. Ama bu sırada kurulan meclisin resmi bir ismi yoktur. İsim konusunda bir karara ulaşmakta zorluk yaşanmıştır. Bunun sebebi Meclis’in ismine büyük önem verilmesindendir. So­nunda meclisin açılışından kısa süre öncesinde bazı milletvekilleri “Meclis-i Kebir”, “Mec- lis-i Kebir-i Milli”, “Kurultay” veya “Meclis- Mebusan” isimlerini ön plana çıkarır.

Meclis açılmasına rağmen resmi bir adı olmayan kurumdur. O sıralarda çeşitli önerilere rağmen isim konusunda bir karara varılamamıştır. Meclis’in açılış konuşmasını yapan Başkan Şerif Bey’in “Büyük Millet Meclisi’ni küşad eyliyorum. [açıyorum.] demiş olması genel eğilimin oluştuğunu gösteren ipucudur.

Meclis’in açılışını takip eden günlerde, Milli Mücadelenin yani Mustafa Kemal’in deneti­minde yayınlanan Hâkimiyet-i Milliye gazetesi ısrarla “Meclis-i Kebir-i Milli” ismini kulla­nır. Bu ismin hareketin resmi yayın organı olan Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde sürekli vurgulanması sonucu bu isim yaygınlık kazanmıştır. Ancak takip eden günlerde, “Meclis­i Kebir-i Milli” tamlamasının Türkçeye aktarılmış hali olan “Büyük Millet Meclisi” ismi daha çok kullanılır hale gelmiştir. Bir süre sonra da bazı milletvekilleri mevcut ismin önüne “Türkiye” ibaresini ekleyerek bu ismi kalıcı hale getirmişlerdir. [17]

8 Şubat 1921 tarihli İcra Vekilleri Heyeti Kararnamesi’ndeki kullanımını takiben “Türkiye Büyük Millet Meclisi” Meclis’in daimi ve resmi adı olur.

Mehmet Âkif Burdur Milletvekili

Mehmet Âkif, Milli Mücadele’ye katkı sağlamak üzere Ankara’ya Meclisin açılışından bir gün sonra gelmiştir.

Ankara’ya gelen Mehmet Âkif Burdur’dan milletvekili seçilmiştir. Onun hemen millet­vekili seçilmesinin sebebi o sırada yeni seçilmiş olan bir milletvekilinin istifa etmesi ve Mustafa Kemal Paşanın onun yerine Âkif Bey’in yazılmasını istemesidir.

Mehmet Âkif Bey’in milletvekili seçilmesi, Mustafa Kemal’in 29 Nisan 1920 tarihli bir telgrafı ile Burdur’un bağlı bulunduğu Konya vilâyetinin vali vekili ve kolordu kuman­danı olan Albay Fahreddin Altay’a şu telgraf ile bildirilmiştir: “İstifasında musır bulunan Burdur Livası Büyük Millet Meclisi azalığına Ankara’da bulunan şair Mehmet Âkif Beyefen­dinin intihabının temin ve neticesinin iş’ar buyrulması” rica edilmektedir.[18] Burada yapılan seçim sonucunda da en fazla oyu yine Mehmet Âkif Bey almıştır.

Mehmet Âkif, ayrıca 5 Haziran 1920’de Biga milletvekili seçilmiştir.[19] Milletvekili seçil­mesinin hemen ardından meclisteki çalışmalara katılmıştır. O, meclise “İslâm Şairi” un­vanıyla mebus olarak girmiştir.[20] 8 Temmuz 1920’de de Burdur’dan da milletvekili oldu­ğu kesinleşmiştir. Aynı anda iki farklı yerden milletvekili olunmayacağı için 18 Temmuz 1920’de Biga milletvekilliğinden istifa ederek sadece Burdur milletvekili olarak görev yapmıştır.[21]

Mehmet Âkif Mecliste Burdur ve Biga milletvekili olarak görülmektedir. Ancak mecliste­ki 3 Temmuz 1336 tarihli oturumun tutanaklarında “İslâm Şairi Mehmed Âkif Bey, İzmit” kaydı düşülmüştür. Bu durum sanıyorum sehven olmuştur.[22]

Hayatının her anını dolu dolu yaşayan Mehmet Âkif, Burdur Milletvekili sıfatı ile I. Mec­lisin çalışmalarına katkıda bulunmuş; başyazarlığını da yaptığı Sebilürreşat dergisinde yazdığı şiir ve makaleleri ile Millî Mücadele’ye tam destek vermiştir.[23]

İrşat Heyetleri Niçin ve Nasıl Kuruldu?

Milli Mücadele dikensiz gül bahçesi olmayıp, zorlukların, mücadelelerin hareketidir. Bir­lik olmanın gerektiği bu zamanda maalesef bazı kişiler iç ve dış güçlerin tesiriyle Milli Mücadele aleyhine tavır takınmışlar hatta daha ileri giderek isyana kalkmışlardır.

İşte Anadolu’nun iç isyanlarla sarsılmakta olduğu günlerde Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nde menfi propagandalarla halkın zehirlenmesinin önüne geçilmeye çalışılmak­ta, çareler aranmaktadır.

Damat Ferit Paşa Milli Mücadele aleyhtarı fetva yayınlatmakta yetinmemiş, Ankara merkezli milli harekete karşı gerçekleştirilecek ayaklanmalar için de bütün alt yapı ça­lışmalarını hazırlamıştır. Bolu, Düzce, Adapazarı, Geyve, Yozgat, Zile, Bozkır gibi önemli merkezlerin yanı sıra Ankara’nın çok yakınlarındaki Beypazarı’nda bile isyan ve tahrik hareketleri baş göstermiştir. Ankara için büyük bir tehlike olarak görülen Beypazarı isya­nı, beldedeki aklı başındaki din adamlarının eşrafla işbirliğinde bulunmaları ve Ankara ile irtibata geçmeleri sayesinde başarısız kalmıştır. Beypazarın’daki elli iki din adamı ve eşraf adına Müftü Mevlüt Efendi ve Belediye Reisi Hakkı Bey tarafından B.M.M.’ye gön­derilen bir telgrafta, halkın ne şekilde iğfal edildiği anlatılıyor ve isyancılara karşı müca­delede kan dökülmesinden ısrarla kaçınılması gerektiği belirtiliyordu: “Görülecektir ki aldatılmış halk, sözlerine güvenecekleri şahsiyetlerin aydınlatması ile hem milli mücadele saflarındaki yerlerini alacaklar hem de affedilmiş olmanın minneti ile mallarını vatan için seve seve vereceklerdir.” diyerek B.M.M.’ye gönderilen bir telgrafla çözüm önerisini sun­muşlardır.

25 Nisan 1920’de B.M.M.’de ele alınan bu telgraf metni üzerine olumlu ve olumsuz bir çok görüş ileri sürülmüştür. Kimi mebuslara göre kaza önderlerinin teklifi gayet makul gelirken kimilerine göre de ibret için ceza verilmesi gerekiyordu. Tartışmaların uzaması üzerine kürsüye gelen Mustafa Kemal Paşa, Müftü Efendi ve arkadaşlarından yana tavır koymuştur. Mustafa Kemal’e göre problemin tenvir ve irşat yoluyla çözülmesi gerek­mektedir.

Mustafa Kemal Paşa’dan sonra sözü Nakşibendi Şehyi Servet (Akdağ) Efendi alarak hal­kı irşat ve tenvir üzerinde durmuştur. Servet Efendi ülkenin içinde bulunduğu nazik vaziyeti dikkate alarak vaktiyle aydınlatılmamış ve hakikatler anlatılmayarak aldanmış olmanın günah ve vebalinin sadece bu masum insanların üzerine yükletilmeyeceğini, Beypazarı’ndaki olayın bütün ülkede var olan temel illetin bir zerresi olduğunu, ceza­nın son tedbir olarak ele alınmasını, aydınlatma ve uyarmanın din adamlarının görev­leri arasında olduğunu söylemiştir. Kırşehir Mebusu Müfit Efendi de aynı mealde bir konuşma yapmıştır. Sivas Mebusu Emir Paşa ise halkı suçlamanın haksızlık olduğunu belirtip halkın ancak ulemayı dinlediğini, onların telkinlerine kıymet verdiğini, yapılan hizmetlerin faydalı olması samimi olarak arzu ediliyorsa her hoca efendi, her müder­ris, ulemadan her zat, kendi muhitinin irşat ve tenvirini üzerine alması gerektiğini, bu yapılmadan eğer bir ceza terettüp ediyorsa, bu tecziyeyi bir başkasının yerine getire- meyecegini ileri sürmüştür. Meclis de halkın irşat ve tenviri fikrinde birleşiyordu. Meclis Başkanı Beypazarı’na gidecek heyetin seçilmesine teklif edince, Yozgat Milletvekili İs­mail Fazıl Paşa şu şahısları önermiştir: Kırşehir Mebusu Müfit Efendi, Mevlana postnişini Abdulhalim Çelebi Efendi, Ankara Müftüsü Rıfat Börekçi Efendi.

İsmail Fazıl Paşa’nın önerisinin kabul edilmesi üzerine heyet, beraberlerine Ankara’da bulunan Kırşehir eşrafından Hacı Mehmet Efendi’yi de alarak önce telgrafhaneye git­mişler ve Beypazarı Müftüsü Mevlüt Efendi ve Belediye Reisi Hakkı Bey ile ulemandan tanıdıkları şahsiyetlerle görüşmüşlerdir. Sonra hadise yerine gidip problemi çözmüşler­dir.

Meclisteki bir celsede İrşat Heyeti’nin kurulması kararlaştırılmıştır. İlk önce bir defaya mahsus olarak işletilen İrşat Encümenleri daha sonra yurdun en ücra köşelerine kadar giderek yaygın bir hizmet görmüşlerdir.

***

27 Nisan 1920’de Meclis toplantısında irşat encümeni meselesi yeniden gündeme ge­tirilmiştir. Şeyh Servet Efendi’nin takririyle irşat şubesi kurulması teklif edilmiştir. Şeyh Servet Efendi teklifinde şu açıklamalar bulunmuştur: ‘’İnsanlığı aydınlatmanın, insan varlığının mutluluğu yolunda en önemli hizmet olduğu, çok eski devirlerden beri bilinen bir gerçekdir. Ne yazık ki düşmanlarımız bu güzel hakikati, kötü yollarda kullanmakta ve ‘Batılı ‘Hak’ gibi gösterme gayreti içinde bizi dertlendirmektedir. Propaganda adı verilen olayları özel ve gizli çıkarlara alet etme, düşmanlarımrzın başarı ile yürüttükleri en tesirli silahtır. Silaha, bezer tesirli silahla karşı konulur. Doğruluğuna inandığımız hakikatleri milletemezin önüne açıkça sermek için biz de harekete geçelim... Bu gaye ile Millet Meclisi’mizin halk hiz­metleri için kuracağı şubeler arasında bir’ İrşat Şubesi’nin eklenmesini teklif ediyorum.”

Bir irşat heyetinin eksikliğini hisseden Hamdullah Suphi’de (Tanrıöver) kürsüdeki ko­nuşmasında şunları söyler: “Halkı kim aydınlatacak, doğru yolu kim gösterecektir”. Sivas milletvekili Emir Paşa da konuşmasında aynı soruyu sorar ve cevaplandırır: “Halk bu­gün kimi dinler? Hangi sınıfın, meslek erbabının kanaatlerine hürmet duyar? İrşat ve ten­viri kimler yapabilir? Halk ancak ulemayı dinler, onların telkinlerine kıymet verir... Her hoca efendi, her müderris, ulemadan her zat, kendi muhitinin irşat ve tenvirini üzerine almalı...” Mustafa Kemal Paşa da Beypazarı isyanı münasebetiyle Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı konuşmada “Şimdi muhterem heyetiniz, Ulemayı kiramdan beş zat intihab etsin, bunlar oradaki ulema ve eşrafı çağırsın, hakikatleri anlatsın ve iğfal edilenler affedilsin. Bu münha­sıran Beypazarı’nda değil, aynı akibete maruz kalan bütün vatanın temel meselesidir” [24] der. Nitekim bu görüşler doğrultusunda ulemadan teşkil edilen bir irşat heyeti Beypazarı’na gider ve karışıklığı önler. Daha sonra Bursa milletvekili Şeyh Servet Efendi’nin teklifi ile sair karışıklıklarda, halka Milli Mücadele istikametinde doğru yolu göstermesi maksa­dıyla, aynı şekilde ulemadan bir “Encümen-i İrşad” teşkil edilir.[25]

Takririn kabulünden sonra “Encümen-i İrşat ve Heyet-i Nasiha” kurularak faaliyete geç­miştir. Böylece Kurtuluş Savaşı’nda din adamları gerçek yerlerini bulmuşlardı.

Meclis zabıtlarında irşat heyetleri ile ilgili bilgiler Sakarya Savaşı’na kadarki döneme ka­dar gelmektedir. Sakarya’nın en buhranlı günlerinde bile Meclis’teki medrese eğitimi almış mebuslar cephelerin ön safında idiler. Onların kurdukları irşat heyetleri ise vatanın en uzak köşelerindeki olumsuz propaganda ve telkinleri boşa çıkarıyor, orduya cephe gerisinde güven temin ediyordu. Milli Müdafaa ve Erkân-ı Harbiye olarak kendilerinden ne zaman yardım istenmişse ulema tarafından bu isteklerin çoğunun yerine getirildiği­nin bahtiyarlığını yaşıyorlardı.

7 Mayıs 1920’de seçilen ilk irşat heyetinde şu şahıslar bulunuyordu: Yusuf Kemal (Tengir- şenk) Bey, İsmail Suphi (Soysaloğlu) Bey, Hamdullah Suphi (Tanrıöver) Bey, Dr.Fuat Umay Bey, Şer’iyye vekillerinden Hadımlı Vehbi Hoca, Mehmet Âkif (Ersoy) Bey, Kayseri mebusu Hoca Âlim Efendi, İzmir Mebusu Yunus Nadi Bey, Saruhan Mebusu Mahmut Celal Bey, Isparta Mebusu Ulemadan Hafıs İbrahim Efendi, Karahisar-ı Şarkı Mebusu Mesut Bey, Bursa Mebusu Muhittin Baha Bey, Karahisar-ı Sahip Mebusu Mehmet Şükrü Bey, Ço-

rum Mebusu Sıddık Bey, Erzincan Mebusu Emin Bey, Bolu Mebusu Ulemadan Abdullah Sabri Efendi, Kayseri Mebusu Ulemadan Remzi Efendi, Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey, Saruhan Mebusu Reşit Bey, Diyarbakır Mebusu Hacı Şükrü Bey ve Kastamonu Mebusu Hüseyin Sabri Bey. Tamamı 17 kişi olduğu tesbit edilen B.M.M. İrşat Komisyonu’nda yer alanların 6’sı din adamı vasfını haiz şahsiyetlerdir. Burdur Mebusu İsmail Suphi Bey’in Başkanlık yaptığı heyette din adamı sıfatıyla görev yapmış olan kişilerde vardır.[26] An­cak bir başka kaynakta Konya’daki isyanla ilgili oluşturulan bu heyete Mehmet Âkif’in başkanlık ettiğini ve 5 Mayıs 1920 tarihinde zaruri masraflar için 20.000 kuruş harçırah aldıklarını yazmaktadır.[27]

İrşat Heyeti Üyesi Âkif

Ankara Hükümeti ile birlikte çalışan Mehmet Âkif sıradan bir vaiz değildir. O gerektiğin­de İrşat Heyeti Üyesi gerektiğinde Ankara Hükümeti’nin bir görevlisi olarak inceleme heyeti üyesi olarak da görev yapmıştır. Milli Mücadele esnasında çıkan Bozkır isyanla­rının çıkış sebepleri ve sonuçlarını araştırmak, muhtemel isyanı önlemek için Ankara Hükümeti tarafından bir kurul oluşturulur. Meclisin seçtiği komisyon da Antalya Me­busu Hamdullah Suphi, Trabzon Mebusu Ali Şükrü ve Konya Mebusu Refik Beyler ile birlikte Mehmet Âkif de vardır. Milletvekilleri bu isyanın ardından de “İrşat Heyeti” olarak Konya’ya gider.

Konya’ya “İrşat Heyeti” üyesi olarak giden Âkif’in Konya’daki Milli Mücadele lehine yaptı­ğı çabaları oğlu şu cümlelerle anlatır: “Babam Konya’da Kuva-yi Milliye’yi takviye edebile­cek gönüllü kafilelerini çoğaltmak, bu yol uğrunda milletin gönlünde heyecanlar yaratmak maksadıyla nutuklar söyledi. Konferanslar verdi. Kalabalık insan kitleleri onu huşu içinde dinliyor, sözlerine hak veriyorlardı.”[28]

Burdur Mebusu İsmail Suphi Bey’in Başkanlık yaptığı heyette din adamı sıfatıyla görev yapan Hoca Alim Efendi ile ilgili olarak anlatılan şu anekdot hayli ilginçtir: “ Heyetimiz üyelerinden Dr. Tevfik Rüştü, Hoca Alim Efendi’ye dedi ki:

-Efendi Hazretleri !...

Siz şimdi kentlerde, köylerde, İstiklâl, vatan sevgisi, cihat, devlete itaat gibi zafer için şart mevzuların ilahi ve dini emir olduğunu tevsik eden misaller vereceksiniz. Bunları acaba hal­kın kolaylıkla sıkıntısız, apaçık anlayacağı bir dille yapmanız mümkün müdür? Hoca Efendi, Tereddütsüz cevap verdi:

-Ne demek? Neden olmasın? Hatta böyle olması dinimizin sarih emridir... Biz bu Hakikatleri Halkamı anlatacağız, yoksa kendimize mi?

Vazife bölümü yaptık. Açıklayacağımız meseleleri Dr.Tevfik Rüştü ile ben ele alıyorduk, Hoca Alim Efendi de gayemize uygun telkinleri dini naslarla apaçık bir dille önlerine koyuyordu. Camiler insan almıyordu. Vazife gördüğümüz yerlerde mahalli tabirleri bile öğreniyorduk. Doktorla ve ben Türk Ocağına mensup idik Yaşlı, fakat ruhu genç, düşüncesi ileri ve man­tığıyla hakiki bir din âlimi kudretinde olan Âlim Efendi Hoca da hiç tereddüt göstermeden, büyük bir azim, hatta şevk ve zevkle bize önderlik etti. En çetin ve kalıplaşmış zannedilen mevzuları halkın diline, duyuşuna, görüşüne göre değerlendirdik. Lütfen dikkat ediniz. İn­dirdik demiyorum, belki yükselttik... Çünkü kalıptan çıktı ruha mazhar oldu.”

Mehmet Âkif Kastamonu’da

Kastamonu Mehmet Âkif içinde önemli duraklardan biridir. Âkif, İnebolu’ya Anadolu’ya geçişinden üç ay sonra 16 Ekim 1920’de ulaşır. İnebolu’da büyük bir coşkuyla karşılanır. Burada camilerde vaazlar verir. Ardından 19 Ekim 1920’de Kastamonu’ya geçer.[29] Onun Kastamonu’ya gelişini Açıksöz gazetesi şu haberle duyurur: “Mehmed Âkif Bey şehrimiz­de. Büyük İslâm şairi, edib-i âzam, Mehmed Âkif Beyefendi, iki gün evvel şehrimize gelmiştir. Sebilürreşat’daki yazıları ve birçok âsâr-ı ber-güzidesiyle İslâmlık âleminin yegâne şairi ola­rak tanınan Mehmed Âkif Beyefendi’ye gazetemiz namına beyân-ı hoş amedî ederiz.”[30]

Yaylı bir araba ile İnebolu’dan Kastamonu’ya gelen Mehmet Âkif’i burada Müdafaa-i Hu­kuk ve Gençler Mahfeli[31] üyeleri sevgi ile karşılamıştır. Âkif bu gençlerle bazı akşamlar çeşitli sohbetler yaparak onların Millî Mücadele ateşini körüklemiştir.[32] Kastamonu’da yayınlanan gazeteler onun gelişine geniş yer vermişlerdir.

Nasrullah Camisi’nde Bir Vaiz

Mehmet Âkif, Millî Mücadele aleyhinde fetva yayınlayan İstanbul Hükümetinin bu tav­rından sonra arkadaşı Eşref Edip ile Sebilürreşat dergisinin klişeleri ile birlikte halkın Millî Mücadele’ye katılmasını teşvik etmek ve moral değerleri yükseltmek için Balıkesir, Ankara ve civar illere gittikten bir süre sonra Kastamonu’ya gittiğini yukarıda da zikret­miştik. Mehmet Âkif ile beraber, uzun yıllar başyazarlığını yaptığı Sebilürreşat dergisi de Kastamonu’ya taşınmış ve bu derginin 464, 465 ve 466. sayıları Kastamonu’da basıl- mıştır.[33]

Mehmet Âkif 16 Ekim- 25 Aralık 1920 tarihleri arasında burada ikamet ederek Millî Mü­cadele lehinde faaliyetlerde bulunup halkı aydınlatmak için vaazlar vermiştir.[34]

Kastamonu’dan Ankara’ya dönüş

Mehmet Âkif, yaklaşık iki ay kadar Kastamonu’da kaldıktan sonra 25 Aralık 1920 günü Eşref Edip’le birlikte Sebilürreşat’ın başlık klişelerini de alarak Ankara’ya dönmek için yola çıkmıştır. Yukarıda 25 Aralık 1920 tarihini vermemize karşın Âkif’in Ankara’ya dönü­şü için farklı tarihler verilmektedir.[35]

Ailesini Kastamonu’da bırakan Mehmet Âkif Ankara yoluna düşmüştür. Âkif’in Kastamonu’dan Ankara’ya dönüşünü oğlu şu cümlelerle ifade etmiştir: “Babam Kastamonu’da bir ay kadar kaldı.[36] Beni anneme emanet ederek Ankara’ya gitti. Çünkü ben Kastamonu ilk mektebine yazılmıştım. Babamdan ayrılmak doğrusu çok gücüme gitti. O da bana çok tutkundu. Lâkin bir seneye yakın bir zamandan beri beni adamakıllı özleyen vali­dem ısrar etti. Beni babam ile Ankara’ya yollamadı. Çocukken gâyet zekiydim. İstiklâl Marşı şairi ile o zamanlar geçirdiğim maceralar seyahatler ile dolu hayat pek hoşuma gitmişti. An­nem ve ablalarım ile Kastamonu’da normal ve rahat bir ömür geçiriyorduk, lâkin bu hayat tarzından pek çabuk usandım. Ankara’ya babamın yanına dönmek için can atıyordum.”[37]

Tacettin Dergahı’nda Bir Misafir

Kastamonu’da iki ay kadar kalan Mehmet Âkif, 25 Aralık 1920’de Eşref Edip’le birlikte Sebilürreşat’ın klişelerini alarak Ankara’ya dönmek için yola çıkmıştır.

Âkif’in Ankara’ya geleceğini haber alan hem Kastamonu hem de Balıkesir milletvekilleri ona bir oda bulmaya çalışmışlardır. Hasan Basri Çantay’ın dalâletiyle Tacettin Dergahı Şeyhi, Ankara’ya dönen Âkif’e oturduğu dergahın bir odasını tahsis etmiştir.[38]

Tacettin Dergahı artık Âkif için bir yuva Milli Mücadeleye yön verenler için birkaç toplan­ma ve sohbet yerinden biri olmuştur.

Atatürk, Mehmet Âkif Görüşmesi

Atatürk ile Mehmet Âkif belki de defalarca görüşmüştür. Ancak elimizde bilgilere göre iki önemli görüşmesi vardır. Bunlarda kısa sohbetler şeklindedir.

Bunlardan ilki Âkif’in Ankara’ya yeni geldiği sıralarda bir ziyarete gitmekte olan Atatürk ile karşılaşması sonucu olmuştur. Mustafa Kemal Paşa, Mehmet Âkif’i görünce yaklaşır ve ona oğlu Emin’in ifadesi ile “Sizi bekliyordum efendim; tam zamanında geldiniz. Şim­di görüşmek mümkün olmayacak; ben size ziyarete gelirim.”[39] diyerek memnuniyetini ve daha sonra görüşme isteğini belirtir.

Eşref Edip’in naklettiğine göre Atatürk, Mehmet Âkif arasında bir başka görüşme daha vardır. O da Ankara’ya gelişlerinden bir süre sonra Mustafa Kemal Paşanın, Âkif’le ken­disini Ankara istasyonunun küçük bir odasında kabul ederek yaklaşık bir saat kadar süren görüşmesidir. Atatürk’ün Âkif’i ilgi ve hasretle karşıladığı bu görüşme sıcak bir ortamda gerçekleşmiştir. Bu konuşma sırasında Mustafa Kemal onların İstanbul’dayken de Millî Mücadeleye yaptıkları hizmetleri bildiğini belirttikten sonra konuşmasını şöyle sürdürmüştür: “Kastamonu’daki vatanperverane mesainizden çok memnun oldum. Sevr Muahedesi’nin memleket için ne feci bir idam hükmü olduğunu Sebilürreşat kadar hiçbir gazete memlekete neşredemedi. Manevî cephemizin kuvvetlenmesine Sebilürreşat’ın bü­yük hizmeti oldu. Her ikinize de bilhassa teşekkür ederim” [40]

Mehmet Âkif’in Ankara’ya Milli Mücadeleye katıldıktan sonra Atatürk tarafından her za­man Millî Mücadele’ye ait hizmetleri övgüyle zikredilmiştir.

Atatürk, Mecliste Mehmet Âkif’i Neden Eleştirmişti?

İtilaf Devletleri, Birinci İnönü Savaşı’ndan sonra Sevr Antlaşması’nın bazı maddelerini değiştirmek için Londra’da bir konferans düzenlemeyi kararlaştırmış bunun içinde İs­tanbul hükümetini davet etmişlerdir.

İnönü Savaşı’ndan sonra 8 Şubat 1921 günü TBMM Hükümeti ile İstanbul Hükümeti ara­sında gündeme gelen Londra Konferansı’nda Türkiye’yi kimin tensil edeceği çekişmesi vardır. T.B.M.M bu görüşmede ülkeyi ancak kendilerinin temsil etmeye yetkili olduğunu İstanbul’daki Tevfik Paşa Hükümeti’ne açık bir ifade ile daha önce bildirmiştir. Meclisin bir oturumunda ise konferans hakkında İstanbul’da Sadrazam Tevfik Paşa’ya çekilecek telgraf tartışılmıştır.

Bu oturumda Burdur mebusu Mehmet Âkif (Ersoy), TBMM’den Babıâli’ye gönderilmek için hazırlanan telgrafın üslûbunu oldukça ağır bulmuş ve bunun yerine kendisinin ha­zırladığı bir metin önermiştir. Kabul edilmeyen bu metinde dikkat çekici önemli cüm­leler şunlardır: “Bugün İstanbul’un uhde-i hamiyyetine düşen vazife derhal BMM’nin meş­ruiyetini tasdik ve konferansa murahhas göndermek hakkının bu Meclise ait olduğunu ilân etmektir. Bunun hilâfında hareket milletin halâsına set çekmek, tefrika ve inkisama badi olmak, makam-i Hilâfet ve Saltanatı (Papalık) gibi kuvva-yı maddiyeden mahrum ve gayrı meşru bir şekle sokarak ecnebilerin amaline bâziçe derekesine indirmek demektir.”[41]

Bu oturumu yöneten Hasan Fehmi Beyin celseyi açmasından sonra ilk sözü Heyet-i Veki­le Reisi Fevzi Paşa almış ve aralarında şu konuşmalar geçmiştir: “Efendim, İstanbul ile mu­haberenin neticesini arz etmiştim. Bunun üzerine heyet-i âliyeniz cevap vermek için bir karar ittihaz buyurmuştu. Üç dört gündür bunun tehiri İstanbul münasebâtında bazı teşevvûşâta sebebiyet veriyor. Rica ederim cevap verilsin de İstanbul’la hesabımız kesilsin.” demiştir.

Oturumda ikinci sözü Mehmed Âkif almıştır. O da ‘Efendiler İstanbul’la aramızdaki suite- fehhümün kalkması bu ikiliğin bertaraf edilmesi için Meclisi âliniz karar verdi. İstanbul’a bir telgraf yazılacaktı ve son cevap olacaktır.’ demiştir.

Hamdullah Suphi Bey (Antalya)-(yerinden) ‘Beyefendi yazmışlar, geldiler burada okudular’ diye söze karışmıştır.

Mehmet Âkif Bey (Burdur), yazılan telgraftaki ifadeleri oldukça ağır bulduğunu, amacın uz­laşmayı temin etmek olduğunu bunun için de, telgrafta yer alan bazı ifadelerin yumuşatıl­ması gerektiğini söyleyerek kendisinin yazmış olduğu telgraf metnini okumaya başlamıştır. Âkif, ‘Mütarekeden beri devam eden ve inayet-i Hakk’la hayat ve istiklâlimizin halâsına ka­dar devamı muhakkak olan Mücadele-i Milliye sayesinde bugün lehimize olarak bir vaziyet inkişaf etti. Bu müsait vaziyetten istifadeye koşmak bütün Kuva-yi devlet için bir vecibe-i hayatiye iken, İstanbul’un hakayik-i ahvâle göz yumarak ruhdan ziyade şekil ile meşgul olduğu nazarı teessütle görülüyor. Zaman geçmiş, vakayii tahlil ile uğraşacak zaman de­ğildir. Ecnebiler devletimizin bütün varlığını paymâl etmişler, en tabii hukukunu çiğnemek­ten sıkılmamışlardır... İstanbul nazarında henüz resmen asi telakki edilen Anadolu bugün istiklâli için, makam-ı hilafet ve saltanatın tahlisi için canla başla uğraşıyor, kanını döküyor. Binaenaleyh bugün söz sahibi ancak kendisi olmak icap edeceğini itiraf ve kabul etmek ve aradaki suitefehhümü bertaraf ederek BMM’ye tefviz-i umur eylemek kendisinin ve bütün memleketin selâmeti namına İstanbul için en mutekaddim ve mütehattın bir vazifedir’ di­yerek İstanbul hükümetinin memleketin idaresini TBMM hükümetine devretmesi ge­rektiğini belirtmiştir.

‘Konuşmasının devamında ‘Gerek zât-ı şahânenin, gerek bütün cihan-ı İslâm’ın malûmu olmalıdır ki Büyük Millet Meclisi’nce bugün makam-ı hilâfet ve saltanatın halâsını ve mille­timizin istiklâl-i tammını temin etmekten başka hiçbir gaye mutasavver değildir ve bunun böyle olduğunu her milletvekili ferden ferda yemin ile teyit etmiştir. Onun için bugün İstan­bul’un mânâsız vesveselerle nazar-ı ecanipte milletin vahdetini kesredecek gayrimeşru bir tavır takınmasına Büyük Millet Meclisi son derece müteessiftir. Artık bu gayrimeşru vaziyete bir an evvel hatime vermek; bu zavallı, bu fedakâr milletin mukadderâtını idare etmekte bulunan Büyük Millet Meclisi’yle tevhid-i mesai etmek, aynı gayenin husûlüne el birliğiyle çalışmak dinî, vatanî, millî vezâifin akdemidir.’ diyerek İstanbul hükümetinin TBMM’sine ve onun hükümetine karşı takındığı gayrimeşru tavıra bir son vermesini söylemişti.

Konu ile ilgili Mehmet Âkif’in açıklamaları o günkü oturuma katılan milletvekilleri tara­fından farklı yönleri ile tartışıldı. Ancak Âkif’in görüşleri, konuşmasından bazı alıntılar da yaparak Mustafa Kemal Paşa tarafından ciddi şekilde eleştirildi.

Âkif’in ‘...Bugün lehimize olarak bir vaziyet inkişaf etti. Bu müspet vaziyetten istifadeye koş­mak bütün Kuva-yi devlet için bir vecibe-i hayatiye iken İstanbul’un hakayik-i ahvâle göz yumarak ...’ diye başlayan cümleyi ele alan Mustafa kemal Paşa ‘...Vaziyet öyle değildir efen­diler. Elhamdülillah bizim vaziyetimiz iyidir...’ dedi.

Mustafa Kemal Paşa, Âkif’in ‘...Bugün İstanbul’un uhte-i hamiyetine düşen en mühim vazife derhal TBMM’nin meşruiyetini tasdik ve konferansa murahhas göndermek hakkının mün­hasıran bu meclise ait olduğunu ilân etmektir...’ sözlerini de tenkit ederken şöyle demiştir: ‘Efendiler bu meclis meşrudur ve bunun meşruiyetini kimseye tasdik ettirmek lâzım değildir. İkincisi; bu meşru meclis, meşru ve selâhiyettar olan murahhaslarını (Londra Konferansı’na) göndermiştir. Bu heyetin Avrupaca tanınması için Tevfık Paşa’ya ricaya ihtiyacımız yoktur. Binaenaleyh böyle bir şeyi beyannamemizde söylemek, giden heyet-i murahasımızın kıy­metini katiyen sıfıra indirmek demektir.”[42]

Bu telgraf meselesi yüzünden Mehmet Âkif ve Mustafa Kemal arasında kısa süreli kır­gınlık meydana gelmiştir. Ancak bu kırgınlık kısa süre sonra açılan İstiklâl Marşı yarış­masında sona ermiştir. Atatürk bu marşın kabulünü ısrarla savunmuş ve Âkif’e İstiklâl Marşından dolayı tebriklerini iletmiştir.

İstiklâl Marşı konusu meclise gelmiş, 1 Martta Âkif’in şiiri mecliste okunmuş, 12 Martta da hükümetin de ısrarıyla İstiklâl Marşı, millî marş olarak kabul edilmiştir.

Sebilürreşat’a[43] Dair Bir Tartışma

Milli Mücadelenin lideri ve sembolü olan Mustafa Kemal Paşa mücadelesini verirken karşısında mevcut düşmanlarının yanı sıra bir de işbirlikçi yerli ve yabancı basını bulmuş ve onlarla da mücadele etmek zorunda kalmıştır. Bunların arasında özellikle İstanbul basını içerisinde yer alan Alemdar, Peyam-ı Sabah, Ümit ve İstanbul gazeteleri sayılabilir. Refik Halit, Refi Cevat, Ali Kemal gibi devrin önemli kalemleri, Milli Mücadele hareketine açık bir şekilde karşı çıkmışlar ve düşüncelerine her fırsatta yazılarıyla ortaya koymuş­lardır. Bunu yanı sıra Milli Mücadeleye destek veren gazetelerimizde mevcuttur. Bunlar arasında da İleri, Vakit, Yeni Gün, Akşam, İkdam, Tasvir-i Efkâr, Tercüman-ı Hakikat, Sebi- lürreşat gibi gazeteler ve dergiler sayılabilir.

Görevi içeride ve dışarıda Kurtuluş Savaşı lehine propaganda yapmak olan Matbuat ve İstihbarat Genel Müdürlüğü’nün bütçesi 28 Şubat 1921 günü TBMM’de görüşülmüştür.

İrşat ve propaganda amacıyla kurulmuş olan Matbuat ve İstihbarat Müdüriyeti parasız­lık, teşkilâtsızlık ve tecrübesizlik gibi sebeplerden ötürü beklenen tanıtım faaliyetlerini lâyıkıyla yapamadığı iddiası ile Meclis’in sert eleştirilerine hedef olmuştur. Bu kadar eleş­tirilen kuruma haliyle yönetici dayanmıyor sıkça müdür değişiyordu. Öyle ki iki buçuk ay içinde altı değişik müdür göreve getirilmiştir.

Türkiye Büyük Millet Meclisinde milletvekillerinden bazıları da Matbuat ve İstihbarat Müdüriyet-i Umumiyesinin iyi çalışmadığını Meclis’te konu edince, 26 Eylül 1920’deki tartışma sırasında Mustafa Kemal Paşa söz almış ve gerçeğin ortaya çıkması için, sorum­lulara soru sorup onların bu aksamalar konusunda fikirlerinin alınmasının doğru olaca­ğını, ondan sonra karar verilmesinin iyi olacağını söylemiştir.[44]

Bu görüşmelerde Sebilürreşat’la ilgili ilginç bir tartışma da çıkmıştır. Mustafa Kemal Paşa­nın da övgüsünü kazanmış olan Sebilürreşat 3 Şubat 1921 tarihli 467. sayısı ile Ankara’da çıkmaya başlamıştır. Her zaman Milli Mücadelenin sesi olan Sebilürreşat Ankara’da ya­yınlanan ilk nüshasında Âkif’in Kastamonu ve ilçelerinde Milli Mücadele lehine yaptığı konuşmalardan derlenen bir yazı yayınlanmıştır. 17 Şubat 1337-9 Cemaziyelahır 1339 (1921) tarihinde yayınlanan 468. sayısında ise Âkif’in Türk milletine armağan ettiği en büyük eseri “İstiklâl Marşı” basılmıştır.

Millî Mücadele yıllarında propaganda amaçlı olarak gazetelere çeşitli yardımlar yapıl­maktadır. İşte tartışmada bu yardımın dağıtımındaki aksaklıktan doğmuştur. Bu tartış­maların birinde milletvekillerinin bir kısmı propoganda amaçlı olarak devlet tarafından satın alınıp halka ücretsiz dağıtılan bazı dergiler gibi Sebilürreşat’ın da devlet tarafın­dan satın alınması ya da alınmaması konusunda iki farklı fikir ortaya atmıştır. Oysa Millî Mücadele’ye önemli katkılar sağlayan Sebilürreşat, Mustafa Kemal Paşanın da teveccü­hüne mazhar olmuştur. Dönemin Millî Mücadele taraftarı gazetelerine düzenli yardım­lar yapılırken Sebilürreşat’a verilen yardımlarda aksamalar olduğu için Karesi (Balıkesir) mebusu Abdulgafur Efendi, Matbuat Umum Müdürlüğü’nün çalışmalarını kürsüden eleştirmiştir. Bu konuşma da tartışmanın çıkmasına sebep olmuştur. Bazı milletvekilleri bu olaya müdahil olmuş, bu yaşananlar Mehmet Âkif’i üzmüştür. TBMM’nin 25 Nisan 1921 tarihli toplantısında Kütahya Mebusu Besim Atalay tarafından hazırlanan Köy Ho­cası ile Sebilürreşat dergilerinin bedeli devlet tarafından ödenerek köy ve nahiyelere kadar ücretsiz dağıtılması hususunda bir yasa teklifi kabul edilmiştir.[45] Ancak daha sonra bu yardım yine bilinmeyen sebep ya da emir üzerine yeniden kesilmiştir.

Bülbül: “Kelimeler Ağlıyor, Millet ise Kan Ağlıyordu.”

Kastamonu’dan Ankara’ya gelen Âkif’in yaşadığı acılardan biri de Yunanlıların Bursa’yı işgali idi. Bu işgal çoğu insanın moralini bozarak onları karamsarlığa itmiştir.

Batı’nın desteğini arkasına alarak zulmünü kat kat artıran Yunanlılar, Anadolu köylerine saldırmışlardır. Bu karışık ortamdan istifade eden vatan haini isyancılar da bu nazik du­rumdan yararlanarak kirli emellerine ulaşmak için çeşitli yerlerde isyan çıkarmışlardır.

Yunanlılar 8 Temmuz 1920’de Bursa’ya girerek burayı işgal etmişlerdir. Yunanlıların bu işgaline her yerden tepkiler gelmiştir. [46]

İlk Osmanlı başkenti Bursa, Yunanlılar tarafından işgal edilir, aynı zamanda Osmanlı dev­letinin kurucusu Osman Gazi’nin türbesine, Türk’ün mukaddesâtına hakaret etmişler- dir.[47] Mayıs 1921’de “Yunan ordusu Yalova, Gemlik civarında Müslüman köylerini yakıyor, İzmit’te çoluk çocuğu bir haneye doldurarak ateş ediyor, birçok Müslümanların burun ve kulaklarını kesiyordu. Gonaris İngiliz gazetelerinde vuku bulan beyanatında: “Biz ehl-i salip harbi yapıyoruz!” demişlerdi.

Âkif, yine bunalmıştı, yine inliyordu, yine bedbahttı, yine muzdaripti. O, bu hâl karşı­sında keder ve ıstırap içinde haykıran ilk Türk şairidir. Bir hüzün destanı yazılır. Her gün Yunan istilâsı altındaki topraklarımıza, özellikle de Bursa’ya dair elim haberler geliyor­du. Eline kalemini aldı ve Türk edebiyatına o güzel “Bülbül” şiirini kazandırmıştır. Âkif, Bülbül’ü yazar ve âdeta inletir.

Bursa’nın işgali üzerine Meclis’te yapılan bu görüşmelere anlamlı “Bülbül” şiiri tercüman olmuştur. Âkif’in yazıp yakın dostu Hasan Basri’ye (Çantay) ithaf ettiği “Bülbül” onun Mil­li Mücadele’de çektiği ıstırabı en iyi anlatan eser olmuştur. Nihad Sami Banarlı, “Bülbül” şiiri için “kelimeler ağlıyor, millet ise kan ağlıyordu.” demektedir.

İstiklâl Marşı’nın Yazımı ve Mecliste Kabülü

Bir milli marşın gerekliliğine ait istek genel kabul görmüş ve hemen çalışmalara başlan­mıştır. Bunun için ilk önce Maarif Nezareti okullara bu yarışmayı ve şartlarını duyurmuş­tur. Şairlere de gazetelere ise “Türk şairlerinin nazar-ı dikkatine” ifadesi yer alan bir ilan verilmiştir. Yayınlanan bu ilanda 23 Kânunuevvel 1336 (1920)’de bir edebî heyetin gön­derilen eserleri inceleyip değerlendireceği de yazılmıştır. Millî marş olarak kabul edile­cek olan esere 500 lira, besteyi yapana da 1000 lira ödül verileceği ilan edilmiştir. Yarış­maya 724 şiir gönderilmiş, ne var ki millî marş olmaya değer bir şiir bulunamamıştır.[48]

İstiklâl Marşı Âkif’e Nasıl Yazdırılmıştır?

Meclis’e İstiklâl Marşı yarışması için birçok metin gelmiştir. Söz konusu eserler içerisin­de Mehmet Âkif’in şiiri yoktur. Rıza Nur’dan sonra Maarif Nazırı olan Hamdullah Suphi, Mehmet Âkif’in marşa ödül konulması nedeniyle yarışmaya katılmadığını öğrenince şaire yazdığı mektupta ödül konusunun uygun bir şekilde çözümlenebileceğini ve ya­rışmaya katılmasını ister.

Devrin önemli şairlerinden, mebuslarına hatta generallerine kadar birçok kişi kendince bir İstiklâl Marşı yazarak yarışmaya gönderir. Ne var ki değerlendirme heyeti başkanı Hamdullah Suphi (Tanrıöver), bu şiirler arasından Millî Mücadelenin ruhunu yansıtan bir şiir bulamaz. Bu şiirlerin içinden Mehmet Âkif’in şiirinin çıkmaması da can sıkıcıdır onun için. Âkif’in İstiklâl Marşı’nı yazmasını Hasan Basri Çantay vesilesi ile yazdırılmıştır.

Türkiye Büyük Millet Meclisinde İstiklâl Marşı Görüşmeleri

Millî Marş konusu TBMM’nin gündemine bir kez daha 26 Şubat 1921 tarihinde gelmiş­tir. Görüşmelerden sonra Mehmet Âkif’in de şiirine itirazlar olmuştur. Oturum başkanı tartışmaların yoğunlaşması üzerine ortaya çıkan görüşlerin daha sakin bir kafa ile de­ğerlendirip tartışılması için zaman kazanmak istemiştir. Bunun için Mehmet Âkif’e ait metnin basılıp milletvekillerine dağıtılmasını isteyenler, istemeyenler şeklinde oylama yapmıştır. Yapılan oylamada basılıp dağıtılması fikri benimsenmiştir.

Bu ilk görüşmeden üç gün sonra 1 Mart 1921’de konu yeniden meclise gelmiştir. O gü­nün oturumunda İstiklâl Marşı çeşitli yönleri ile tartışılmıştır. O günkü oturumun baş­kanlığını da yapan Mustafa Kemal Paşa önemli bir konuşma yapmış, ardından Hasan Basri Bey’in, Hamdullah Suphi Bey’in İstiklâl Marşı’nı kürsüden okumasına dair teklifi oylatmıştır. Teklifin kabul edilmesi üzerine Başkan, Hamdullah Suphi Bey’i kürsüye da­vet etmiştir. Hamdullah Suphi Bey kürsüye çıkarak Mehmet Âkif Bey’in İstiklal Marşını yazma sürecini anlatmıştır. Çeşitli oturumlardan sonra İstiklal Marşı’nın resmen kabul edilmesi TBMM’nin 12 Mart 1921’deki ikinci oturumunda ele alınmıştır. Bazı mebusların marşla ilgili görüşlerini açıklamalarından sonra yapılan oylamada Mehmet Âkif’in şiiri “ekseriyet-i azîme ile” İstiklâl Marşı olarak kabul edilmiştir.

Meclis Kayseri’ye Taşınmayı Tartışıyor

10-24 Temmuz 1921 tarihleri arasında yapılan savaşta Kütahya, Afyon gibi büyük strate­jik önemi bulunan şehirlerin Yunanlıların eline geçmesi ihtimali insanları umutsuzluğa düşürmüştür. [49]

Bu umutsuzluk ve moral bozukluğu meclise de yansımıştır. TBMM’nin 23 ve 30 Temmuz 1337 (1921) tarihli gizli oturumlarında “Yunan taarruzu üzerine vaziyet-i harbiye hakkın­da müzakerât ve TBMM’nin Kayseri’ye nakli” tartışılmıştır. Bu oturumda söz alanlar hükü­metin Anadolu’nun göbeği addolunan Kayseri’ye taşınması fikrini ortaya atmışlardır. Bu fikri savunanlardan biri de Heyet-i Vekile Reisi Fevzi Çakmak’tır.

Meclis’teki bazı milletvekilleri “çekilmenin manevî zararlarının orduya kadar sirâyet edebi­leceği” hususunun altını çizerek hükümetin Kayseri’ye taşınmasının mahzurlarını ortaya koymaya çalışmışlardır. Mecliste az konuşan Âkif bu hususta çok konuşmamakla bera­ber meclisin Kayseri’ye taşınmasına karşı çıkmaktadır. Ayrıca bu konu hakkındaki fikir­lerini çeşitli sohbet ve tartışma ortamlarında fikrini şu cümlelerle ifade etmiştir: “Benim Öldüğüm Yerde, Oğlum da Ölsün”

Millî Şair Cephede

Ordu ve halk Büyük Taarruz’un ne zaman yapılacağını beklerken TBMM’nin 24 Temmuz 1922 tarihli oturumunda ordunun manevî kuvvetini artırmak için çeşitli fikirler ortaya atılmıştır. Bu amaçla orduya moral vermek üzere milletvekillerinden meydana gelen bir heyetin cepheye gönderilmesine karar verilmişti.

Ordumuz 26 Ağustos 1922’de Büyük Taarruzu başlatmıştır. Kısa zaman sonra da zafer kazanılmıştır. Sebilürreşat’ta zaferle ilgili ilk yazı 31 Ağustos 1922 tarihinde yayınlanır. Son anda dergiye girdiği izlenimini veren ve “Allahuekber” başlığını taşıyan imzasız yazı şöyledir: “Ey bin üç yüz seneden beri namuslu, dini müdafaa eden kahraman millet! Sen şimdi bu son gaza-yı ekberle dünyadaki davaların en haklı, en kutsî, en şerefli olanını mü­dafaa ile o şeref ve şanı yaşatıyorsun. Yürü...”

Âkif, 1-16 Ağustos 1922 tarihleri arasında, Ali Fuat Paşa’nın başkanlığında cepheleri do­laşan bir meclis heyetine katılarak, aynı ayın sonunda başlayacak olan Büyük Taarruz ön­cesinde askerlerimize cesaret verici konuşmalar yapmıştır. 26 Ağustos 1922’de başlayan Büyük Taarruz’un zaferle sonuçlanıp düşmanın İzmir’e doğru kovalandığı günlerde ise Âkif, heyecan içinde Ankara’da duramamış, cesetlerle dolu savaş bölgelerini dolaşmış: düşmanın çıkardığı yangınlara su taşımış, bu şekilde Bilecik’e kadar gitmiştir.

Bu büyük zaferden sonra halkta moraller düzelmiş insanımız geleceğe daha güvenle bakar hale gelmiştir.

Birinci Meclisin Seçim Kararı

Muayyen zamanlarda yapılacak seçim siyasetin yapısı gereğidir. Ancak bu seçimler be­lirtilen zamanda demokrasiyi işletmek ve siyaset kurumuna güveni tazelemek için mi yapılır. Yoksa baskın seçim tabir edilen ani seçimle muhaliflerin tasfiyesi için mi yapılır. İşte bu sorular demokrasilerde sıkça cevabı aranan sorulardandır.

Batı Anadolu gezisini İzmir İktisat Kongresi’ne katılarak tamamlayan Mustafa Kemal Paşa, 4 Şubat 1923’te Lozan barış görüşmelerinin kesilmesi üzerine Ankara’ya geri dön­mekte olan İsmet Paşa ile 18 Şubat‘ta Eskişehir’de buluşarak onunla birlikte Ankara’ya döner. Mustafa Kemal Paşa‘nın Batı Anadolu gezisi sırasında yeni Türkiye’nin yakın gele­cekteki konumu çizen açıklamalarının ardından, İsmet Paşanın meclise bilgi vermeden önce Eskişehir’de Mustafa Kemal Paşa ile buluşarak ona bilgi vermesi Ankara’da siyasi atmosferi gerginleştirir.

Lozan barış görüşmeleri üzerinde mecliste 27 Şubat’ta başlayan oturumlar 6 Mart 1923’e kadar şiddetli bir şekilde devam eder. Daha 1922 yılı Aralık ayı başında Vakit ga­zetesinden Hakkı Tarık’ın seçimlerle ilgili bir sorusu üzerine; ’’şüphesiz meclis şayan-ı ka­bul göreceği sulh olduğu şeraitini tasdik ettiği gün, hükümet mevcudiyeti olan ikmal etmiş olacaktır ve teşkilata-ı esasiye kanunu da sarih olduğu gibi,iki sene devam etmek üzere yeni intihabat icra olacaktı’’[50] diyen Mustafa Kemal Paşa, meclis genel kurulundaki görüşme­ler sırasında İkinci Grubun uzlaşma tavırlar sergilemesi üzerine böyle bir mecliste barış konusunu bir sonuçta bağlamanın güç olacağını düşünmüş ki;fikir değiştirerek Meclis yenilenmedikçe millet ve memleketin ağır ve sorumluluk bekleyen işlerini yürütmenin olanaksızlığına inanır ve derhal seçime gidilerek meclisin yenilenmesi konusunda hükü­meti ve Anadolu Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyetini ikna eder.

Seçimlerin yenilmesini isteyen önerge 1 Nisan 1923’te Aydın milletvekili Esat Bey ve 120 arkadaşı tarafından TBMM’nin vatan savunması amacıyla toplanarak bunu gerçekleştir­diği vurgulandıktan sonra, “Şimdi memleket mesail-i sulhiyeyi ve terakkiyet-ı ikdisadiyeye istihdaf ettiği için, millete yeniden müracata ihtiyaç hasıl olmuştur.”[51] deniliyor ve derhal seçim çalışmalarına başlanması isteniyordu. Önerge TBMM’de aynı gün görüşülerek, imza sahiplerinin alkışları arasında kabul edilir. Yine aynı gün Meclis Başkanı Mustafa Kemal Paşa, meclisin seçim kararı aldığı hükümete bildirerek derhal seçim çalışmalarına başlanmasını ister.[52]

Büyük Millet Meclisinin 1 Nisan 1923 tarihinde seçimlerin yenilenmesi kararı Meclisin basit çoğunluğunun oylarıyla alınmıştır. Bu karar bizzat 1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu­nun “madde-i münferide”sine aykırıdır. Zira, ilk Büyük Millet Meclisi seçimlerinin yenilen­mesine karar verebilmek, “madde-i münferide”de öngörülen “gayenin husûlü (amacın gerçekleştirilmesi)” şartına bağlıydı. Gayenin gerçekleştirilmiş olduğuna ise, ancak “mad- de-i münferide ” gereği “Büyük Millet Meclisi aded-i mürettebinin sülüsan-ı ekseriyeti” yani Meclis üye tam sayısının üçte iki çoğunluğu ile karar verilmesi gerekiyordu. Oysa seçim­lerin yenilenmesi kararı üçte iki çoğunluk ile değil, basit çoğunlukla alınmıştır.

1923 seçimlerini ülkenin her yerinde iki istisna dışında Mustafa Kemal Paşanın belirledi­ği listelerdeki Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin üyeleri kazanmışlardı.

Birkaç bağımsız aday dışında, seçimleri Halk Partisi kazanmıştır. İkinci Dönem Meclisi çalışmalarına 11 Ağustos 1923’te başlamıştır.

Ahmet Kabaklı “Birinci Meclis kapatıldı, devlet millet kaynaşması bitti.”[53] Demiştir. Burada dikkat edilmesi gereken iki nokta vardır. Birincisi ilk Meclis seçime mi gitti kapatıldı mı? İkincisi ise 1923’te oluşan Meclis millete rağmen millete karşı bir meclis midir?

Mehmet Âkif İkinci Mecliste Neden Yer almadı?

İstiklâl Marşı şairi Milli Mücadeleye derin çoşkunluk getiren Atatürk’ün çevresindeki ilk “mücahit”lerdendir.[54]

Âkif, Edirne’den Ankara’ya döndüğü zaman kafası Halim Paşanın Mısır’a davetiyle meş­guldü. Bu haleti ruhiye içinde İstiklâl Marşı’nın Mecliste görüşüldüğü dönemde seçildiği Maarif Encümeni Komisyonundaki görevinden 9 Aralık 1922’de istifa etmiştir. Meclisin 16 Aralık 1922 tarihli oturumunda okunan istifa dilekçesi sağlık sebeplerine dayandır- mıştır.[55]

Mehmet Âkif ilk mecliste hâlâ milletvekilidir. Ancak komisyondan istifasından sonra 8 Mart 1923’te de tekrar İrşat Encümeni’ne seçilmiştir.

Zaten tarihî misyonunu tamamlamış olan I. Meclis’te 1 Nisan 1923’te seçim kararı alınır. Mehmet Âkif, 27 Mart 1923’te en yakın arkadaşlarından biri olan Trabzon milletvekili Ali Şükrü Bey’in,[56] Muhafız Tabur Komutanı Topal Osman tarafından öldürülmesinden sonra Meclis’ten iyice soğumuştur. Âkif, mecliste bu olayın haricinde yaşadığı diğer bazı olumsuzluklardan dolayı tekrar aday olmayı düşünmemiştir.

İki Yadigâr: İstiklâl Madalyası ve Mavzer Tüfeği

Farklı bir hâlet-i ruhiye içinde olan İstiklâl Marşı şairi 1923 yılı Mayıs ayının başında Se- bilürreşat dergisinin klişeleri, ailesi ve yakın dostu Eşref Edip ile birlikte İstanbul’a geri dönmüştür. Ankara’dan ayrılıp İstanbul’a gelen Mehmet Âkif’in yanında Millî Mücadele hatırası olarak iki yadigar vardır: İstiklâl Madalyası ve bir de o dönemde mebuslara hatı­ra olarak verilen mavzer tüfeği.

li olarak katıldı. Bu meclisin, 16 Mart 1920’de İngilizler tarafından kapatılması üzerine, Ankara’ya gitti ve Türk Kur­tuluş Savaşı’na katıldı. TBMM’de Trabzon milletvekili olarak da görev aldı. Düşünceleri bakımından tutucu olması nedeniyle Mustafa Kemal ve kadrosunun aleyhinde bir tutum izlemeye başladı. Mustafa Kemal’in Muhafız Alay Komutanı olan Topal Osman Ağa tarafından 1923 yılında öldürüldü. Ali Şükrü’nün öldürülmesi olayı, TBMM ve ka­muoyunda yankılara yol açtı. Ali Şükrü Bey, “Tan” adında bir gazete çıkarmıştır. Bu gazete 19 Ocak 1923 ile 8 Nisan 1923 tarihleri arasında Ankara’da 68 sayı çıkmıştır. Ali Şükrü Bey’in vefatından sonra kapanmıştır. Mehmet Şükrü, Yusuf Ziya, Ali Şükrü, Recep, Abdulaziz Çaviş, Kadı Mahmut, Mehmet Şeref, Abdulkadir Kemali, A. Ferit gazetede imzası olanlardır.

Bu gazete ve Ali Şükrü için bkz:

  1. Ahmet Demirel, Ahmet, Ali Şükrü Beyin Tan Gazetesi, İletişim Yay., İst.,1996.
  2. Kadir Mısıroğlu, Ali Şükrü Bey, Sebil Yay., İst., 1996.

 

Türkiye Yazarlar Birliği'nin vefatının 90. yılında Âkif'i anmak için düzenlediği bilgi şöleninin tebliğlerini içeren kitap, TYB'nin 45., Mehmet Âkif Ersoy Araştırmaları Merkezi'nin 6. kitabı...


[1] Bu kişinin daha sonra ölümü hakkında sır perdelerinin aralanmadığı cinayete kurban giden Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey olduğu iddiaları vardır.

[2] Beşir Ayvazoğlu, İstiklâl Marşı Tarihi ve Manası, Tercüman Gazetesi, İstanbul, 1986, s.

13.

[3] Eşref Edip, Mehmed Âkif, Hayatı-Eserleri, 1962 s. 139.

[4] Dücane Cündioğlu, Mehmed Âkif’i Hiç Ağlarken Gören Olmuş mudur?, Yeni Şafak gaz., 14 Mayıs 2006.

[5] Alıntı metinde konumuzla ilgisiz gördüğümüz cümleler tarafımızdan çıkartılmıştır.

[6] Emin Ersoy Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey’le Beraber Bir Yaylı Araba İle Yola Çıktık Millet mec., 12 Şubat 1948, S. 12

Şubat 1948, S. 106, s. 18

[7] Konuşan: Feridun Kandemir, Yedigün, 1 Temmuz 1936, S. 173, s. 6-8

[8]      M.Ertuğrul Düzdağ, Mehmed Âkif Ersoy, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1996, s.90.

[9]      Emin Ersoy Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey’le Beraber Bir Yaylı Araba İle Yola Çıktık Millet mec., 12 Şubat 1948, S.

12 Şubat 1948, S. 106, s. 18

[10] Murat Kaya, Alkışı Sevmeyen Şair, Gonca Yay., İst., 2007, s. 49.

[11] Mustafa Müftüoğlu, Tarihi Gerçekler 1, Seha Neşriyat, İst., 1993, s. 150.

[12] Fahri Çoker, Türk Parlamento Tarihi, T.B. M.M. Yay., Ank., 1993, C.3.s. 14.

[13] Ahmet Cemil Ertunç, Cumhuriyetin Tarihi, Pınar Yay., İst., 2004, s. 15

[14] Ahmet Cemil Ertunç, Cumhuriyetin Tarihi, Pınar Yay., İst., 2004, s. 13.

[15] Mahmut Goloğlu, Üçüncü Meşrutiyet 1920, Başnur Mat., Ank., 1970, s. 161-162.

[16] Mahmut Goloğlu, Üçüncü Meşrutiyet 1920, Başnur Mat., Ank., 1970, s. 161.

[17] Birinci Meclis, Ed: Doç.Dr. Cemil Koçak, İhsan Güneş, Birinci Büyük Millet Meclisi’nin Toplanması ve Nitelikleri, Sabancı Üniversitesi Yay., İst., 1998.

[18] İhsan Güneş, Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisinin Düşünsel Yapısı, Anadolu Üniversitesi Yay., Eskişehir, 1985, s. 50.

[19] Fahri Çoker, Türk Parlamento Tarihi, T.B. M.M. Yay., Ank., 1993, C.3. s. 210.

[20] D. Mehmed Doğan, “İslâm Şairi” Âkif Bey, Ankara’ya Ne Zaman Geldi, Yedi İklim der., Aralık 2006, S. 201, s. 32.

[21] Fahri Çoker, Türk Parlamento Tarihi, T.B. M.M. Yay., Ank., 1993, C.3. s. 211.

[22]    Dr. Alemdar Yalçın, “Mecliste Âkif”, Türk Edebiyatı der., Mehmed Âkif Özel Sayısı, Mart 1983, S. 113, s. 9.

[23] Mehmed Âkif’in meclisteki çalışmaları için: Dr. Alemdar Yalçın, “Mecliste Âkif”, Türk Edebiyatı der., Mehmed Âkif Özel Sayısı, Mart 1983, S. 113.

[24] Türkiye Büyük Millet Meclisi Zabıt Ceridesi, 1.3, C.3. 25.4.1336 (1920), C.l, s.48-49.

[25] Türkiye Büyük Millet Meclisi Zabıt Ceridesi, 15, C.l, 27.4.1336 (1920), C.l, s.99.

[26] Dr. Recep Çelik, Milli Mücadelede Din Adamları, Emre Yay., İst., 1999, C. 2, s. 210-211.

[27] Bilal N. Şimşir, Ankara... Ankara, Bir Başkentin Doğuşu, Bilgi Yay., Ank., 1988, s. 178.

[28] Emin Ersoy, Anlaşıldı ki Mustafa Sagir Bir Hain ve Casustu. Mustafa Kemal Paşa’yı Öldürmek İçin Ankara’ya Gelmiş­ti. Şair Âkif Bir Mektubunu Açınca., Millet mec., 25 Mart 1948, S. 112, s. 15.

[29] Hüsnü Özlü, Milli Mücadelede İnebolu, İstanbul Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Ens., Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İst., 1996, s. 107.

[30] Zeki Sarıhan, Mehmet Âkif, Kaynak Yay. İstanbul 1996, s. 117.

[31] Gençler Mahfili ya da Kastamonu Gençler Kulübü 1920 yılının Şubat ayında kurulmuştur. Özellikle gençleri bede­nen ve fikren Millî Mücadele’ye hazırlamak için önemli gayretler göstermiştir. 17 Ekim 1920’den itibaren 18 sayı yayınlanan Gençlik Mecmuası adıyla dergi çıkarmışlardır. Bu dergide çeşitli ilmî, edebî ve içtimaî yazılar yayınlan­mıştır. Gençler Mahfili, vilayette ağırlığı olan bir teşkilat olup gelip geçen önemli kişiler bu mahfile uğramışlardır.

[32] Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Gençliği, Kaynak Yay., İst., 2004, s. 90.

[33] Mehmed Âkif Kastamonu’da Haz: Mustafa Eski, Ayyıldız Matbaası, Ank., s. VIII.

[34] Mehmed Âkif 19 Ekim- 25 Aralık 1920 tarihleri arasında burada ikamet ederek Millî Mücadele lehinde vaazlar vermiştir. Buradaki hayatına ait kısmi bilgi için:

a. Mustafa Eski, Millî Mücadele’de Mehmet Âkif Kastamonu’da, Ankara, 1983.

b. Fazıl Çiftçi, Mahalli Basın Işığında Kastamonu ve Çevresi, Kastamonu Belediyesi Yay., Kastamonu, 2006, s. 349-360.

c. M.Ertuğrul, Düzdağ, Mehmed Âkif Ersoy, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1996.

d. Hayrettin Karan, Eşref Edip, Millî Mücadele Yılları, Haz: Fahrettin Gün, Beyan Yay., İst., 2002.

[35]    Eşref Edip yola çıkış tarihini 25 Kanunievvel 1336 olarak verirken a.g.e., 1938 bs. s.69; 1960 bs. s.151; Düzdağ, a.g.e.,

s.lO5’te Aralık sonu, Tansel a.g.e., s.91; Doğan a.g.e., s.51’de 25 Aralık 1920; Uçman a.g.m. s. 26’da 1920; Sarıhan, a.g.e., s.l40’da 24 Aralık 1920; Ahmet Kabaklı, Mehmet Âkif, İstanbul 1977, s.34’te Ocak 1921 olarak vermektedir. Fevziye Abdullah Tansel ise Âkif’in “Yunan Ordularının Ankara’ya doğru ilerlemesi üzerine tekrar Kastamonu’ya dön­dü. Buradaki kazalardaki camilerde yine va’azlar verdi.” demektedir. a.g.e., s.91-92. [Bu bilgiler künyesini verdiğimiz eserden alınmıştır. Yrd. Doç. Dr. Yaşar Semiz, Yrd. Doç. Dr. Osman Akandere, “ Millî Mücadele’de Mehmed Âkif (Er- soy) Beyin Faaliyetleri”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Kasım 2002, C.XVIII, S. 54.]

[36] Burada sanıyorum Emin Ersoy’un yanlış hatırlaması sözkonusudur. Çünkü Mehmet Âkif Kastamonu’da iki ay kal­mıştır.

[37]    Emin Ersoy, Âkif, Gözyaşları İçinde Yazıyordu, Millet mec., 1 Nisan 1948, S. 113, s. 15.

[38]    Erişirgil, a.g.e., s.420. Eşref Edip, a.g.e., 1960 baskısında da “Ankara’ya gelince doğru Tacettin Dergâhı’na indik. O

zaman Ankara’da mesken buhranı olduğu için herkes bir tarafa sığınmıştı. Tacettin Şeyhi bir hürmet-i mahsusa olmak üzere dergâhı üstada tahsis etmişti” demektedir. Eşref Edip, a.g.e., s.152. [Nakleden: Yrd. Doç. Dr. Yaşar Semiz, Yrd. Doç. Dr. Osman Akandere, “ Millî Mücadele’de Mehmed Âkif (Ersoy) Beyin Faaliyetleri”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Kasım 2002, C.XVIII, S. 54.]

[39] Emin Ersoy Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey’le Beraber Bir Yaylı Araba ile Yola Çıktık Millet mec., 12 Şubat 1948, S.

106, s. 18

[40] Hayrettin Karan, Eşref Edip, Millî Mücadele Yılları, Haz: Fahrettin Gün, Beyan Yay., İst., 2002, s. 94.

[41] Türkiye Büyük Millet Meclisi Gizli Celse Zabıtları, C.I, s.411.

[42] Yrd. Doç. Dr. Yaşar Semiz, Yrd. Doç. Dr. Osman Akandere, “ Millî Mücadele’de Mehmed Âkif (Ersoy) Beyin Faaliyetle­ri”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Kasım 2002, C.XVIII, S. 54.

[43] Sebilürreşat, Sırat-ı Müstakim adıyla çıkmış dergidir. Ebulula Mardin ve Eşref Edip tarafından II. Meşrutiyet’ten sonra çıkarılan ve Mehmed Âkif’in başyazarı olduğu haftalık bir dergidir. İlk sayısı 27 Ağustos 1908 yılında çıkmış, 183. sayıdan itibaren Sebilürreşat adını almıştır. Birkaç kez kapatıldığı için kısa sürelerle çıkamayan dergi 1925 yılına kadar yayınını sürdürmüştür. 5 Mart 1925 tarihinde son sayı olan 641. sayı yayınlanmıştır. Yazarları arasında Mehmed Âkif, Manastırlı İsmail Hakkı, Babanzâde Ahmed Naim, İzmirli İsmail Hakkı gibi İslâmcı anlayışı savunan kişiler vardır. Dergi ilk yıllarında Ahmet Ağaoğlu ve Yusuf Akçura gibi Türkçü aydınların yazılarına da yer vermiştir. Âkif’in şiirlerinin büyük bir çoğunluğu bu dergide yayımlanmıştır. Derginin bibliyografyası için: Abdullah Ceyhan, Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşad Mecmuaları Fihristi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1991.

[44] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I, Ankara 1961, s. 122.

[45] Yrd. Doç. Dr. Yaşar Semiz, Yrd. Doç. Dr. Osman Akandere, “Millî Mücadele’de Mehmed Âkif (Ersoy) Beyin Faaliyetle­ri”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Kasım 2002, Cilt, XVIII, S. 54.

[46] Bu konuda bilgi için: Yard. Doç. Dr. İhsan Güneş, “Bursa’nın Yunan Ordusu Tarafından İşgali ve Bunun Doğurduğu
Tepkiler”, Askeri Tarih Semineri Bildirileri, Askeri Tarih ve Staratejik Etüt Başkanlığı Yay., Ank., 1985, s. 140-166.

[47] Bayram Altıntaş, Osmanlı’ya Dair, Rağbet Yay., İst., 2000, s. 10.

[48] Fahri Çoker, Türk Parlamento Tarihi, T.B. M.M. Yay., Ank., 1993, C.3, s. 211.

[49] Kütahya - Eskişehir Savaşları (10 -24 Temmuz 1921): 10 Temmuz’da Yunan saldırısı İnönü-Eskişehir, Afyon ve Kü­tahya hattında geniş bir cephede başladı. Bu durumda Mustafa Kemal Paşa fazla kayıplar verilmeden ordunun Sa­karya Nehri’nin doğusuna çekilmesine karar verdi. Ordu, Sakarya’nın doğusunda toparlanmaya başladı. Yunanlılar da Sakarya Nehri kıyılarına kadar ilerlediler. Yunanlılar Sakarya Nehri’nin batı tarafında durmuşlar, yeni bir saldırı için hazırlıklara başlamışlardı. Bu savaşın sonucu olarak Eskişehir, Afyon ve Kütahya elimizden çıkmıştır. Meclis tarafından M. Kemal 5 Ağustos 1921’de başkomutan seçilmiştir. M. Kemal ayrıca üç ay süreyle meclisin yetkilerine de sahip olacaktır.

[50] Vakit,5 Kanunu evvel 1922.

[51] İkdam,2 Nisan 1923.

[52] Anadolu’da Yeni Gün, Meclis Kararının Hükümete Tebliği, 2 Nisan 1923.

[53] Cumhuriyet’in 70. Yılında Aydınlar Konuşuyor, Yeni Asya Yay., İst., 1995, s. 203

[54] Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak, Milli Mücadele’de Atatürk’ün Çevresinde İlk Mücahitler, Genç Yay., İst., 1986, s. 163.

[55] TBMM Zabıt Ceridesi 1.Devre, C.25, s.408.

[56] Ali Şükrü Bey. 1884 yılında Trabzon-Vakfıkebir’de doğdu. Bahriye Mektebi’ni bitirdi. Donanma-ı Muavenet-i Millî Cemiyeti’nin satın almak istediği gemilerle ilgili olarak İngiltere’ye gitti. Son Osmanlı Meclisi’ne Trabzon milletveki-

Bu haber toplam 3022 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim