Daha önce ilk oturumuna dair haberini paylaştığımız 2. Erciyes Yazarlar Zirvesi’nin “Anadolu’da Roman” başlıklı ikinci oturumunun oturum başkanlığını Türkiye Yazarlar Birliği’nin Kayseri Şubesi başkan yardımcısı eğitimci-araştırmacı yazar Vedat Sağlam yaptı.
Panelde ilk olarak “Halk Hikâyelerinden Romana Geçiş” konulu tebliğiyle Türkiye Yazarlar Birliği onursal başkanı ve Yeni Akit gazetesi yazarı D. Mehmet Doğan’dan dinledik.
Bizde romanın başlangıcı Dede Korkut hikayelerine kadar götürülebilir
Doğan, 2. Erciyes Yazarlar Zirvesi’nin geleneksel hale gelmesini “bir kültürel geleneğin ortağa çıkması” olarak adlandırarak sözlerine başladı. Türk edebiyatında modern türler denildiğinde Tanzimat’tan sonra ortaya çıkan edebi türlerin hatıra geldiğini söyleyen Doğan, sözlerine şöyle devam etti: “ Modernlik öncesinde de çok güçlü bütün olan şiirin Tanzimat’tan sonra bir değişime uğradığı, modern şiir tarzının Tanzimat sonrasında ortaya çıktığı ve önemli şahsiyetlerin yetiştiği söylenir. Elbette ki Tanzimat öncesi şiirlerle Tanzimat sonrası şiir arasında farklar var. Ama şiir bizim en köklü geleneğimiz. Sözlü dönemden beri var olan, etkili olan bir gelenek.”
Şiir dışındaki edebi türlerin Batıdan girdiğini ve 19. yüzyılın sonundan itibaren de bizim yazarlarımız tarafından yazıldığını beyan eden Doğan, “Gerçekten de öyle mi? Daha önce -şimdiki tabirle- 'anlatı' geleneğimiz yok mu? Yani biz hiçbir şey anlatmadık mı? Yazılı olarak önceki nesiller Tanzimatçılara hiçbir şey devretmedi mi?” sorularının yanıtını verdi. Bilinebilen yazılı kültürün 1300-1400 yıllık olan bir dilin, toplumun, edebiyatın elbette çok sayıda eserinin bu yüzyıllar içinde ortaya çıktığını ve bu eserlerin yazılı olarak günümüze ulaştığını anlattı. Sonra sözü Dede Korkuthikayelerine getirerek bu hikayelerin hikaye ve destanımsı unsurlar barındırdığını ve aynı zamanda birbiriyle ilintili olması sebebiyle roman dahi sayılabileceğini söyledi.

Dede Korkut hikayelerinin kökleri eskiye giden, 14.-15. y.y. civarı yazıya geçirildiği tahmin edilen bir metin olduğunu da sözlerine ekledi Mehmet Doğan: “Dede Korkut hikayeleri hikaye ve destanımsı unsurları ihtiva ediyor. Aynı zamanda da birbiriyle ilintili, birbirinden ayrı değil. Tüm bu hikayeler toplamını roman bile addedebiliriz. Sadece bunlar değil bizde roman veya hikaye hissi uyandıran metinler. Malum, Köroğlu hikayeleri başta olmak üzere halk hikayeleri var. Âşık Garip, Tahir ile Zümre, Kerem ile Aslı vd… Bunların bir kısmı âşıkların ürettikleri, çalıp söyleyerek halka yansıttıkları metinler. Sonradan yazıya geçirilmişler. Bazıları da yine bu şekilde oluştuğunu zannettiğimiz Âşık Garib'in hikayeleridir. İran’la Doğu Anadolu arasında ortaya çıkan bu hikayeler Türkistan'a kadar ulaşmıştır. Bu hikayeleri buralarda ayakta tutanlar ise saz çalıp şiir söyleyen, doğudan batıya, batıdan doğuya taşıyıcılık rolü oynayan âşıklardır. İran’da Safevi Hanedanı Türk hanedanı idi. Hanedan mensupları Türkçe konuşurdu. Burada da âşıklar vardı. Bu anlatı geçmişini bizim roman ve hikaye geçmişimizin içinde değerlendirmemiz gerekiyor.
Bizim köy odalarında, mahalle odalarında, hatırlı kişilerin evlerinde toplu okunan metinlerimiz var. Bir nevî halk klasiklerimiz bunlar. Mesela Hamzanâme uzun süren bir gazavatnâmedir. En meşhuru ise Anadolu’nun Müslümanlaşmasının destanı olan Battalnâmedir. Battal Gazi karakteri etrafında Anadolu’nun nasıl savaştığını anlatan Battalnâme, Malatya ve Güneydoğu civarında geçen hikâyelerden oluşur. Bu hikayeleri sonradan Türkler benimsemiş, Türkleştirmişlerdir. Battalnâme’nin çokça taş baskı nüshaları vardır. Harf inkılabından sonra da ilk basılan kitaplar arasındadır.”
Hamzanâme’nin Hazreti Hamza’nın ismi üzerine kurulmuş ancak Hazreti Hamza’nın hayatı, çevresi ve yaşadıklarıyla ilintisi olmayan hikayeler anlattığından, Yine Hazreti Ali’nin etrafında örülmüş olan cenk kitaplarının varlığından, ancak bu kitaplarda anlatılanların gerçekçilik kaygıları olmayan, tarihsel veri sayılmayacak metinler olduğundan bahseden Doğan, “Bizim hikaye ve roman geçmişimizde bunlar vardır. Daha sonra Muhayyelat, Müsâmeretnâme’ler başlıyor. Elbette bunları da bir yerde değerlendirmemiz gerekiyor. Her biri roman başlangıcı sayılabilir. Daha sonra ise Ahmet Mithat Efendi ve Şemsettin Sami’nin romanları başlıyor.” diyerek sözlerine son verdi.
Kurgu adına gerçeği çarpıtamayız
Panelin ikinci konuşmacısı, “Günümüzde Anadolu’da Roman” başlıklı tebliğiyle şair-yazar Muhsin İlyas Subaşı idi. Sözlerine günümüzde kaleme alınan bazı romanlarda gördüğü eksiklikleri ve aktarım hatalarını ifade etmekle başlayan Subaşı, yazılan ve yayınlanan romanları “kurgu yapmak adına bazen gerçeği yansıtmama, halkın öz değerlerine ve inanç eksenine bağlı kalmama, öğretici veya faydalı olmaktan çok kurgu ve tahayyül ürünü olmakla” bağdaştırırken bir taraftan da “Günümüzde roman vardır, ben de roman yazdım.” demeyi ihmal etmedi. Subaşı hocamız, “Biz roman yazacaksak realitenin ortaya koyduğu gerçekler çerçevesinde, halkın kabullerine uygun bazı tebdil ve tehirleri yapabiliriz ama saptırma hakkımızın olmaması gerektiğine inanıyorum.” diyerek Türk romanının hâlen “Batı romanında görülen öğreticilik, kazanım hâsıl etme ve toplumun inandığı hislere bağlılık” boyutunu kazanamadığının örneklerini de sundu. Kıymetli Hocamız, kendine has üslûbuyla konuya eleştirel bir yaklaşım getirdi. Maliyetinin çok üstünde satılan kitap fiyatlarından şikâyet ederken çok satmanın veya okunmanın günümüzde geniş bir tanıtım ve reklam sonucunda vukû bulduğunu, okurun birikimine katkı sağlayacak yapıtların bu açıdan yetersiz olduğunu savunarak medyanın ve tanıtımın bu mevzuda okuru etkilediğini ifade etti.
Konuşmasının genel bir bölümünü eleştirel bir yaklaşımla sürdüren muhterem Hocamız, kaynaklara ve akademik varyantlara dayalı bir panel sunumundan daha çok, sorunlar ve çözümlerini düşünmeye sevk eden doğaçlama bir hasbihâl tarzını tercih etti. Şahsî hislerim ve fikirlerimce, zamanımın ve gayretimin çoğunu edebiyat yörüngesinde doğru adımlar atmaya adayan ve bu minvalde kalem oynatan bir edib olabilmeye azmettiğim ve bu uğurda kılı kırk yararcasına gayretlerini ve mesâîlerini esirgemeyen “kalem insanları” hakkında da hakikaten inanmış bir hüsn-ü zanla mukâbelede bulunduğumdan ötürü, Muhsin Hocamızın katıldığım ifâdeleri olduğu kadar, “mârifet iltifata tâbîdir ve büyüklere tenkidden çok teşvik yaraşır” dediğim sözleri de oldu. Sorunlar yok mudur? Elbette vardır. Doğru bilgiyi ve gerçekçiliği sunan eserler olduğu gibi, yanlış bir nazarın ve altyapının kıskacıyla, kurguya dayalı asılsız anlatımlar öne süren yapıtlar da vardır ve gönül istemese de olacaktır.
Derin bir nefis muhasebesi ve “Acaba ben okura gerçekleri sunabildim mi? Yazdıklarımla ona Hakikati gösterebildim mi?” sorularıyla dinlediğim bu sunum, muhterem Hocamızın nev-i şahsına münhasır sohbetine bir defa daha hürmetimi netice vermiştir. Bu vesileyle kendisine tekrar saygı ve derin muhabbetimi sunuyor, yıllarını verdiği Edebiyat ufkunda kendisine daha nice aziz eserler diliyorum.
Yazının devamı için: http://www.dunyabizim.com/Manset/16180/bizim-romanimiz-kendi-sesini-bulabildi-mi.html































Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.