• İstanbul 15 °C
  • Ankara 17 °C

Sensizliğin çıkmazında kimsesizlik ya da Blue Mosgue Hikâyesi

M. Ali ABAKAY

Sensizliğin çıkmazında kimsesizlik, ruha daldırılan hançerden daha acı verir, yüreğime.

Ben sevda şehrine destursuz giren derviş olabilme sıfatına sahip olmadım, hiçbir zaman.

Ruhsuzluğun armonisinde bana sevdirilen renkleri, “La!..” diyerek reddederken, söylenen sözlerin kıymeti, tedavülden kalkmış değerli kâğıdın soluk çehresine muadildir, nazarımda.

Kim ne derse desin, onları sevemedim, sevme yok oluşumun tescildir, acılarla gün be gün kanayan yüreğimde.

Sensizliğin girdabına kapılan gönle güzel sözler söylemeye ehil değilim, hatamla eksiğimle dergâhına kabul eden.

Ben affedilmeyecek günahlar işledim, bu yaşımda, insanoğlu bilmez, dost anlamaz, bilen bilir, sadece beni.

Kimsesizliğin nisyan olduğunu bilirim, bilmekteyim, böylelikle.

Hangi susuz kuyuya atılmalıyım ki çıkışı olmasın, işlediğim çirkinliklerin.

Ben, günah galerisinde boğulurken, benden dua isteyen çaresizlere her bakışım, apayrı mustariblik yükler, kötülüklerin yuvası kalbime.

Yüreğim acıların otağına dönüşür, ruhum işkencenin arenası kesilir, bedenim yalnızlığın demirden sert kıskacında ezilir, anlamaz olur kimse, beni.

Sensizliğe methiye değildir, yazdığım kendimle hasbihâl.

Bir usta yazarın kaleminden damıtılmış acılar değil, pişmanlıklar asla değil, sadece kendisiyle muhasebesi.

Yaşların ılıklığıyla ıslanan seccadede anlayan kim olur, gecenin uzayan deminde beni?

Doğruların takipçisi, yanlışların reddiyecisi olma adına çıktığım hayat mecrasında karşılaştığım her engelin ardımda bıraktığı acılar ve iflâh olmaktan yana dertli ruhum, ıslâh olmaktan uzak nefsim!..

Sofralara oturamam, onu aşkın nimete, senin isminle başlayamam, dünyanın dört yanında insanlık açlıktan kıvranırken, ma’zur gör beni.

Oturup farklı şurupları içemem, tadına varamaz dilim, susuzluktan telef olan insan varken.

Çok katlı yapılarda yaşarken, on metrekarelik odayı barınak bilip şükredenler varken utanırım, kendimden.

Üzerimdeki libas, bir ailenin aylık maişeti, ayakkabı haftalık harcaması iken nasıl rahat eder, benliğim.

Öde zekâtını dünya yaşamının gönlüm.

Elimdeki tesbih eriyor, Şeyhim.

Ben eriyorum her ismini andıkça Yaradan’ın.

Ben tesbihle yok oluyorum, Şeyhim.

Ne dersin bana, derdime bul bir çare?

Korkuyorum, her tarafta karaltılar var.

Dillerini anlamıyorum, hiç kimsenin.

Beyaz tenli olmanın suç olduğunu öğrenmemiştim.

Bir yanda Afrikalı insan kardeşlerim.

Öbür yanda Kızılderili kardeşlerim.

Tanımakta zorluk çektiğim başka kavimler var, dört yanımda.

Suçlusu ben değilim, olanın-bitenin.

Ben, sahrada vaha ararken buharlaşıyorum, birden bire.

Önümde uzunca, dar bir yol.

Merhametin ellerine tutunmaya çalışıyorum, dilimde zikir.

Her söz beynime bir bomba gibi iniyor.,

Çarpılmışım, un ufak olmak denir, buna.

Ne yapmalıyım, neler etmeliyim, hengâmede?

Bir çift söz dileniyorum, etraftan.

Tebessümle bakıyor, üstü başı yırtık bir kız çocuğu. Saçı keçeleşmiş, ayakları çıplak.

Gülüyor, bu sefer, beni işaret ederek, etrafına.

Dar bir kafesteyim, şimdi.

Herkes beni görmek için sıraya girmek istiyor.

Adeta dünyada işlenen her cinayetin müsebbibi ben imişim, sanki.

Bir tas suya hasretim, içim paramparça.

“Su” diye inliyorum, yaşlar yanakları yol bulmuş, dudaklarımda tuzluluk gittikçe artıyor.

Bir kırbaç darbesi görüyorum, havada.

Tutmaya niyetim yok, kırbacın bedenimde şaklayacak uzantısını.

Yaşlı bir adam, aksakalıyla geliyor, önüme.

“Allah!..” derken mütebessim çehresi.

Kapısı açılıyor, küçücük kafesin.

Kalanını asasıyla düşürüyor, Yaşlı adam.

Onun aksakallına tutunuyor, ruhum ve sürükleniyorum, kendisi gittikçe.

Devasa dağın eteğinde yok oluyor, asa.

Yaşlı adama soracak bir şeyim, yok aslında.

“Allah!..” diyorum, kendimce, o mütebessim çehre aydınlanıyor.

Yaşlı adamdan kalan gözümün önünde sadece esvabı.

Kendisi yok elbisesinin içinde.

Nereye gitti, ne oldu, bilemiyorum.

Bir güvercin kanat sesleriyle varlığını hissettiriyor, bana.

Uçuyor, masmavi gökte, gözden kayboluncaya kadar.

Her kanat çırpışını duyabiliyorum, beni şaşırtan bu.

Yaşlı adamın güvercin oluşu, muamma.

Bir selâ okunuyor, derin hançereden, Bilâl okuyormuş gibi.

Caferdir, gözümün önünden geçen siluet.

Belki eza eden Hakem’dir, Bilâle.

Bu neresidir, kuytuluklar nedendir, nerede gökyüzünün maviliği, uçan güvercin niçin kayboldun, gözümden?

Belki kırk haramîyle baskın yapandır, karşıda görünen.

Ben, haramî başından “Ali” adını bırakmasını istiyorum. O, ısrar ediyor kendince.

Hem insanın parasını, giysisini al, canına kast et ve hem “Ali” adını taşı.

Özür diliyor, birden bire, elinden kılıncı düşerek.

Secdeye kapanan şeytana dönüştü, sanki.

Kalkıp korkunç bir surata dönüşen yüzü, attığı kahkaha dağlara çarpıp aksini kulak zarını patlatırcasına haşin.

Kendimi kumda yüzüstü buluyorum, sırtıma vurulan tekmeyle.

Keşke kılınçla son verse hayatıma, dayanılmayacak acı hissediyorum, böğrümde.

Ağzımdan boşanan kan, nefes almamı güçleştiriyor.

Acayip mahlûk, karşımda duruyor, beni bana anlatıyor.

Nefsimle yüz yüzeyim, şimdi.

O bakışlara karşı pes etmemem lazım.

Kötülüklerin Şahı şeytan kesiliyor, karşımda.

Söylediklerini kabul edersem, bu sıkıntıların son bulacağını belirtiyor, arsız arsız.

Ben ne yılan beslemişim, koynumda haberim yok, kendimden.

Buğusu üstünde kahve fincanından falıma bakıyor ve sıralıyor nelerin olacağını.

Ben kâhinliği reddeden olarak, duruyorum kumda kapaklanmış olarak.

Hayatımda fal oklarını haram bildim, remlden uzak idim.

Birden bire merhamete geliyor, tutarak elimden.

Nefes alıyorum, bir şey yokmuş gibi.

Önümde saraylardan saray, herkes el pençe divan durmuş. Önümde kocaman, altından taht, her yeri mücevherle akikle, elmasla parıldıyor, adeta.

Tek şart, bana sunulan kâseden içme emri.

Kâse, zümrütlerle süslü bir kafatası.

İçinde masmavi bir su. Oldukça kokulu, etrafa yayılan kokusu, insanı kendisine çekiyor.

Bir kafatasından su içmek!..

Her şeye sahip olmanın şartı, bu.

Bir iblisin saklı kuyruğunu görüyorum, tam suyu içirtmeye çalıştıkları sırada.

Kuyruk, bir solucan misali hareketli suya aksedişte.

Suyu içmeden, bana içirtmeden önce İsmini anıyorum senin ve yok olup gidiyor, büyü.

Kuru kafa elinde kalıyor, nefsimin, kahrolup gidiyor kederinden.

Saltanat tahtı, aslında ateşten bir sandalye.

Üstündekileri cayır cayır yakıyor, her yerde insan eti kokusu.

Kuşatılmış çevremde yemyeşillikler birer ateşe dönüştü, kendiliğinden.

Aklıma İbrahim geliyor, sıcaklığını kaybetmiş ateşler içinde.

O kırdıklarının vebaline işaret ediyor, baltasını boynuna astığı taş parçasına.

Önümde kocaman yek pare kaya.

Herkes eğiliyor, kendiliğinden.

Her eğilene avuç dolusu altın akça veriliyor.

Sıramı bekleyen itekliyor, beni.

Bir sırık var, karşımda, üstünde şapka. Kaya görünümünü kaybediyor.

Wilhem Tell’i okuduğumu hatırlıyorum, birden bire.

Vali değil karşımda duran. Bir sırık ve başında şapka.

Sadağım yok yanımda, elimde bir şeyler yok.

Bağlanmış adeta etraftaki taşlar.

Üzerime gelen köpekler, altı ayaklı. Kanatları var. Sonradan görüyorum, iki başlı olduklarını. Dişleri oldukça keskin ve hırıltı içinde beni parçalamaya hazır.

Bir sesle duruyorlar, efendilerinin sesi bu.

Kalkıyorum yerden ve bir el uzatılıyor, bana.

Bir yanlışlık olduğunu söylüyor, üstünde yeşil çuhadan entari, göbeğinde zünnar bağlı adam.

Ben Musa Devri’nde değilim, Davud’u görmüş olamam.

Alıp bir dalın üstüne bırakılıyorum, köpeklerden emin olmam için.

Bir serçenin hafifliğinde bedenim.

Kanatlarım olsaydı, uçup gidecektim, bu cehennemi mekândan.

Adam, bıçağını çıkarıyor, ağacın gövdesine saplıyor.

Kıpkırmızı kan misali su, fışkırıyor ağaçtan.

Kana kana içiyor, avucunda ikramda kusur etmiyor.

Ben, kan içmeyi reddettim, olanca gücümle.

Hangi insan kan içici olmakla övünür, haramdır dedim.

Dal sarsılıyor, ağaca vurulan yumrukla düşüyor, bedenim yaprak gibi.,

Bir rüzgâra kapılıyorum, adeta.

Fırtına ve çaresizlik.

Ben, kan içmeyi ret ederken, homurtusu duyuluyor, canavarlaşan adamın. Bir deve dönüşüyor, birdenbire.

İki metreden fazla boyu, devasa cüssesiyle beni arayıp duruyor.

Düştüğüm su, beni alıp götürüyor, aniden.

Bir balıkla yoldaşlığım söz konusu.

Aklıma Yunus geliyor, aniden.

O, balığın karnında yolculuğa çıkmamış mıydı, kavminden kurtulmak için.

Ben Yunus olamam ki Yunus kim ben kim?

Dev, ayaklarıyla dalıyor suya.

Küçük balık, sığınıyor bulanık suyla kayanın altına.

Kaya oldukça büyük. Balığı takip ediyorum, kendimce.

Nefes alıp veriyorum, su içinde. Boğulmuyorum, o anda.

Balık gittikçe ben takipçisi oluyorum, kendimce yüzme bilmediğim halde.

Devin homurtuları artıyor, gittikçe.

Balık suda parçalanıyor, aniden, kor bir alev topuna dönüyor.

Suda çaresizliğim artıyor, kulaç attıkça gidiyorum, o anda.

Alev topuna bakıyorum, kendimce.

Çocukluğumda kuyruğunu taşla ezdiğim kedinin sesi duyuluyor, kulağımda.

Bacağını kopardığım çekirgelerin, kafasını kestiğim eşek arıları saldırıyor, üzerime.

Kedinin pençelerinden güçlükle korunmaya çalışıyorum.

Eşek arıları, onlarca geliyor, üstüme üstüme.

Çekirgeler kanatlanmış halde uçuyor, etrafımda.

Çocukluğumdan kalan günahlarım, üstüme yürüyor.

Gençliğimde olanları görüyorum, bir bir.

Sinema salonunda korku sahnelerinden adeta parçalar seyrediyorum, o anda.

Uzaklaşmasam yakalanırım.

Hayat değirmeninde öğütülen ömür sermayemin nasıl heder olduğunu görüyorum.

Bir adam çıkmaz mı, karşıma.

Elinde uzunca bir ağaç dalı.

Uzanıyorum, dala.

O çekiyor, ben tutunuyorum.

Balık avlamak için kendisini usta biliyor.

Ben balık değilim ki beni avlasın!..

Dala tutunuyorum, kendimce. Alev topundan korunmak için.

İsmini söylüyorum, can havliyle.

Dal, birden bire basamağa dönüşüyor.  

Gayret gösteriyorum, kendimce.

Tam basamaklar bitiyor, adam dalı çekiyor, sudan.

Tutunuyorum, dala ve yeryüzüne, toprağa adım basıyorum.

Bulunduğum köy, fazla uzak sayılmaz.

Adam varlığımdan habersiz.

Dünyalık düşünen biri.

Acemî balık avcısı.

Tekrar, solucanlarla süslediği dalı suya bırakıyor.

Gözlemliyorum, kendimce. Daldırıp çıkarması iki-üç dakikayı buluyor. Solucanı yemeye çalışan balık, kendisini toprakta buluyor. Balıklar çırpınıyor, bir bir.

Bir kitabın sayfasını hatırlıyorum, o anda.

Okuduğum o kitapta, elden kaçan balığın ikinci kez tutulmasının çok güç olduğu yazılıydı.

İnsanlara her gün bir balık vermektense onlara balık tutmalarını öğretmenin daha erdemli olduğunu belirten şiir, hafızamda.

Eğer adam olmak istersen ile başlayan şiirin dizeleri dökülüyor, dilimden.

Bir dilenci, şiirin dizeleri için elini açıyor, öbür elinde yemyeşil kâğıt paralar. Tomarlarca parayla dizeleri satın almak istiyor.

O dilenciye bakıyorum, şimdi.

Yüzünde insanlıktan eser kalmamış, avurtları çökmüş, sıska biri.

Elindeki parayla karnını doyuracakken neden bana ait olmayan şiirin dizelerini satın almak istesin?

Kuşkuyla dolu içim.

Adama, dilenciye bakarken alnında geometrik şekiller görüyorum.

Parasını daha bir çoğaltıyor, boynunda insan dişlerinden yapılma teşbih.

Kukuletasını başına geçiriyor, elinde asası.

Ardımca geliyor, geldiği her adımda Kızılderililerin bedduaları takip ediyor, kendisini.

Her vınlayan okla sağa sola yalpalıyor, her seferinde mızraklarla işaretleniyor, bedeni.

Ben gidiyorum, o bana yetişmiyor, düşüyor.

Yolda başkasına rastlıyorum.

İnsanca adamlar görüyorum, simsiyah.

Sadece öyle duruyorlar, kıpırdamadan.

Ellerinde taş var ve kendi başlarını kanatıyorlar, her el kalkışlarında.

Akan kan, simsiyah. Oldukça kötü koku yayıyor, etrafa.

Onlar, ağızlarından hiçbir inilti çıkmadan kahveyi öğüten havan tokmağı gibi taşları bir indirip bir kaldırıyor.

Kul hakkı yediklerinden mi bunca eziyeti kendilerine reva bulmaları? Bilemiyorum.

Bembeyazlıklar içinde bir kız, geçiyor, karşıdan.

Tüller içinde seçilebilen bedeni muhteşem.

O koşuyor, kendisini isteyenler yürüyor. Sanırsınız bir komutanı izleyen ordu misali. Sayıları gittikçe artan takipçileri arasında kimler yok ki!..

Yaşlısından gencine, çocuğuna kadar.

Merakım koşan kızın arkasından kadınların, kızların neden olduğu.

Erkek desen kabullenir, bir durum. Kadınların oluşu nedendir? Çözemiyorum, bunu.

Susuyorum, kendimce. Kimse farkıma varmasın, istiyorum.

Bir kuşun gagasından fırlayan yumurta yere düşüyor. Yumurtadan çıkan küçücük kuş, birden bire ağzından alev saçan dev bir kanatlıya dönüşüyor. Gagası parçalanan kuş, yanıp kül oluyor, alevler arasında.

Kuş kanatlanıp giderken gökyüzünde iz bıraktığı çizgide kasıp kavuruyor, uçan her şeyi. Yere düşenlere bakıyorum, yanmış insan cesetleri bir bir. Bunca insanın kanatlanıp gökyüzünde dolaşmasının manası ne? Bilmekten yana uzağım, olanı-biteni.

Ayaklarım arasında dolanan yılan mı? Küçücük bir yılan. Ağzında bir fare. Resmen oynuyor, kendisiyle. İstese bir sokar, fareyi yutacak. O bırakılan fare, kaçıyor, sağa sola. Ben yılanın başını eziyorum, topuğumla. Fare, bana diş biliyor. Büyüdükçe büyüyor, karşımda. Adeta kargaları korku filmi yapan yönetmenin elinden çıkan sinema sahnesi.

Fare, pençelerini gösteriyor, bana. Ağzındaki dişler muhtemelen keskinleştirilmiş, bileme taşıyla. Kuyruğu bir ağacı devirecek kalınlıkta. Ben yürüyorum, bir şey demeden. Her adım attığımda daha büyüyor. Yılanın yanından ayrılmıyor, hiç. Ben yürüdükçe o büyüyor. Yılanı bırakıp gelmiyor, arkamdan. Birden bire patlama sesiyle kocaman gövde parçalanıyor. Her tarafta hakkı yenen insanların ahı, enini duyuluyor.

Sesler, nasıl parçalandığına dair seviniyor. Farenin parçalanışına sevinen sevinene. Ben, kendime baktığımda şaşırıyorum.

Bu farenin yol arkadaşı yılan, tutuşuyor, birden bire. Üzerine gökyüzünden taşlar iniyor, birden bire.

Küçücük adamların ülkesine düşmüş olamam. Her biri yapışıyor, bir yerimden. Lilliputlar mı, gördüklerim?

Yazdığı kitapların başında dua eden ve dua okuduğu kitapları satan adamdan beni bu küçücük insanlardan kurtarması için elinden geleni yapmasını istiyorum.

Adam, bana öncelikle kitap parasını vermemi istiyor, sonrasında kitabı yazarken harcadığı emeğin karşılıksız olmadığını söylüyor.

Bastığı kitabın matbaa masrafını ifade ederek, kitap yaprağı olarak Amerikan ithal kâğıt kullandıklarını belirtiyor, mürekkebin en kaliteli olan İngiliz olduğunu ekliyor.

Kitabın methinin yeri olmadığını, beni kurtarması için dua etmesini ısrarla yineliyorum.

Muhtemelen hepsini sanal ortamdan devşirmiş, bu duaları ki okuması dahi yok. Öyle anlıyorum.

O, habire bir kitabı karıştırıyor, bu durumda okunacak duanın nerede olabileceğini araştırıyor.

“Bismillah!..” diyerek, silkiniyorum, üstümde hiçbir şey kalmıyor. Akılıma Süleyman Dede’nin “Allah adın zikredelüm evellâ “ sözü geliyor.

Kitapçı şaşırmış, yorgun bitkin. Gözlüğünün camları üzerinden bakıyor. Tel tel saçları rüzgâra karışıyor, yüzündeki sakalı uçuşup gidiyor. Sakalın altından traş olmuş, bıyıksız surat, yapışkan sıvıya alışkın olmalı. Sonra üzerindeki gömleğini alıp götürüyor, rüzgâr. Boynundaki zincir görünüyor, zincire takılı aksesuar ortaya çıkıyor.

Ben bir şeyler diyecekken etrafa üşüşen gazeteciler, kameramanlar beni suçlayıp itham ediyor.

Meğer imza günüymüş yazarın. Nobel ödüllü yazarı, ricayla minnetle bin bir zahmetle getirmişmişler. Onu ben kaçırtmışım, söylediğim sözle. Sadece bir kelime çıkmışken ağzımdan, bunca suçlama ile karşılaşmam nasıl yorumlanabilir.

Ben, kendimi bu sefil ve rezil ortamdan yine o kelime ile saklıyorum. Etrafta demeç veren, açıklamalarda bulunan, yazarın üstü başı perişan vaziyetini yorumlayan yorumlayana.

Biri mikrofonu uzatıyor, geçen vatandaşa, yorum bekliyor.

Açıklamada dost ve müteffik devlete karşı mahcubiyet yer alıyor, sonrasında, yapılanın çok ayıba kaçtığı vurgulanıyor.

O esnada okunan ezan, yükseliyor Sultan Ahmed Minarelerinden.

Bir köşede durmakla göz önümden geçen bunca tanıklık ettiğim ilginçlikler yumağından silkiniyorum.

Bir turist elinde harita bir şeyler soruyor, bana.

Anlaşılan dilimizi bilmiyor.

Mavi Camii gibi bir şeyler söylüyor.

Bir anlık dalgınlık, kocaman sayfalara sığdırılmayacak denli uzun.

“Blue Mosgue” diyen Turiste, kendi dilince “ New Mosgue” diyorum.   

“What?” derken neler söyleyeceğimi bilmez halde.

Adamların isimlendirmelerini bile kendimize kabul ettirmişiz, açıkçası.

Sahi Sedefkâr Mehmed Ağa, bu mübarek ibadethaneyi yaparken nereden bilirdi, Sultan Ahmed Camii için “Blue Mosgue” denileceğini?   

İkindi ezanı tamamlanırken, içeri giriyorum. Sağımda pencerede bir taşın eksikliğini görüyorum, tam değil.

Yapı o denli masrafla ortaya çıkarılırken bir taş mı bulunamaz idi, pencere için?

O anda kulun yaptığı ne denli güzel ise de bir eksiklik bırakılır ki gelenekte vardır, bu, mimarîde esastır.

Eksiklikten sadece münezzeh olan Allah’tır. Onun için mimarîde mimar, böylesi göze batan eksiklik bırakır.

İkindi sonrası avluya çıkarken Sedefkâr Mehmet Ağa’ya, Camiî banîi Sultan Ahmed’e dua ettim, ruhları için.

Camîi’den tam çıkıyorken bir daha dönüp baktım, muhteşemliğe.

Süleymaniye, Selimiye, Sultan Ahmed, Fatih,..

Mutlaka bir kitaba dönüştürmem lazım, yazdıklarımı.

Bir anlık dalgınlık, uzun süren ruhta yolculuk ve ben…

Ömrünüzden birkaç dakika almışsam, sizi yazının sonunda hayal kırıklığına uğratmışsam, hakkınızı helâl ediniz.

Yok, Sultan Ahmed Camiî dikkatinizi çekmişse, oraya yolunuz düşerse mimarına, yaptıranına selamımızı söyleyin.

Bu yazı toplam 776 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim