• İstanbul 18 °C
  • Ankara 16 °C

Üç şehir arasında bir Mengüşoğlu

D. Mehmet DOĞAN

Elaziz, Malatya, Bursa…Dördüncüsü de var, İstanbul ama onu tasnif dışı tutuyoruz.

Metin Önal Elazizli, bu şehre 1937’den beri mecburen, mecburiyetten “Elazığ” deniliyor. Harput’da doğmuş, çocukluğu orada geçmiş. Gençliğini Malatya’da idrak etmiş. Sonra İstanbul var ve nihayet Bursa. Bursa’da karar kılmış. Devlet memuriyetine bulaşmamış. Belki de bu sebeple bir müddet ticaretle uğraşmış. Bu yüzden onun esas olarak müstakil bir edebiyatçı ve mütefekkir olduğunu söyleyebiliriz. Şunu da boşuna söylemiyoruz, bu yolu seçmek çetin bir yolculuğa çıkmaktır. Mengüşoğlu, birçok mevzuda zoru seçmiş bir yazarımız. Nasıl “aydın” olunur sorusunun cevabı bu seçimlerde gizlidir.

İnanç ve fikir dünyasının şekillenmesinde Malatya öne çıkıyor, hayatı tanıma ve düşüncesini oturtma denildiğinde İstanbul esas. Bursa ise yaşama ve yapma mekânı.

Onun bütün yaşadığı şehirlerin hakkını verdiğini söyleyebiliriz.

Elazığ’ı, Harput’u hem bir şehrengizle anmış hem de Yerler Mühürlendi romanında tasvir etmiştir. Yerler Mühürlendi’deki sükûnet, yalınlık çok az edebiyat eserinde rastlanır cinsten, Harput Şehrengizi’nde yükselen asabiyet ve hissiyat bu itibarla daha da dikkat çekici.

Malatya’nın düşüncesinin teşekkülünde mühim bir yeri var, bunu her fırsatta dile getiriyor. Bursa’da yaşıyor, yaşadığı yeri edebiyatla, fikirle zenginleştiriyor. Gençlerin yetişmesi için çaba harcıyor. Hayatı ideali, davası. Bu bir nesil meselesi, diyeceğim geliyor; çünkü şimdilerde böylelerine pek rastlanmıyor.

Mengüşoğlu yüksek tahsilini yaptığı İstanbul’a da borçlu kalmamaya çalışıyor!

Tefekkür ve edebiyat

Bizde edebiyat fikirden ayrılmaz. Bütün hatırımızda olan fikir adamlarımız aynı zamanda edebiyatçıdır, ekseriya şairdir. Fikir yönü ağır basanların da edebiyatla uğraşmışlığı vardır, Nureddin Topçu gibi.

Metin Önal, yazı hayatına edebiyatla girdi. Şiir yazdı, hikâye yazdı ve edebiyatı hiç bırakmadı, şiir yazmakta devamlı oldu. Fakat fikir eserleri vermeyi de sürdürdü. Düşünce-iman bütünlüğü onun fikir eserlerinde olduğu kadar edebî verimlerinde de esastır.

20. yüzyıl edebiyat için zor bir asırdı, dil üzerinde oynanan oyunlar, edebiyatın toprağını fakirleştirdi. Bu yüzyıl düşünce ve iman için daha da zor bir devirdi. Tefekkür değil, ideolojiye, onu temsil eden otoriteye boyun eğmek esastı.

Milletimizin Osmanlıdan Türkiye’ye geçişle yaşadığı kırılmayı hiçbir toplum yaşamadı, desek yanlış olmaz. Bu topraklarda 9 asırdan beri var olan ve milleti yapan değerler, bir kenara atıldı. Bir kenara atılmakla da kalınmadı, karşı değerler dayatıldı.

Bunun çeşitli safhaları var fakat esası eğitim öğretim sistemi ile yapılanıdır.

Türkleri bu coğrafyaya çeken saik dinî idi. Alparslan sefere çıktığında hedefinde Filistin vardı, Mısır vardı. Belki de Anadolu’yu dönüşe bırakmıştı. Fakat kaderin sevki, Doğu Roma’nın haris imparatoru Alparslan’ı savaşa zorladı. Alparslan eğer asker sayısı, silah, teçhizat vs. hesabı yapsa idi, elbette bunları hiç hesaba katmamıştır demiyoruz, savaştan imtina ederdi. Alparslan’ın misyon savaşı Malazgirt’tir. Bunu bilmiyordu, muhtemelen seziyordu. Kefeni olacak beyaz elbiseyi giyerek harp meydanına girdi. O Malazgirt’te bir sahneyi kapattı, yeni bir sahne açtı. Bir yıl sonra bir suikast sonucu şehid oldu…

Bu azın çoğa, zayıfın güçlüye galebesi olması itibarıyla benzersiz bir savaştı, daha mühimi belki de Alparslan’ın muzaffer bir sultan olarak Bizans imparatoruna mağlup hükümdar muamelesi yapmamasıdır. Anadolu’yu açan asıl zafer buradadır. Galip, mağlup ettiği ile bir arada yaşayacağını ilan ediyor. Mağlup Bizans imparatoru, kendi toplumu tarafından hacil düşürüldü ve öldürüldü. Bunun üzerine Anadolu’ya akınlara izin verildi ve yerleşmeler hızlandı. Beş yıl içinde İznik’e ulaşıldı ve devlet merkezi burada kuruldu. Çünkü asıl hedef İstanbul’du.

İstanbul bu kadar yakında, fakat onu ele geçirmek bu kadar kolay değildi ve elbette burada toprağa basmak, kökleşmek, medenî olarak da güçlü olmak gerekiyordu. Yoksa bir şehri çapulcular da ele geçirebilir, fakat o şehri yıkmadan yenileyerek sürdürmek büyük bir tecrübe ve birikim gerektirir.

Din, Müslümanlık bu toplumun varoluşunda birinci öncelikti, asıl yapıcı kaynaktı. Düşmanları da onu öyle biliyordu ve savaşın Müslümanlarla olduğunu bilerek savaşıyorlardı.

Bu ruh, Millî Mücadele’de de ayaktaydı. Mücadele işgalci küffara karşı yürütülüyordu. İslâm şairi olarak anılan Mehmed Âkif’in bu mücadelenin içinde bulunmasının sebebi de buydu.

Ta ki zafer kazanılıncaya kadar!

Zaferi kazandıran millet ve onun değerleri, barıştan sonra bir kenara atıldı. Millete ait köklü ne varsa, hepsi ortadan kaldırıldı. Yeni bir millet (ulus) yetiştirilmek için devrimlere başvuruldu.

Dinî muhtevanın yeniden oluşturulması

Dinin hayatın dışına itilmesi, din öğretiminin yasaklanması, dolaylı müdahalelerle dinî muhtevanın geriletilmesi (harf, dil devrimleri vb.) halkta derin bir hayal kırıklığı meydana getirdi. On yıl savaşmış, büyük zayiat vermiş, iktisadî hayatı canlandıracak insan unsuru yanında âlet edevattan da yoksun fakir halkın bu yıkıcı saldırılar karşısında tepkisiz kalması, çok da şaşırtıcı değildir. 1930’larda Orta Anadolu çiftçilerinin geçim vaziyetini araştırmak maksadıyla Ekonomi Bakanlığı’nın yaptığı araştırma, insanların en temel ihtiyacı olan yaşayacak kadar gıda almak imkânından yoksun olduğunu gösteriyordu. Ardından gelen 2. Dünya Savaşı, yoklukları katladı. Buna rağmen, inkılap adına insanlara zulümde bir eksilme olmadı. İmamlık yaptığı camide elif cüzleri bulunan hocalar dahi mahkûm edildi, süründürüldü.

Ancak 1950’lere doğru, bu konular konuşulabilir, yazılabilir hâle geldi. Modern dönemde dinî muhtevayı kavrama, kazanma ve hatta kitlelere yeni ifadelerle sunma çabaları bir taraftan öğretim sisteminde düzenlemeler yapılarak kontrollü tarzda serbest bırakıldı. Din öğretimine izin verildikten sonra doğru bir zeminde dinî bilgilerin öğrenilmesi, anlaşılması ve yorumlanması çabaları farklı zeminlerde de sürdürüldü.

            İslâmı asrın idrakine söyletmek

Burada Mehmed Âkif’in formülleştirdiği “islâmı asrın idrakine söyletmek” kavramı öne çıkar. Dinî konuların konuşulabilmesi, öğretimin çeşitli kademelerde mümkün hale gelmesi, konu üzerinde düşünme, tefekkür etme zeminlerini de çeşitlendirdi.

Malatya’da böyle bir zeminin oluştuğu, 1950’li, 1960’lı yıllarda müessir olduğu biliniyor. Belki bu zemin büyük bir birikime dayanmamakla, geniş kavrayışlı değerlendirmelerle zenginleştirilmemekle eleştirilebilir. Fakat şundan şüphe yoktur ki, bu halis niyetli bir kavrama çabası idi. Zaten bu zeminden beslenenler daha sonra daha geniş kavrayışlı bir düşünce zemini oluşturmak için çalıştılar. Metin Önal işte o isimlerin ilk safındadır.

Mengüşoğlu’nun bir kitabına başlık yaptığı “düşünmek farzdır” hüküm cümlesini İslâm’ı asrın idrakine söyletmek cümlesinin yanına koymak gerekir. Âkif’in,

“Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı

Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâmı”

Cümlesinin tamamlayıcısı olan

Kuru da’vâ ile olmaz bu, fakat ilm ister.

Mısraı pek hatırlanmaz.

Müslüman zihni, dünyanın birikimini döneminde veya dönemi öncesine ait olsun dikkatten uzak tutmamıştır. Dış dünyada olup bitenleri görmezden gelerek, kendi kabuğunu çekilerek var olmak, 19. Asırda vahhabilik olarak tezahür etmiş, buna karşılık batıyla yüzyıllardır temas halinde olan Osmanlı zihni dünya kavrayışını yeniden inşayı gerekli görmüştür.

Mehmed Âkif’in Mevlâna’nın pergel mecazında ifade ettiği tarzda bir ayağını sağlam bir zemine yerleştirerek diğer ayağı ile arayışa giren bir fikir önderi olduğunu söyleyebiliriz. Onun düşüncesinde, Kur’an merkezî bir yer işgal eder. Âkif, Kur’an-ı Kerim’in Müslümanın hayatını tanzim eden mevkiinden uzaklaştırılarak mezarlıkta okunan bir kitap haline getirilmesinden yakınır.

Âkif, Âsım kitabında Kur’an’ın hayatımıza dönüşünün nasıl mümkün olabileceği sorusunu cevaplamaya çalışır. Önce medresenin “çoktan yürüdüğünü”, yani bittiğini, tesirini kaybettiğini; İbnü'r-Rüşd, İbn-i Sîna, Gazâlî, Seyyid (Şerif Cürcani), Râzî gibi âlim ve mütefekkirlerin geride kaldığını belirtir. Bu noktada şerhçilik geleneğini eleştirir, on şerhe bakıp, bir kuru ma’nâ çıkarıldığını, yedi yüz yıllık eserlerle bu dinin ihtiyacını telafi etmenin kabil olmadığını söyler.

Ona göre, zamana bağlı olarak ortaya konulan eserlerin ötesine geçmek, geçmiş bilgileri de taşıyan bugünkü birikimimizle konuya yaklaşmak gerekmektedir.

Tabiî doğrudan doğruya Kur’an’dan ilham almak öncelikle yüzyıllardır çözülememiş ictihad meselesini önümüze getirmektedir. İçtihadın zorlukları çok tekrarlanmıştır. Âkif de bu zorluklardan bahseder, fakat yine de “ilham” alarak da olsa, Kur’an’ın hayatımızın düzenleyicisi olması fikrini savunur. 

İkinci mısra da bazılarınca “İslâmı asra uydurmak!” şeklinde anlaşılmak/ anlatılmak istenmiştir.

Mehmed Âkif, sadece Kur’an’ı çok okuyan, ezberleyen bir mümin değildir; Kur’an’ın hakikatini anlamaya ve anlatmaya çalışan bir noktada durmaktadır. Şiirlerinde ortaya koyduğu düşünce dünyası, Kur’an merkezlidir. Bu yüzden doğrudan veya dolaylı olarak Kur’an’a atıflar bir haylidir. Bazı mısraları, beyitleri Kur’an âyetlerinin şiir olarak meali-ifadesi şeklindedir. Yazılarında çoğu defa Kur’an âyetlerinin tefsirinden hareketle görüşlerini geliştirir. 1912’de İstanbul’un selâtin camilerinde başlayıp 1922’ye kadar cami kürsülerinden verdiği vaazlarda, âyet meallerine, tefsirlerine çok sık yer verir. Âkif’in, yaptığı işin gereği olarak serbest bir tefsir tarzını benimsemiştir. Onun yaptığı esas olarak lafzî (literal) tahliller şeklinde değildir, özle, ruhla ilgilidir. Âkif, lafzî tahlillerin öneminin farkındadır. Onun esas gayesi, Kur'an’ın mesajını en etkili şekilde gününün insanına ulaştırmaktır. Âyetin hedeflediğini beyan etmek veya varmak istediği sonuca işaret etmek şeklinde bir yorumlama tarzı geliştirir. Zıddını söyleyerek yokluğu halinde karşılaşılacak sonucu ortaya koymak yolunu seçtiği de olur. Âkif örneklerini gerçeklik üzerinden verir, böylece Kur’an’ın, nâzil olduğu devrin olaylarını izah ettiği gibi, günümüzde olup bitenler konusunda da kılavuzumuz olduğunu gösterir.

Âkif, ilim kavramını konunun merkezine koyar. Bu ilmin sırf bugünün bilgileri olmadığı açıktır; öncelikle Kur’an ilimleri olduğu şüphesizdir. Bu çağın insanı, bu ilimlerin tamamlayıcısı olmamakla birlikte yaşadığı dünyanın bilgilerine, düşünceyi harekete geçiren hadiselerine vâkıf olmaktadır. Bütün bunları yok saymak mümkün değildir. Bu yüzden, “günümüzde inancına sahip çıktığı halde asrın idraki kavramının dışında kalarak yazan, çizen, fikir ortaya koyan kimse yoktur” diyebiliriz.[1]

Mengüşoğlu’nun bu çerçevede Mehmed Âkif’in takipçisi olarak görebiliriz. Bugünün Müslümanının dinin özünü kavrama cehdi, “düşünmek farzdır” cümlesi ile net şekilde ifade edilmektedir. Onun akıl merkezli bir düşünme tarzını seçtiği kolaylıkla öne sürülebilir. Fakat kendi ifadeleriyle, düşünce ve duygunun tek merkezi vardır, akıl da duygu gibi kalbin bir fonksiyonudur. Kalbin türlü fonksiyonları içerisinde düşünmenin ve duygunun muhtelif basamakları vardır.[2]

“İki kalbim yoktur, duyduklarım ile düşündüklerim aynı kaynaktan beslenir ve her ikisi de aynı bilinç, idrak ve inancın mütercimidir. Güya aklen aşkı inkâr edip gönülden iman ettiğini söyleyenlerin düalist mantığı ve mantalitesi benden uzak olsun. İslâm öğretisindeki imanın bir bilinç, basiret, ilim ve nihayet akletme işi olduğunu şu şaşkın dünya ne zaman öğrenecek?”

Mengüşoğlu’nun sanatçı-edebiyatçı kimliği böylece anlaşılır hale gelir. Edebiyatın sözü, şiirin ifadesi kısadır, fakat daha etkileyicidir. Onun şiirleri dışında yazdıkları da teferruata boğulmuş şeyler değildir.

Metin Önal, sanatkâr ve mütefekkir kişiliğinin teşekkülünde yeri olanları açıkça ifade etmekten kaçınmaz. Malatya’da Sait Çekmekgil ve Sait Ertürk ona, sözü dinleyip doğrusuna uymak şeklinde usûl yönünden tesir etmiştir. Ne pahasına olursa olsun Hakk’a tanıklık etmelidir. Bu çerçevede “sözüm doğru olsun, odun gibi olsun tek” diyen Mehmed Âkif’e kendini yakın hissettiği görülebilir. Âkif’e ilgisini onunla ilgili konuşmalarıyla, yazılarıyla ve kitabıyla ortaya koymuştur. Müstesna Şair kitabı, bu bağlamda, bir teşekkür ifadesidir. Metin Önal’ın aynı zamanda bir aksiyoncu olan Necip Fazıl’a da ilgi gösterdiğini, biliyoruz “Ben ondan asla İslâm'ı öğrenmedim; o bana/bize bir cesaret aşısı yapmıştı” der. Onun yine bir edebiyatçı mütefekkir olan Sezai Karakoç’tan da beslendiğini biliyoruz.

Hareket kardeşliği

Onunla ilk tanışıklığımız, Hareket dergisi sayfalarında olmuştur. Metin Önal’ın bu dergide yayınlanan şiirleri, bizim de şiir heveslisi olarak şiirlerimizi yayınladığımız 1960’lı yılların sonlarına denk düşer. Hareket, elbette Nureddin Topçu’nun gölgesi altında yayınlanır, fakat yayın anlayışı olarak hayli serbest bir zemindir. Sade tefekkür değil, edebiyat, sanat, estetik de bu derginin yapıcı unsurlarıdır. Mengüşoğlu’nun 1973’te yayınlanan hikâye kitabı Gâvur Kayırıcıları, bizim 1975’te çıkan Batılılaşma İhaneti kitabıyla aynı zeminden beslenir.

Daha sonraki yıllarda, Türkiye Yazarlar Birliği çatısı altında Mengüşoğlu ile birçok faaliyette katıldık, Türkçenin Uluslararası Şiir Şöleni vesilesiyle yurtdışı seyahatlerde beraber olduk. Yol arkadaşlığından karşılıklı memnuniyet duyduk, bütün farklılıklara rağmen, iman ve fikir kardeşliğinden zerre inhiraf etmedik.

Şairin şehre dönüşü

Metin Önal’ın büyük tanımlamayı ikinci plana itmeden, zaruri kimlik yapıcı unsurları dikkate alması için Harput Şehrengizi kitabını dönüm noktası olarak görebiliriz. Şair bu kitapla şehre ve toprağa dönmüştür, yazdığı görünüşte nesirdir, esasta ise şiir. Mutlakın peşinde olan şair, tevhidî bir evrensellik anlayışına sahiptir. Bu yüzden yerlilik, mahallilik veya millilik yakın durmadığı kavramlardır. Mutlak arayıcısı olarak "değişken ve izafî" gerçeklere fazla takılmamıştır… ElazizMalatya veya Bursalı olmanın ehemmiyeti yoktur. Hatta Türkiyeli, Suriyeli ve Makedonyalı olmak da mühim değildir. Onun bir şiir kitabının başlığı olan “Ben Asyalı Bir Ozan”daki Asyalılık da emperyalizme karşı mazlumların safında olmaya işaret eden bir tepki ifadesinden ibarettir. O aidiyetleri tek tanımlamaya irca etme arayışındadır, bu yüzden mahallî/millî hassasiyetler bir asabiyet kuşkusu uyandırır.

Metin Önal, oğlunun trajik şekilde kaybı üzerine şehre, eve yani anneye döner…Harput Şehrengizi’ni yazar. Kitabın daha başlarında okuyucuda şairin bu kitabı yıllardır kendinden uzak tuttuğu hassasiyetlerin kuşatması altında bir çırpıda yazdığı duygusu uyanır. Kitabın son sayfalarındaki şu cümleler tahminimizi doğrulayacak mahiyettedir. "Oturdum on günde yazdım. Ama aralarına serpiştirdiğim şiirler şahit olsun ki, ömrümün buraya kadar olan kısmını hep Harput hasretiyle yaşamışım." (sf. 153) Kendine şiirlerini şahit tutan şair, Harput hasretine genç yaşta kaybettiği oğlunun hasretini de eklemiştir.

Metin Önal Mengüşoğlu, Harput Şehrengizi'nde Türkiye'nin beş şehirle sınırlı olmayan aidiyet/kimlik zenginliğini, medeniyet derinliğini gözümüzün önüne serer. "Şehirlerin insanlara giydirdiği elbiseler vardır. Şehirlerde edindiğimiz eda ve vurgu, yürüyüş, atlama biçimleri, bakış, görüş zaviyeleri, tutum, duruş biçimi, oturma, ayakta durma formu vardır. Hepsi kendine özgü, şehrine özgüdür. Mensubiyetsiz bir insan tekinin acırım hâline."

Harput Şehrengizi hakkındaki yazıyı, Metin Önal'ın heyecanla karşıladığım, bir solukta okuduğum kitabı yayınlandıktan, elime ulaştıktan hemen sonra, sıcağı sıcağına yazmıştım. Yazı yayınlandıktan sonra bir müddet şairle yüz yüze gelme imkânımız olmadı. Ne eskisi gibi Türk dünyasında şiir şölenleri yapılıyor, ne de Kazakistan, Türkmenistan seyahatlerinde olduğu gibi Metin'le yoldaşlık edebiliyorduk, hatta Bursa’ya da yolumuz pek düşmüyordu. Nihayet, Dursunbey'de Suçıktı şiir şöleninde karşılaştık. Hep güzel şiirler okuyan Metin Önal, orada güzel bir konuşma yaptı.

"Şair şehre döndü fakat şehir yerinde yoktu!" dedi.

İnsanoğlu, yitirdiklerini kaybedilmiş cenneti gibi görür. İşte bu hissiyattır düşünceyi, sanatı, edebiyatı besleyen, kanatlandıran.

            Bitirirken başa dönmek!

Bu yazıyı kaleme alırken, Mengüşoğlu’nun kütüphanemdeki kitaplarını yeniden gözden geçirdim. Şehir Yollarında Bir Şair Gezgin kitabını, seyahat yazıları nasıl olsa, havasında okumamışım. Bu bir bakıma bir seyahat kitabı, fakat aynı zamanda bir şehir kitabı. Bu kitabın birçok yazısı, şairin hayatıyla bağlantılı Malatya, Diyarbakır, Maden-Ergani, Dersim gibi şehirler ve kasabalarla ilgili idi…Bu yazılar başka bir kitapta hatıra yazısı olarak görülebilirdi. Mengüşoğlu kitapta bu topraklardaki köklü aile varlığı hakkında da ipuçları verir.

Doğrusu bu kitaptaki bilgiler bitmekte olan bir yazının devam etmesine sebep oldu. Metin Önal, hayatının bir safhasından sonra seçimlik bir soyadı edinir: Mengüşoğlu. Mengüçler, Mengüşler, Mengücekler, Anadolu’nun kuzey doğuya doğru kayan merkezinde hüküm sürmüş bir hanedandır ve Metin Önal, saltanatları sona erdikten sonra da bu topraklarda yaşayan ve muhtemelen itibar görmeye devam eden hanedanın 20.yüzyıla ulaşmış bir ailesindendi. Bu ne demektir? Mengüşoğlu bu toprakların bin yıllık yerlisidir! Dedenin kabri Mazgirt toprağındadır. 1960’lı yıllarda Keban Barajı yapılırken, resmî bir yazı ile babasından Pertek kalesinden hak talebi olup olmadığı sorulur. Artık bir devlet memuru olan babası, talepleri olmadığını bildirir…

Malazgirt zaferinden sonra Alparslan’ın Anadolu’da fütühat yapma vazifesi verdiği beyleri arasında Emir Mengücek de vardı…Malazgirt’ten hemen sonra bölgede hüküm süren ve adıyla anılan bir beyliğin kurucusu olur Mengücek bey… O ve soyundan inenler bölgede iki asırlık bir beyliği, her şeye rağmen sürdürmüşlerdir. Erzincan, Kemah, Divriği ve Şebinkarahisar bu beyliğin merkezlerinden. Mengüşoğullarını bugüne taşıyan şaheser yapı, Divriği Ulucamii ve Şifahanesi-medresesidir. Bu yapıların kapılarında taşa şekil vermede devrin ustalarının maharetini bugünün şartlarında açıklamak müşkil. Günün her saatinde farklı görünen bu esrarengiz kapıların, yılın dört mevsiminde hangi renklerle gözlerimizi alabileceğini tahayyül etmek bile zordur. 

Mengüşoğullarının büyük merkezi Erzincan’dır. Erzincan her ne kadar ana yol üzerinde ise de bu nehirlerin ve dağların baskın olduğu coğrafyada iç iller, iç ülkeler olması şaşırtıcı sayılmaz. Divriği Sivas bölgesinde, Mengüçeli’nin batı sınırındadır. Erzincan’dan Divriği’ye giderken Mengüçlerin merkezlerinden Kemah sarp kayalar arasından görünür. Bu manzaranın ön planında Melik Gazi kümbeti ve zaviyesi vardır. Mengücek Bey, harekat merkezi olarak bu ulaşılması güç, sarp yeri seçmiş olmalıdır.

Mengüşoğullarından Fahreddîn Behrâmşâh âlimlere, şairlere değer veren bir hükümdardır. Genceli Nizâmî ünlü Maħzenü’l-esrâr isimli eserini onun adına yazmıştır. Behramşah da onu 5000 dinar altın, 5 rahvan katır, 5 koşumlu at, hil’at ve elbise ile taltif etmiştir. Bu hediyelerden başka yanındakilere şöyle söylediği İbn Bibi’nin Selçukname’sinde belirtiliyor: “Eğer şiir başarılı olursa, hazineler ve defineler bağışlarım. Çünkü bu manzum kitapla benim adım bu fani dünyada ölümsüz olarak kalacak. Bu fani dünyada ve geçici âlemde unutulmadan kalmak ve ismin ebedî olarak anılması, çok büyük bir itibar ve ulaşılması zor bir başarıdır… Eğer Firdevsî Şehnâme’yi yazmasa idi, o devrin padişahlarını, taç sahiplerini, kim hatırlayacaktı?”[3]

Metin Önal Mengüşoğlu Anadolu’nun tarihinde yeri olan bir hanedanın günümüze ulaşan bir ferdi olarak, bu topraklarda tarihin nasıl seyrettiğini, birçok şeyin kaybolmadan Selçukludan Osmanlıya, orada günümüze kadar geldiğine işaret eder. Yüzyıllar boyunca bu topraklarda ayakta kalan sistem, hanedanın resmî bir otoritesi olmadan, varlıklarını koruyarak gelmesini sağlamıştır. Doğrusu, Metin Önal’ın bilerek veya bilmeyerek buna işaret etmesi bana çok ilgi çekici gelmiştir, eğer o nakletmese idi, biz böyle bir bağlantıdan haberdar olmayacaktık…

Hece Taşları Aylık Şiir Dergisi- Kasım 2021

 

[1] Bu konuyu Hece dergisinin 2021 Mayıs sayısında yayınlanan yazımızda ele aldık: “Şiirle düşünmenin zirvesi: Mehmed Âkif.”

[2] Asım Öz’ün Mengüşoğlu ile yaptığı konuşma: “M. Ö. Mengüşoğlu: Karşı kıyıda biri var, insanların hizasında” Dünya Bülteni

 

[3] İbn Bîbî: El Evamirü’l-Alaiye Fi’l-Umuri’l-Alaiye. (Selçukname) Haz. Mürsel Öztürk. Ankara, 1996  C. I sf.92-93

23699216973195722544untitled-2.jpg

Bu yazı toplam 223 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim