• İstanbul 19 °C
  • Ankara 22 °C

Bir iktidar dili oluşturmak: Dil devrimi!

D. Mehmet DOĞAN

Altay Kültür ve Sanat Vakfı’nın 9 Kasım 2109’de düzenlediği “Vefatının 10. Yılında İlhan Ayverdi’nin hatırasına Türkçeyi Yeniden Düşünmek Çalıştayı Bildirileri” kitap halinde yayınlandı. D. Mehmet Doğan'ın bu kitapta yer alan tebliğ metnini sunuyoruz.

Türkiye’nin ilim, fikir, sanat, edebiyat ve kültür meselelerinin temelinde dille ilgili zorlayıcı değişimin olduğunu görmezden gelmememiz gerekiyor. Türkçenin binlerce yıllık seyri 20. yüzyılda harf inkılâbı ve dil devrimi ile değiştirilmek istendi. Binlerce yıldır kendi yatağında akan, zaman içinde çeşitli kaynaklardan beslenerek genişleyen dil nehrimiz dar bir kanala sıkıştırılmak istendi.

20. yüzyılda köklü yazılı kültüre sahip milletlerden sadece Türklerin alfabesi değiştirildi, yer yüzünde sadece Türkiye’de “dil devrimi” yapıldı. Yabancılar, dilde devrim olmayacağını bildikleri için dil devrimini “reform”, yani “ıslahat” olarak tercüme ediyorlar (language reform).

1930’lu yılların başında Türkiye dille yatıyor, dille kalkıyordu. 1932’de ilk Dil Kurultayı toplanmıştı. 2. Dil Kurultayı “Gazi Hazretlerinin yüksek huzurlariyle altıncı ve son toplantısını” 24 Ağustos 1934’de yapmıştı...

Bu tarihten sonra, gazeteler birinci sayfalarında öztürkçe yazılar yayınlamaya başladılar. Her gün dilimize mal olmuş Arapça ve Farsça kelimelerin arıdilden karşılıkları yayınlanıyor ve bu kelimelerin kullanılması isteniyordu. Reisicumhur gazetelerde öztürkçe yazıların başmakale yerinde, bölünmeden ve öteki yüzlere (sayfalara) atılmadan yazılmasını buyuruyordu, bu da Matbuat Umum Müdürlüğü (Basın Yayın Genel Müdürlüğü) tarafından gazetelere tebliğ ediliyordu…

Türkiye’de batı tarzı modernleşme 20. yüzyılın başında siyasî iktidarın aracı idi. Yapılanlar, taklitçi modernleşme adına yapıldı. Dil devrimi de batılılaşmanın araçlarından biri idi. Nihaî hedef, Batı medeniyetinin kök dilini, yani latinceyi, terimlerde esas almak, günlük dil Türkçe olsa bile eğitimde batı dillerinden birine, esas olarak İngilizce’ye yönelmekti.

Yeterince latince öğretecek uzman bulunamadı, İngilizce öğretimi için eleman temin edilemedi. Tıp terimleri dil devriminin hızlı yıllarında latinceleştirildi. Daha sonra fizik, kimya, biyoloji gibi ilimlerin dilleri de neredeyse tamamiyle latinceleştirildi.

Yarı-resmi Hakimiyet-i Milliye gazetesinin1934 nüshalarını tararken, mezunu olduğum Ankara Gazi Lisesi ile ilgili bir haber dikkatimi çekti. 2. Dil Kurultay’ından yaklaşık bir ay sonra, 1 Ekim 1934 tarihli nüshada yayınlanan “İlerleyen bir terbiye müessesesi Gazi Lisesi” başlıklı haberden, Gazi Lisesi’nin Gazi Terbiye Enstitüsü’nde (şimdi Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi) iki yıl önce açıldığını, Maarif Vekaleti’nin lisenin taşıdığı isme yaraşan bir değerde olması için bir takım düzenler aldığını, bu sene liseye başlayan çocukların bir müddet İngilizce öğrendikten sonra fen derslerini İngilizce olarak göreceklerini, bunun için iki İngiliz muallim getirildiğini öğreniyoruz.

