Carnegie: ‘Üzüntüyü Bırak, Yaşamaya Bak’ Fahri Kardeş…
Elli kilometre hızla giden aracın seksen kilometreyle gidebileceğini ortaya koyan raporum nedeniyle –kelimenin tam manayla – kovulmuştum. Şimdi ne olacaktı? ‘Üzülme, diyordum sık sık kendi kendime, Allah büyüktür! Mehmet Sakallıoğlu’nun bir kapısı var, Allah’ın binlerce…’
Beş altı sene önce Dale Carnegie’nin ‘Üzüntüyü Bırak Yaşamaya Bak’ adlı kitabından, ömür boyu kulağıma küpe olacak bir paragrafı geldi aklıma: ‘Öncelikle en kötü ihtimali düşünün’, düşünüyordum; kovulmak… kovulmuştum işte! Hiç ama hiç, zerrece hak etmeden! ‘Sonra bu durumdan nasıl çıkacağınızı düşünün!’ Evet; işte bu faciadan nasıl çıkacağımı düşünme ve bir çözüm bulma zamanıydı şimdi.
Gün Analitik Düşünme Zamandır…
Evet; mühendis ne demekti: ‘Hendese sahibi kişi!’ yani? Analitik düşünebilen, düşünmesi gereken kişi. Şimdi sağlıklı analiz zamanıydı.
Neydi benim mesleğim? Mühendis. Ne mühendisi? Endüstri. Neyden anlıyorum ben? Yeni yeni piyasaya çıkmaya başlayan bilgisayarların programcılığından. Her biri o günlerde servet değerinde olan bu bilgisayarlar en çok hangi kurumlarda gereklidir ve o paraları kim ödeyebilir? Kamu kurumları. Peki Adapazarı’nda hangi kamu kurumları var? Belediye, Şeker Fabrikası, o zamanki adıyla Vagon Fabrikası, Donatım, Tankpalet,.. Bunlardan en kolay hangisine ulaşabilirim? Yiğit, esmer, delikanlı, öz be öz Adapazarlı, karizmatik yönleriyle dikkati çeken Adapazarı Belediyesi’nin otuz yaşındaki belediye başkanı Erkal Etçioğlu’na; haydi bismillah…
Belediye Başkanı Erkal Etçioğlu: ‘Yarın İşe Başlıyorsun!’
Oturdum ‘durumu anlatan’ bir mektup yazdım başkan Etçioğlu’na. Biri İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi yıllarında sınıf arkadaşı Harun Taşkın ile gazeteci Hüseyin Komite’yi de referans olarak yazdım. İyi de nasıl ileteceğim mektubumu? Ömrümce sürdüreceğim ve hemen her defasında olumlu sonuç alacağım bir ilke edindim kendime o gün: ‘Herkes giderken Mersin’e, sen gideceksin tersine!’
Ev adresini öğrendim; PTT sokağın başındaki belediyenin arkasında, Yuvam sokakta Etçioğlu apartmanında oturuyordu. Akşamı bekledim, yemek sonrası bir vakitte gidip dairesinin kapısını çaldım, Erkal bey çıktı, kendimi bir iki cümleyle tanıttım, mektubumu uzattım, teşekkür edip çıktım.
Ertesi gün başkanın belediyeye gelişinde, girişte bekledim, beni gördü, ‘gel benimle’ dedi, belli ki okumuş ve etkilenmişti. Makamına aldı beni, birini çağırdı, ak saçlıca elli yaşlarında, sessiz, muhacir yüzlü biri girdi; ‘Sabahattin bey, dedi başkan, ‘Fahri bey bilgisayar programcısı bir mühendis, boş kadro ayarla, yarın muhasebede başlat, belediyenin giriş çıkışlarını öğrensin, birkaç ay sonra bilgisayar aldığımızda hesaplarımızı girer!’ Bana döndü başkan: ‘Hayırlı olsun kardeşim, yarın işe başlıyorsun!’ dedi. Ömür boyu devam eden Etçioğlu-Tuna gönül bağı o gün başlamış oldu.
Yirmi Dört Yıl Üç Aylık Belediyeciliğim Başlıyor Artık
Bin dokuz yüz seksen beş yılının yirmi beş martında (ki Askeri darbe sonrası yapılan ilk belediye seçimlerinin birinci yıldönümü tarihidir bu) işe başlatılıyorum: Ve yirmi dört yıl üç buçuk ay sürecek belediyecilik günlerimiz Allah’ın nasibi, Erkal Etçioğlu’nun vesile ve yardımıyla başlıyordu.
Beş katlı belediye binasının dördüncü katındaki Muhasebe Müdürlüğü’nde işe başlıtıldım. Müdürümüz Enis Mendi adında emekliğini ha oldurdu ha dolduracak, hoş, edepli, çalışkan, işbilir bir ağbi. İki müdür yardımcımız var: Biri yeryüzüne çalışmak için gelmiş, bizden dört beş yaş büyükçe, zayıfça, orta boylu, saygılı biri İsmail Yenice, diğeri onunla aynı yaşlarda, daha kısa boyluca, o da hep çalışan, Arifiyeli Hikmet ağbi.
İki şefimiz var; biri uzunca boylu, güzel, oturaklı, insan çalıştırmasını iyi bilen, iyi insan Gülderen Çetinkaya, diğeri Adile Naşit’in adeta kopyası olan Perihan ablamız. Ve yedi sekiz de memur arkadaş; ‘ahretliğim’ Kadriye Adıyaman, Ahmet Aytemiz ilk aklıma gelen isimler… Üç dört ay içinde bilgisayarlar (Monroe 2000 marka) alınacak, Sabahattin Lamba ve Muhammet Aslıbay ile birlikte ‘iyi bilgisayarcılar’ olacağız.
Output İnput Derken Programcı Olup Çıkıyoruz
Şöyle böyle dokuz yılım geçecek bilgisayar programcılığıyla. Mühendislik Fakültesi öğrenciliğimde tek zorlandığım ve Veysel Karafilik’in desteğiyle ancak beşinci/ son hakkımda geçebildiğim programlamanın (o zamanlar Fortran-IV adında, delikli kartların ellerimize tutuşturulduğu, Almanca kökenli olduğum hiçbir zaman anlamadım ve anlayamayacağım İnput-Output kavramlarının ortalıkta uçuştuğu dersin) bir gün hem de dokuz yıl süreyle hayatımı kazanmama vesile olacağını nasıl ve nereden bilebilirim ki. Kader kısmet işte. Ve tabi hiç de zor olmadığımı. Ama ancak ‘denize girilerek yüzme öğrenilebileceği’ni… Bilgisayarı da programları da Sistem Bilgi İşlem firmasından aldı Erkal başkan. İstanbul’dan Hakan adında Matematik mühendisi bir delikanlı ( o tarihlerde hepimiz 25 yaşında delikanlıyız ya farkında değiliz demek ki) bize CBasic diye bir programlama, hem de uygulamalı öğretiyor. Birkaç ay içinde de bu fakire belediyenin 367 memurunun maaşlarını yapan programı üretmek kısmet oluyor. Sevgili kardeşim Sabahattin Lamla’ların Dörtyol kavşağındaki –onların Hilalspor, benim ilk 11’de zaman zaman 5 Lamba soyadlı oynadığı için Lambaspor diye adlandırdığım- Hilalspor günlerim de başlıyor.
İsmail Şimşek: Üç İhtimali de Kendisine Alan Bahisçi
Çok ama çok güzel anılarımız, hatıralarımız başlıyor, bazı ufak tefek sorunların yanında. Yanda Personel servisinde İsmail Şimşek adında bir ağbimiz var. Bordro servisinde şef. Harika, dünya iyisi bir adam; Sapanca Hacımercan köyünden. Laz, öyle böyle değil ama gerçek Laz. Mohtice konuşan biri, tüm o köy gibi. Kafkasya’dan 93’de (1293 miladi 1887) gelip Sapanca’ya yerleşmiş bir ailenin çocuğu. Samimiyet abidesi insan. Hoş sohbet. Fenerbahçeli ama Trabzonspor’u da seviyor. İki şeye bayılıyor İsmail Ağbimiz; biri silaha diğeri iddiaya. Silah için ‘çocuğum kadar seviyorum, silahla doğdum silahla büyüdüm’ diyor, diğeri ise bahis…
Trabzonspor’un ya şampiyon ya ikinci olduğu yıllar.
Üç İhtimali de Rakibe Verince Kaybeden Ben Oluyorum
Yıl muhtemelen bin dokuz yüz seksen yedi, belki seksen sekiz. Ali Sami Yen’de o Cumartesi Galatasaray’la Trabzonspor oynayacak. Kalorifer peteğinin üzerindeki mermere oturmuşuz. Mevsim kış. Şubat veya Mart ayı. Abdullah Engin de var Mümtaz da. İsmail Ağbi iki de bir bana ‘hadi Fahri bu haftaki GS-TS maçına iddiaya girelim’ deyip duruyor. Ben ise ömrümce iddiaya karşı biri olduğum için kabul etmiyorum. O kadar çok ısrar ediyor ki, sırf makara olsun diye ‘tamam İsmail ağbi’ diyorum. İsmail Şimşek çok mutlu. Düşünüyor ve başlıyor konuşmaya: ‘TS galibiyeti benim’, herkes pür dikkat onu dinliyor, ‘tamam’ diyorum, düşünüyor düşünüyor, eli şakağında… ve ikinci teklifini de getiriyor; ‘beraberlik de benim’, ona da ‘tamam’ diyorum. O daha da keyifleniyor. Bir hınzırlık geçiyor aklımdan: ‘Gel ağbi Galatasaray’ın galibiyetini de sana vereyim’ diyorum. Derin bir düşünceye dalıyor; bekliyoruz cevabını, bir iki dakika kadar düşündükten sonra kararını açıklıyor: ‘Fahri biraz ağır oldu ama hadi olsun!’
Bana geriye ne kalıyor? Kar kış nedeniyle maçın oynanmaması veya seyircinin sahaya atlayarak maçın yarıda kalması. Hiç birisi olmuyor ve GS, TS’yi o Cumartesi 2-0 yenince bahsi İsmail Şimşek kazanıyor; bana da çayları söylemek kalıyor.
Abdullah Engin: ‘Âh Benim Cahil Kafam!’
Abdullah Engin diye güler yüzlü, çalışkan, iyi kalpli bir arkadaş var servisimizde. Almancı bir ailenin en büyük çocuğu. Annesi ve 6 kardeşiyle Beşköprü’de oturuyor. Halı saha ve mahalle maçlarımıza yeşil-beyazlı 28 numaralı Giresunspor formasıyla gelmesiyle ünlü, şakacı, sempatik bir arkadaşımız. Babasının erken yaşta vefatı nedeniyle annesiyle beraber evi çekip çeviren bir kahraman aslında Abdullah. Çok da seviyoruz onu. Akıllı çocuk ama hafif bir Karadneizlilik var tabii. Kafası yer yer farklı çalışıyor. Üniversite sınavına 1978’de birlikte girmişiz, o kazanamamış ve kazanamamasını da ‘İstanbul’da girmiş olması’na bağlıyor. ‘Orada yüz binlerce kişi girdi, senin işin kolay, Adapazarı’nda birkaç bin kişi, kazandın tabii’ diyor ciddi ciddi bana. Aslında o da 450 bin kişiden biri olarak benim gibi merkezi sınavla girmiş ama zihin demek böyle normalleştiriyor kazanamamayı. Bir türlü –o günkü adıyla- ÖSYM’i ve tek merkezden değerlendirmeyi kabul ettiremiyoruz bizim Abdullah Engin’e. Ve en son dayanamıyorum, söylüyorum Abdullah’a: ‘E sen de o zaman Hakkari’de girseydin ya, orada 250 kişi girmiş sınava, banko kazanırdın!’ Abdullah hayıflanıyor, üzülüyor: ‘Tüh be, Hakkari’yi nasıl düşünemedim, ah benim cahil kafam!’
Enflasyonun Hasibe Abla’ca Tanımı: ‘Kasada Para Yok Olmak Varmış’
Hasibe Abla diye çok sevdiğimiz bir müstahdemimiz var; servisi temizliyor, iş saatinde de evrak getir götür işlerine bakıyor. Tekelerli, Boşnak kökenli, bizden bir on yaş kadar büyük, orta boylu, her Boşnak gibi bembeyaz tenli, namazında niyazında; eşi ölmüş, iki kızını büyütüp okutmayı ve hayırlı birileriyle evlendirmeyi kendisine misyon edinmiş birisi. Sakin, az konuşan, ağzı dualı birisi. Beni çok sever, ben de onu.
Dönem Turgut Özal’ın başbakanlığı dönemi. Enflasyon aşağı, enflasyon yukarı. Televizyon haberleri, gazeteler enflasyon konusundaki haber ve yorumlardan geçilmiyor. Hasibe Abla bir gün, herhalde o sıralarda gazetelerde yazı yazdığımdan, ağzım az çok laf yaptığından olmalı, ‘Fahri, herkes enflasyon diye bir laf konuşuyor, ne demek bu enflasyon?’ On beş dakika kadar Abdullah Gül ve Sami Güçlü’nün İktisat derslerinden anlattıklarını anlatıp duruyorum ya, Hasibe Abla hiçbir söz, ses, yüz ifadesi değiştirmeden dinliyor; yarım saat oldu, örnekler şunlar bunlar; nafile ikna edemiyorum ve Hasibe Ablam, Anadolu kadınının bin fersahlık ferasetiyle benim yarım saatte anlatamadığımı bir cümleyle özetleyiveriyor: ‘Desene devletin kasasında para yok olmak varmış!’
27.09.2013
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.