Gazi Lisesi ile ilgili haber bir vesika mahiyetinde. Gazi Lisesi Ankara’nın ikinci lisesidir. Birincisi Abdülhamid döneminde açılan Ankara İdadisi/Sultanisi olup, daha sonra Ankara Lisesi ve nihayet Atatürk lisesi adını almıştır. Gazi Lisesi’nin örnek bir orta öğretim kurumu olarak teşekkül ettirilmek istendiğini, yabancı dille öğretimin de bu örnekliğin kapsamında olduğunu haberden çıkarabiliriz. Gazi Lisesi daha sonra Ankara’nın yönetim merkezi olan Ulus’ta o zaman “Hergele Meydanı” denilen, bilahire “Opera” adıyla anılan (yeni adı: Necmeddin Erbakan meydanı) bölgeye taşınmıştır. İkinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün fizikçi oğlu Erdal İnönü de bu okuldan mezun olmuştur.

Dil devriminde birinci safha, yerleşik dili sarsmaktı. Bu belli ölçüde başarıldı. Yerleşik dilin kodları halkın yönetilmesi konusunda tatminkâr sonuçlar vermiyordu. Kelimelerin ve kavramların arkaplanları, dinî alanla kesişen anlam alanları yöneticileri tedirgin ediyordu. Bu konu ancak bir “devrim”le halledilebilirdir.

Dili devirdik, ikinci safhaya tam mânasıyla geçemedik! Buna şartlar elvermedi. Türkçeye ağır hasar verdik, zaman içinde ıstılahları/terimleri geniş ölçüde latinceleştirdik, İngilizce öğretimi bütün sisteme yayamadık, fakat, “Türkçeyle ilim olmaz” diyenler YÖK başkanlığına kadar yükseldi. Şu anda da vakıf üniversiteleri esas olarak İngilizce, bazıları Fransızca ve Almanca öğretim yapıyor!

“Su”ya su demezsek ne olur!

Semantiğin kurucusu olarak bilinen Ferdinand Saussur dili, bütün unsurları birbiriyle irtibatlı, herhangi bir unsuru diğerinin varlığı ile değer kazanan bir sistem olarak görür.

Dil, işaretler (göstergeler) sistemidir. Her kelime bir veya daha fazla anlama işaret eder. İşaret kavramla sesi birleştirir. Konuşurken nesnenin ses tahayyülü zihinde belirir, bu tahayyül hareketlenme sonucu sese dönüşür ve zihnimizde o kavramı çağırır. Kişilerin konuşarak anlaşması, işaretteki ses tahayyülünün insan zihninde ortak kavramları çağrıştırmasıyla gerçekleşir.

Alman dilbilimci Leo Weisgerber, dilin dünyayı kelimeleştirdiğini söyler. İnsan kelimelerin dünyasında konuşur, yazar, düşünür ve böylece hayat bulur. Kelime ile varlık, nesne arasında doğrudan bir bağlantı yoktur. İnsanlar bir dil ara dünyasında yaşarlar. Bu dünyayı kavram alanları hâlindeki dil unsurları kurar. Weisgerber’in “dil kavramları” olarak adlandırdığı bu unsurlar zihnin dış âlemden kavrayıp aldığı şekiller, kelimeye dönüştürülmüş dünyadır.

Bu çerçeveden bakılınca, dile müdahalenin anlam dünyasına müdahale demek olduğunu kavramak zor olmaz. Her kelime bir veya daha çok anlama işaret eder. İşaret ortadan kaldırılırsa, işaret edilen, yani “medlûl” de ortadan kalkar. İşaret değiştirilirse, işaret edilen de değişir. Yeni işaret bizi her zaman işaret edilmek istenene götürmez/götürmeyebilir.

Gerek konuşmanın (sesle ifade) ve gerekse yazının (şekille ifade) maksadı aynı: İnsanlar arasında münasebet sağlamak, insanların dileklerini, duygularını, öfke ve hırslarını, inanç ve sevdalarını... ifade etmelerine vasıta olmak. Tek kelimeyle yazıda da konuş­mada da gaye "haberleşme"dir, “iletişim”dir.[1]

Sesle ifadeye dayanan konuşmanın ve şekille ifadeye da­yanan yazının haberleşmeyi sağlayabilmesi için yazıda işaret­lerin ve konuşmada ses gruplarının bilinmesi, tanınması gerekmektedir. Yani, eğer insanlar amaçlarını sadece el-kol hareketleriyle, mimiklerle anlatmaya­caklarsa, ortaklaşa bilecekleri rümuz ve ses gruplarına ihtiyaç vardır.

Meselâ, A, susuzdur. Su insanın ve bütün canlıların temel ihtiyacıdır; hayatta kalmak için bu ihtiyacın karşılanması şarttır. A, B'den su isteyecektir. A "su" dediği zaman B, "bayağı sıcaklıkta sıvı halinde olup, tadı, rengi, koku­su olmayan iki hacim hidrojen ve bir hacim oksijenden oluşmuş bulunan, denizleri, gölleri, ırmakları pınarları meydana getiren saydam madde"2 yi hatırlıyorsa haberleşme, anlaşma imkânı vardır. Yok, "su" kelimesi B'ye bir şey ifade etmiyorsa, iletişim mümkün olmayacak ve A'nın susuzluğunun tatmini en azından güçleşe­cek, hatta belki de imkânsızlaşacaktır.

Çok basit bir örnek verdik; A, B'den su istiyor. Her ikisi de "su" denildiği zaman aynı şeyi anlıyorlar. Yani haberleş­meyi mümkün kılan, ortak bir deneme-bilgi alanları var. Fakat bir sabah A'nın kestiremediğimiz bir sebepten, "su" kelimesinin yerine başka bir kelimeyi koyduğunu düşünün. Bu yeni kelime, B için, hiçbir mâna ifade etmeyecektir. Eğer A ve B bir topluluk içinde yaşıyorlarsa ve bu toplulukta "su" kelimesi herkesçe, ya da bü­yük çoğunlukça biliniyorsa, A'nın kullandığı yeni kelimeyi yal­nız B değil, bütün topluluk fertleri anlamayacaktır. Bu durumda, A, eğer gerekli suyu kendisi gidip alacak halde değilse (meselâ; yerinden kalkamayacak ölçüde hasta olabilir) susuzluktan ölme ihtimali artacaktır ve eğer A, yalnız "su"yu değil, başka birçok kelimeyi de kullanmaktan imtina edip yeni kelimelerle konuşmaya devam eder­se, topluluk fertlerinin büyük çoğunlu­ğu kendisini anlamadığı için dışlanacaktır.

Eğer A, toplumun herhangi bir ferdi değil de, bir takım imtiyazları, vazifeleri ve vazifelerinin verdiği otoritesi varsa... Meselâ; A, o topluluğun en üst yöneticisiyse... Şüphesiz durum daha değişik bir mahiyet arz edecektir. O zaman A'nın neden böyle davrandığı sorusu üzerinde düşünmek daha faydalı ve ay­dınlatıcı sonuçlar verecektir.[2]

 

Dil Devrimi’nin uygulama yılı: 1934

“Dil Devrimi” gerçek anlamda, 1934 yılı ağustosunda toplanan 2. Türk Dili Kurultayı’ndan sonra uygulanmaya başlanmıştır. Kurultay hazırlıklarına, bizzat Cumhurbaşkanı Gazi (henüz “Atatürk” olmamıştır, soyadı kanunu çıkmamıştır) de katılır. Yarı resmî Hakimiyet-i Milliye gazetesi 14 ağustos tarihli haberinde, Türk Dili Tedkik Cemiyeti Umumî Kâtipliği’nin şu açıklamasını yayınlar (orijinal imlâsına dokunulmamıştır):

“T.D.T.C. umumi merkez heyeti ve ikinci türk milli kurultayı merkez bürosu bugün saat 10 da umumî kâtip İbrahim Necmi[3] Beyin reisliği altında Çanakkale mebusu Ahmet Cevat[4] Ordu mebusu Ali Canip[5], Aksaray mebusu Besim Atalay[6], orta tedrisat umum müdürü Hasan Ali[7], Konya mebusu Naim Hazım[8] ve profesör Dr. Saim Ali[9] beylerden mürekkep olarak toplanmış ve tezlerin tetkikine devam etmiştir. Sonraki toplantı cemiyeti kuran ve koruyan Reisicümhur Gazi Mustafa Kemal Hazretlerinin yüksek reislikleri altında olmuştur.

Bu toplantıda B.M.M. reisi Kâzım Paşa[10] hazretleri de hazır bulunmuştur.”[11]

Kurultay, 17 Ağustos günü saat 14’de açılmıştır. Gazete haberlerinde, Kurultay müzakerelerinin o zamanlar yeni bir kitle iletişim aracı olan radyodan hergün dinlenebileceği belirtilmektedir. Haber, yine T.D.T.C. Umumî Kâtipliği’nin açıklaması olarak verilmektedir. Haberde, İstiklâl Marşı’ndan sonra Cemiyet’in reisi Maarif Vekili[12] Bey’in açış nutku söyleyeceği belirtilmektedir. Kurultay Dolmabahçe Sarayı’nda yapılmaktadır. Kurultay salonunun radyo merkezlerine bağlandığı, cumadan başka her gün 14-18 arası müzakerelerin radyodan takip edilebileceği belirtilmektedir.[13]

19 Ağustos tarihli Hakimiyet-i Milliye’nin birinci sayfası tamamen Dil Kurultayı’na ayrılmıştır. Tam ortada “Gazi”nin resmi yer almakta ve altında “Kurultayın büyük kurucu ve koruyucusu Gazi Mustafa Kemal hz.” İbaresi bulunmaktadır. Haber metninde, Meclis Reisi Kâzım Paşa’nın Kurultay başkanı, Maarif Vekili’nin ise 2. Başkan olduğu belirtilmektedir.

Kurultay’ın ikinci günü, “Dün Gazi hazretlerinin huzuru ile Kâzım Paşa’nın reisliği altında toplanarak tezleri dinledi” başlığı ile verilmektedir.

“Gazi hazretleri refakatlerinde Dahiliye Vekili Şükrü Kaya Bey olduğu halde saat 14 de kurultayı teşrif etmişler ve kurultayın 600e yakın azası tarafından ayakta ve alkışlarla karşılanmışlardır.” (20.8.1934)

2. Gün Ahmet Cevat bey tezini savunmuştur. Gazeteye göre, tezinin özeti alkışlarla karşılanmıştır:

“Bu etüdün verimlerini kardeş cemiyet ‘Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nin verimleriyle bağlarsak meseleyi kökünden aydınlatmış olaruz. Ulu başganımızın sezgileri ile iki arkadaş cemiyet çalışarak medeniyet ve dil menşeinin Ortaasya olduğunu şimdiden aydınlatmışlardır. Oral-Altay ve Hind-Avrupa oymağı adları altında gösterilen bütün dillere ‘Altay dilleri’ adını vermek zamanı gelmiştir. Burada Hint grupu, Cermen grupu, Şarkî Altay grupu, bunlardan İsekelt grupu, Cermen grupu, İslav grupu, Grek grupu, Latin grupu, Kafkas grupu, Fin grupu ayrılmıştır. Asya’da her ne zaman yeni bir grupun dil vesikaları keşfolunursa artık Hint–Cermen, Hint-Avrupa vasıflarını haizdir diye Altay dillerine ayırmak caiz olamıyacaktır.

Saygın yurtdaşlarım.

Bu etütde söylediklerimizin her noktasını müdafaaya, sorulacak suallere, edilecek iytirazlara cevap vermeğe hazırız.

Bu etütleri biz herkesten ön kendimizi bilimlik bir inanla kuvvetlendirerek yürüttük. Kendi inanımızı başkalarına da aşılamağa çalışmak borcumuzdur.”

Bu özetin özü şudur: “Türkçe ilk Avupa dilidir!” Daha sonra Saim Ali Bey’in tezinin de Ahmet Cevat Beyin Türk dilinin ilk Avrupa dilinden başka bir şey olmadığı hakkındaki tezini muvaffakiyetle takviye ettiği belirtilmektedir.

“Büyük Gazimizin huzuruyla” üçüncü toplantı 20 ağustosda yapılır.

“Dil kurultayı. Gazi hazretlerinin yüksek huzurları ile dördüncü toplantısını yaptı. Tezlerin tetkikini devam edildi. Agop Martayan beyin tezi büyük alâka ile dinlendi.” [14]

Beşinci günün öne çıkarılan tezi Harp Akademisi Kumandanı Ali Fuat Paşa (Erden)ya ait olmalıdır. Ali Fuat Paşa tezinden önce, kurultaya askerlik ıstılahlarını Türkleştirmek için ordunun iki yıl içinde yaptığı işleri anlatmış. Ana dile çevrilen ıstılahların osmanlıcadaki asılları, fransızca ve almancadaki mukabilleri ile karşılaştırmış. Karşılığı bulunan ıstılahların rakamlarını vermiş. Misallerle eski Osmanlı dilindeki ıstılahların kifayetsizliğini isbat etmiş! “Askeri ıstılahlar en doğru ve en askerce olarak ancak ana dile çevrilebilir. Asker dili enerji ister. Enerji türk dilindedir. Türk dili emir ve kumanda dilidir” demiş. Ali Fuat Paşa, konuşmasını “Ordu yüreği, kanıyla olduğu kadar dili ile de türk olmak istiyor. Ve ordu Gazi’nin baş kumandanlığıyla askerî zaferi nasıl kazandıysa Gazi’nin rehberliğiyle ve dilce türk olması zaferini de öylece mutlaka kazanacaktır” diyerek tamamlamış.[15]

Kurultay’ın altıncı ve son günü, “Dil kurultayı Gazi Hazretlerinin yüksek huzurlariyle altıncı ve son toplantısını yaptı ve yeni merkez heyetini seçerek dağıldı” başlığı ile verilmektedir.[16]

Dil Kurultayından sonra, Türk Dili Tedkik Cemiyeti’nin ismi Türk Dili Araştırma Kurumu yapılmıştır. Aynı sene içinde Osmanlıcadan Türkçeye Karşılıklar Kılavuzu hazırlanmış, 1935 başında yayınlanmış, böylece halen kullanımda olan kelimelerin yerine hangi kelimelerin kullanılacağı resmen ortaya konulmuştur. Buna rağmen, gazetelerin bu kelimelere fazla iltifat etmediği veya arka safyalarda yasak savma kabilinden yayınlar yaptığı anlaşılmaktadır. Bunun üzerine, Matbuat Umum Müdürlüğü resmî bir tebliğ yayınlamıştır. 17 Kasım 1934 tarihli tebliğ:

“Matbuat Umum Müdürlüğünden tebliğ olunmuştur:

Gazetelerde öztürkçe yazıların başmakale yerinde, bölünmeden ve öteki yüzlere atılmadan yazılmasını Reisicumhur, gazete sahibi arkadaşlarından dilemektedir. Gazetelerin en başındaki öztürkçe yazı, siyasi başmakale olabileceği gibi, gazetelerin dil inkılabına yardım olarak yazdıkları örnek yazılar da olabilir.

Bu düzenin gazetelerde, en uzak yedi gün içinde başlayabileceğini Reiscumhur, arkadaşlarının özeninden beklemektedir.”

18 Kasım tarihli nüshasında bu tebliği yayınlayan Cumhuriyet gazetesi ertesi gün “Özdil yolunda” başlıklı, çerçeveli bir yazıya yer vermiştir. Bu yazıda, “Yüce önder, özdilimizle yazılacak yazıların bundan böyle gazetelerde, bölünmeden ve atlamadan birinci yüze konulmasını buyuruyorlar” denildikten sonra bu konudaki desteğin tam olacağı Türkçenin içine katılmış yabancı sözlerden kurtarılacağı ifade edilmektedir. 

20 Kasım tarihli Cumhuriyet’te, “Dahiliye Bakanlığı”nın Önder’in nutku üzerine bir tamim yolladığı, o nutukta kullanılan öztürkçe sözlerin bütün dairelerde kullanılacağı belirtiliyormuş. Tamimin ekinde bir kelime listesine de yer verilmektedir.

Milileşme değil, batılılaşma, özleşme değil latinceleşme!

“Öz dile dönme, millileşme” hareketi olarak sunulan dil devrimini bir Batılılaşma uygulaması olarak kabule zor­layan birçok hususlar üzerinde durulabilir. Meselâ, dil devri­minin hızlı yıllarında, dilde tasfiyeler yapılırken Batı kaynaklı kelimelere dokunulmamıştır. O zamanın bu uygulaması şöyle izah edilmektedir:

"Türk dili de menşede bu dillerle (Hint-Avrupa) aynı kaynaktan türemişti... Türkçe ile Hint-Avrupa dillerinin aynı böl­gede ve aynı şartlarla ortak yaşadığı... Bu gerçekten Güneş-Dil Teorisi doğdu". "Bu teori ile Batıdan gelen sözlerin aslında Türkçe ile aynı kaynaktan geldiği açıklanacak, kaçınılmaz sözlerin girişi Türkçe ile bağdaştırılacaktı."[17] “Posta, telefon radyo, tren, vapur... gibi Batıdan gelen sözlerin Türkçelerini aramak boşuna bir emek olurdu."[18]

Tabiî sözkonusu olan, sadece burada ifade edilen ve günlük hayatta kullanılan kelimeler değildir.

Öztürkçeleştirmenin yönetim psikolojisi

Karşılıklar kılavuzlarında yer alan kelimeler çeşitli gruplarda tasnife tâbi tutulursa ilgi çekici bazı neticelere varılacaktır. İlk dikkati çekecek husus bazı unvanlar ve sıfatların Osmanlıcaları yerine Fransızcaları veya ses ve yapı olarak Fransızca çağ­rışımı uyandıranların durumudur. '‘General / genel direktör / di­rektör / ispektör..." bu unvanların askerî ve idarî kademelenmede en üst seviyeleri ifade ettiği görülmektedir. Paşa, umum müdür, müdür, müfettiş... gibi ünvanların Fransızcalarının tercihi diğer tercihlerle birlikte mânâlı bir bütün teşkil etmektedir. Yöntimle ilgili bazı kelimeler de bu Fransızcalaştırmanın konusu olmuştur. Site / sosyete / sosyal / kamu (komün) / örgüt (organizasyon)/ urbanizm..." örneği kelimeler de bazı idarî kademelerin Fransızcasıdır; Şehir, cemiyet, medenî, nahiye (bucak), teşkilat, şehircilik.

Diğer taraftan, bazı iktisadî-malî tabirlerde fransızca kar­şılıklara yöneliş de bu davranışı tamamlamaktadır. “Ekonomi / finans /endüstri/sosyete.." iktisat, malî, sanayi, şirket... kelimeleri­ bürokratlar nazarında sahip olduğu değere bağlı bir değiştirmeye konu olmuştur.

"Komisyon / parti / delege / diskur / protokol" encümen, fırka, heyet, nutuk, teşrifat kelimelerinin Fransızca karşılıkları olarak bürokratik devrim psikolojisini anlamlı şekilde açıklamaktadır. Bürokratik zihniyetin dilinden düşürmediği bu deyimler yine çok önem verdiği "entellektüelizm”le ilgili bazı deyimlerle bir­likte açıklanmalıdır: "İde / idemen / okul-ekol / lektür / diploma..." (fikir, münevver, mektep, okuma, şehadetname). Dikkat çeken birkaç kelimeyle bu çerçeveyi tamamlayalım: "Evren / evrensel / modern" (âlem, âlemşümul, asrî).

Osmanlıca (Türkçe) idarî unvanlar ve kuruluş isimleri Türkiye dışında ilk nazarda bir mânâ ifade etmemektedir. Halbuki, Fransızcaları bu vazife ve makamları, unvan ve isimleri daha bir değerli kılmak­ta, aynı zamanda, yabancıların doğrudan anlamaları mümkün olmaktadır. Artık onlar "paşa" değil, herhangi bir Batı ülkesin­deki gibi "general” dirler. Müdür değil "direktör", müfettiş de­ğil "ispektör"dürler. Bu sıfatlara sahip bürokratlarımız, tıpkı bir Fransız idarecisi gibi, sitelerde, sosyete içinde, sosyal bir hayat yaşarlar. "Örgütleniş" de tıpkı Fransa'daki gibi kamun idarî bi­rimlerine dayanır. Urbanistler, şehir hayatını düzenler. General / direktör / ispektör... bürokratlarımız "ekonomisi, finansal işleri, endüstrisi" olan bir ülke kurmuşlardır. Bu ülkede işlerin ince­lendiği "komisyonlar", siyasî hayatta rol sahibi "partiler" vardır. Dış temaslara "delegasyon" gönderen bu ülkenin "protoko”lü de düzenlidir ve general / direktör / ispektör'ler "diskur”lar verir­ler. General / direktör / ispektör tabaka, "idemen"dir, "ide ile uğraşırlar. "İdeyel" sahibidirler. Okullar açar, halkı buralarda "laktırırlar". Yüksek "diploma”ları vardır. Bu ülkeyi idare eden­ler, "evrensel" bir devrim yapmış, ülke daha önce çok geri iken "modern" bir ülke olmuştur.

Bürokratik zihniyetin, belli ve temelli dayanaklarından po­zitivizmin yankılarını da bu sözlükte bulmak bizi şaşırtmamalı­dır: Atayık / idol... yani atavizm ve put, mabut kelimeleri onların bu yönünü belirleyen seçkin kelimelerdir.

"Devrim" olarak nitelenen değişiklikleri gerçekleşti­ren aydın-bürokrat tabakanın zihnî yapısını, psikolojisini dil devrimindeki bu tavrı bütün açıklığı ile ortaya koyamamaktadır. Mesela, erden itibaren küçük rütbe­lerde (onbaşı, çavuş, yüzbaşı, binbaşı) herhangi bir değişiklik yapılmamıştır. Meselâ, "memur" ye­rinde dururken, başına "director”ler, "ispektör”ler çıkarılmıştır. "Köy"e dokunulmamış, fakat, "kamun" ve "site”ler kurulmuş­tur. Bu çerçevede, dil devrimi ve Kılavuz sözlükler gözden geçirilirse daha ilgi çekici neticelere varılabilir.[19]

Bu örneklere bakılarak dil devrimi ile aynı zamanda yeni bir iktidar dili oluşturulmak istendiğini söylemek mümkündür. Nitekim, Atatürk’ün sağlığında dil devrimi ile ilgili uygulamalar belli ölçüde yumuşamış, hatta onun “iki şeyde devrim olmaz, dil ve mûsiki” dediği yakınında bulunanlar tarafından ifade edilmiştir.[20] Onun bir süre sonra iktidarı için yeni dili araç olarak kullanmaya fazla ihtiyaç duymadığını tahmin edebiliriz. Atatürk’ün ölümünden sonra, İsmet İnönü dil devrimine hız vererek “yeni dil-yeni iktidar” düşüncesini tekrar devreye sokmuştur. Çok partili hayata geçişten sonra da gerek Demokrat Parti, gerekse 1960 sonrası sağ iktidarlar döneminde dil devriminin bu anlamda bir siyaset aracı olarak kullanıldığı söylenebilir.

 

 

 

[1] Haberleşme (komünikasyon): "Fikirlerin, bilgilerin vs. yazıyla, konuşmayla veya işa­retle mübadelesi, taşınması, aktarılması, paylaşılması” (Oxford English Dictionary).

[2] D.M.Doğan: Batılılaşma İhaneti. 35. bs. Ankara, 2014 sf. 116-117

[3] İbrahim Necmi Dilmen (Selânik 1887-Ankara 1945) Hukuk mezunu, bir sonraki dönemde milletvekili, vefatına kadar.

[4] Ahmet Cevat Emre (Girit 1887-İstanbul 1961)  Türk Dili Tetkik Cemiyeti Kurucu Üyesi ve o sırada Çanakkale milletvekili.

[5] Ali Canip Yöntem (İstanbul 1887-1967) Selânik Hukuk mezunu, şair, edebiyat profesörü, bir sonraki dönem milletvekili.

[6] Besim Atalay (Uşak 1882-Ankara 1965) Türk Dil Kurumu Merkez Heyeti Üyesi ve Sayman,  TBMM I. Dönemden itibaren milletvekili. 

[7] Hasan Âlî Yücel (İstanbul 1897-1961) 1932’de Türk Dili Tetkik Cemiyeti'nin (Türk Dil Kurumu) kurulunca etimoloji kolu başkanlığına getirildi. 1935 yılında milletvekili oldu. Sonradan Maarif vekilliği yaptı.

[8] Naim Hazım Onat (Konya 1889-1953) Müderris, 2. dönemden itibaren milletvekili (8. döneme kadar).

[9] Saim Ali Dilemre (İstanbul 1880-1954) Tıbbiye mezunu, o sırada ve sonrasında milletvekili idi.

[10] Kâzım Özalp (Köprülü-Makedonya 1882-Ankara 1968) 1924’ten itibaren TBMM başkanı idi.

[11] Hâkimiyet-i Milliye, 14.8.1934

[12] Zeynel Abidin (Özmen) Bey (Niğde 1890-Mudanya 1966)

[13] Hakimiyet-i Milliye, 18.8.1934 Cuma o günlerde hâlâ resmî tatil günüdür.

[14] Hâkimiyet-i Milliye, 22.8.1934

[15] Hâkimiyet-i Milliye, 23.8.1934

[16] Hâkimiyet-i Milliye, 24.8.1934

[17] Vecihe Hatiboğlu, “Atatürk’ün dilciliği” (Atatürk ve Türk Dili Ankara 1963) içinde. sf. 16,10

[18] A.g.y. sf. 16-20

[19] Batılılaşma İhaneti, sf. 140-142

[20] A. Cevat Emre: Atatürk’ün İnkılâp Hedefi ve Tarih Tezi, 1956, sf. 41

Bu yazı toplam 406 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim