• İstanbul 15 °C
  • Ankara 17 °C

Deprem ve Yeni Şehirler Kurmak

Deprem ve Yeni Şehirler Kurmak
Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi Rektörü / Türkiye Yazarlar Birliği Genel Başkanı Prof. Dr. Musa Kazım Arıcan Ajans Analiz’de

MEHMET SERHAT BIÇAK- Kıymetli Hocam, hoş geldiniz.

PROF. DR. MUSA KAZIM ARICAN- Hoş bulduk, çok teşekkür ediyorum.

MEHMET SERHAT BIÇAK- Çok zor, çok yoğun bir dönemde bizi kırmadınız, çok teşekkür ediyoruz.

Asrın felaketi olarak nitelenen depremi yaşadığımız bu süreçte konuğumuz oldunuz. Aynı zamanda bir Hataylı olarak bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?

PROF. DR. MUSA KAZIM ARICAN- Çok teşekkür ediyorum.

Ağır bir yıkım olan bir konuyu basın olarak yakından takip ediyorsunuz.  Bunu gündeme getirmeniz, bunları paylaşmanız önemli. Teşekkür ediyorum davetiniz için.

Öncelikle tüm insanlarımıza, ülkemize, milletimize geçmiş olsun diyorum, başsağlığı diliyorum. O bölgeden olup da yakınını kaybetmeyen yok gibi. Hemen hemen her ailede bir acı var. Herkesin bir akrabası, bir yakını ya da kendi yakın çekirdek ailesinden kayıpları var. Aslında tüm bölge depremzede. Ölüm olmayan ailelerde bile depremin çok büyük bir etkisi var. Depremin oluş biçimi ve etki gücü nedeniyle inanılmaz bir şey yaşanmış, travmalar oluşmuş. Uzmanlar iki hatta üç depremden söz ediyorlar. İlk depremler sonrasında yaşanan iki deprem, dünyada örneğine rastlamadığımız olaylar. Bunlara katastrofik yıkım yani büyük yıkım deniyor. Çok büyük savaşlarda yaşanan hasarlar ya da tufan gibi büyük bir olay olduğu için asrın depremi, asrın felaketi diyoruz. Belki asrı aşan milenyum felaketi demek lazım, belki insanlığın son dönemlerde gördüğü en büyük yıkım demek lazım.

Bölgeye gidip caddeleri-sokakları görmeyenler, olayın bütünü görmeyip sadece ekrandan izleyerek felaketin boyutlarını hissedemez. Ekranlardan izleyerek o acıyı tabii ki paylaşıyoruz, tüm insanımız ülke olarak kenetlendi. Herkes şu an depremzedelerimize insani yardıma koşuyor; evlerini açıyor, yuvalarını açıyor, şehirlerini açıyor. Depremzedelerimiz her şehre dağıldı. Ama en başta söylediğim gibi bölgenin tamamı şu an depremzede; yani ayakta olan, sağ olan insanlarımız da. Bu hassasiyeti, bu duyguyu anlamak lazım, empatiyi bire-bir görmek lazım. İnsanlar belki ayakta, metanetli, sabırlı, vakur. Anadolu insanının böyle bir özelliği var, o deprem bölgesinde onu görüyorsunuz. Evi yıkılmış, yakınını kaybetmiş, çocuğunu kaybetmiş ama insanlar vakur, insanlar asil, insanlar metanetli. Dolayısıyla deprem asrın felaketinden daha öte bir felaket.

Doğal felaket deniyor, bu tabir yanlış. Doğal olan felaket olamaz, felaket olan aslında o doğal olandan sonra işleyen. Dünya insan gibi kendi işleyişi olan bir yapı. Biz dünyayı tanımıyoruz aslında. Uzmanlar diyor ki dünya kendi ergenliğini yaşayan bir sürece geldi. İnsan nasıl çocukluk, gençlik yaşar, insanın kendi içinde yaşadığı fizyolojiler var, dünya da böyle aslında. Dünyadaki doğal olaylar deyince yağmur, sel, depremler akla gelir. Fay hatları var, dünya o enerji birikimiyle, o iç mekanizmasındaki-çekirdeğindeki yapıyla bir enerji boşaltımı yapacak. Bu doğal bir şey. Buna sünnetullah da diyebiliriz. Bu, tabiatın kanunudur. Allah bu evreni böyle yaratmış. Bunda bir problem yok, bu doğal. Doğal olan da bir felaket olamaz, doğal olan da bir afet olamaz. Afet kısmı, insana-beşere dokunan tarafı. Eğer biz derelere ev yaparsak, fay hattına bina yaparsak, düz akışkan zemine konut yaparsak afet kısmı buradan etkilenme düzeyimiz. Dolayısıyla belki konuşulması gereken, ders çıkarılması gereken tarafı bu.

Boyutu-kapsamı çok geniş bir felaket, konuşulacak çok tarafı var. Bu tür katastrofik yıkımlar, ani beklenmedik olaylar yaşandığında “Nasıl alarm vereceğiz, nasıl müdahalede bulunacağız, kurtarma ekibi-insani yardım nasıl yapılacak?” bunları konuşmak gerek. Her birine ayrı ayrı düzenlemeler yapmak gerek. En önemlisi de doğal olanla afet olanı ayıracağımız bir zihin inşa etmek, insanı belki böyle yetiştirmek gerek. İnsanın evren ve doğayla ilişkisi irdelenmeli. Buradan başlamak gerekir diye düşünüyorum. 

MEHMET SERHAT BIÇAK- Eyvallah. Bu manada siz Türkiye Yazarlar Birliği olarak hemen harekete geçtiniz ve “Dünden Bugüne Türkiye’de Depremler ve Yeni Şehirler Kurmak” başlığıyla bir panel gerçekleştirdiniz. Çok muhteviyatlı bir paneldi, ben de takip ettim.

Türkiye Yazarlar Birliği özelinde baktığımızda, bölge de Türk edebiyatının can damarlarından biri.

PROF. DR. MUSA KAZIM ARICAN- Kesinlikle.

MEHMET SERHAT BIÇAK- Kahramanmaraş, Hatay, Adana bölgesinde özellikle kültür bakımından müthiş bir zenginlik var. Türkiye Yazarlar Birliği bunun üzerine daha da gidecektir zannediyorum. Siz nasıl bir plan öngörüyorsunuz?

PROF. DR. MUSA KAZIM ARICAN- Bir hafta önce oradaydım, bazı yazar dostlarımızla da görüştük. Deprem günü hemen tekrar bölgeye gittim. Şunu görüyoruz ve anlıyoruz: Bir deprem, bir felaket bize bir ayna tutuyor aslında. Bunun çirkin tarafları da var, güzel tarafları da var. Buradan çıkarılacak aslında çok büyük anlamlar var. Öncelikli olarak şunu söylemek istiyorum: Bu iyi bir arınmaya vesile olmalı.

MEHMET SERHAT BIÇAK- İnşallah.

PROF. DR. MUSA KAZIM ARICAN- Bu tür büyük yıkımlara zihnen, fikren topyekûn hazır olmamız ve bununla ilgili sosyopolitik, sosyoekonomik, sosyokültürel tedbirleri alan süreçleri oluşturmamız gerekiyor. Bunu yapabilecek potansiyelimiz ve kabiliyetimiz var. Sadece yönetmelikler çıkarmak yetmez. Yönetmelik çıkarmada çok mahiriz ama uygulamada ne yazık ki biraz kusurluyuz, eksiğiz!

Yazarlar Birliği olarak biz başından itibaren kültür, fikir, sanat faaliyeti yürüten kamu yararına gönüllü bir kuruluş olarak hep buraya dikkat çektik. Yani önce insan dedik. Önce insanı inşa edelim. Yazarlar Birliğinin bundan önce şehir üzerine, bu tür olaylar üzerine birçok programı var. Mesela “Tarihi Yaşatmak Şehri Yaşatmak Şehirlerarası Sempozyumu, Milletlerarası Şehir Tarihi Yazarları Kongresi, Şehir Kültürü Kültürlü Şehir” gibi.

Önce insanı inşa etmek, sonrasında şehri inşa etmek gerektiği düşüncesindeyiz. Başta söylediğim doğal olanı iyi belirleyip sonra o şehri inşa eden insanın kültürünü, edebiyatını, sanatını konuşacağız. Şu an şehirleri yeniden inşa etmeyi konuşuyoruz. Bu işi sadece biz değil, müteahhitlerimiz, mimarımız, mühendisimiz, inşaat mühendisimiz de konuşmalı. Şehir kurarken o şehrin her unsuru, her insanının görüşü alınmalı. Bu sadece bir belediye meclisinin bir yere imar açmasıyla ya da sadece o Meclis kararıyla olmamalı. Burada sosyologdan da, psikologdan da, edebiyatçıdan da, sanatçıdan da görüş alınmalı. O şehirde yaşayan insanların görüşü de önemsenmeli.

Bu bölgeler, Hatay ve Maraş gibi kadim şehirlerimizin olduğu yerler. Özellikle deprem bölgesi olan Kahramanmaraş ilimiz, gerçekten edebiyatımızın medarıiftiharı olan bir şehrimiz. “Yedi Güzel Adam”ın neşet ettiği bir yer.  Edebiyatımızın çok müstesna isimleri buradan doğdu. Erdem Bayazıt’lar, Bahattin Karakoç, Abdurrahim Karakoç… Sezai Karakoç üstadımızın yolu buradan geçti. Mehmet Akif İnan’ın yolu buradan geçti. Malatya’dan tutun Elazığ, Diyarbakır, Urfa, Hatay, Adana, Osmaniye, Kilis’e kadar kültürümüzün, medeniyetimizin, edebiyatımızın, sanatımızın, zanaatımızın neşvünema bulduğu, özgün kültürümüzün olduğu bir bölge burası.

Bu depremde kaybettiğimiz çok değerli bilim yazarlarımız var. Ahmet Doğan İlbey ağabeyimiz, çok kıymetli bir yazarımızdı. Aynı zamanda Yazarlar Birliğinin şube kurucularındandır. Bir önceki Dönem Başkanı, Şube Başkanımız Fazlı Bayram kardeşimiz ailesiyle bu felakette kaybettiğimiz arkadaşlarımız. Ferhat kardeşimiz var, çok genç arkadaşımız. Onları Cumartesi günü “Dünden Bugüne, Türkiye’de Deprem ve Şehirlerimize Yeniden Kurmak” panelinde andık. Paneli aynı zamanda onlara bir küçük anma töreni şeklinde icra ettik. Bu depremde kimleri kaybettiğimizi bir hatırladık, ulaşabildiklerimiz tabii, üyemiz olsun ya da olmasın.

Hayat devam ediyor, bundan sonrasına da bakmamız gerekiyor. Büyük bir felaket yaşadık, buradan alacağımız dersler var. İyi bir arınmayla, öz eleştirilerle iyi bir inşayı, ihyayı, dirilişi gerçekleştirmemiz gerekiyor. Bu felaketi buna vesile kılmamız gerekiyor. Büyük krizler bazen büyük fırsatlardır, büyük çıkışlardır. Malumunuzdur Ankara Savaşı. Bugün Ankara’da bulunan Kanal 5 yayınındayız. Ankara Savaşı, büyük bir savaştır, Büyük savaşlar da katastrofik yıkımlardır. 15 Temmuz da Türkiye için katastrofik bir yıkımdır aslında, büyük bir yıkım ama ülkemiz bunun üstesinden geldi ve kısa sürede bu yaraları sardı. Mesela Ankara Savaşı, Osmanlı’nın artık “yok oldu” denilen bir dönemi. Yeni kurulmak istenen, ayakları üzerinde artık yükselmeye başlayan bir devlet yıkıldı ve fetret devrine girdi. Ama buradan çok iyi dersler çıkardı, tedbirler aldı ve imparatorluğa döndü. Denir ki Ankara Savaşı olmasaydı bir cihan devleti olan Osmanlı belki oluşmayacaktı. Ben şuna da inanıyorum, bunu samimiyetimle söylüyorum, buna gerçekten tüm hücrelerimde hissederek o yıkımları, bölgeyi gören ve ilk günden gidip, 1 hafta kalıp o korkunç tabloları da görmüş birisi olarak şunu diyorum: Gerçekten buradan dersler çıkartıp tedbirler, önlemler alıp, iyi bir arınma sağlamalıyız.

Amaç bu işi sadece mimari tarafıyla ele almak değil. Bu iş; yerel yönetimlerden başlayarak, insanımıza deprem bilinci vererek, afet bilincini geliştirerek topyekûn hepimiz sorumluluğu üzerimizde hissederek yapılmalıdır. Bu işte hepimizin vebali var, hepimizin sorumluluğu var. Bunu kabul etmeliyiz.  Kentsel dönüşüm sağlayacağız. Fakat bu dönüşüm kentsel ihya olmalı. O da ayrı bir konu, onu da iyi konuşmalıyız. Buna karşı çıkan, niye karşı çıktığını düşünmeli. Bu politik bir malzeme olmamalı. Artık bu binalar hükmünü tamamladıysa ve dönüşümü sağlanmalıdır. Evlerimizi kültürle, sanatla, edebiyatla yoğrulmuş bir yuvaya dönüştürmeyi konuşabilmeliyiz. Bu anlamda bir arınmayı kastediyorum. Bu şehrin her bir insanının ortak bir paydada buluşması gerekir. Herhangi bir unvana gerek olmaksızın o mahalleli olmak, o şehirli olmak yeter. Mimar, avukat, öğretmen, esnaf, doktor, güvenlik görevlisi, hizmetli meslek fark etmeksizin ortak paydada buluşabiliriz. Oylayarak, fikirler alarak, alternatifler sunarak bunları inşa edebiliriz.

Ben, gerçekten buradan iyi bir çıkış sağlayabileceğimizi düşünüyorum. Yüzüncü yılında olan Türkiye Cumhuriyeti, ikinci bir yüzyıla çok güçlü, bölgesinin güçlü bir aktörü, dünyanın güçlü bir aktörü olarak devam ediyor. Gücü kendinde toplayan değil, STK’ları koordine eden, tüm unsurları harekete geçiren güçlü bir mekanizmaya, bu işin paydaşı olan tüm birimleri, STK, kamu kurumlarıyla güçlü bir mekanizmaya dönüştürebiliriz. Yazarlar Birliği olarak biz, aslında bunu konuştuk yazarlarımızla. Birbirinden kıymetli sosyologlarımız, mühendislerimiz, inşaat mühendisimiz, makine mühendisimiz vardı. Yazarlar Birliği Kurucu Genel Başkanımız Mehmet Doğan ağabeyimiz, yıllardır ısrarla “Kentsel dönüşüm demeyelim, kentsel şehir ihyası diyelim.” diyordu. Tarihî şehirleri dokusuna uygun koruyalım, güçlendirmeleri buna göre yapalım. Bununla ilgili sempozyumlarımız oldu. Aslında burada konuştuğumuz konuları, şu an deşifre ediyoruz, yayınlayacağız ve bir rapor çıkarıyoruz. Raporu kamuoyuyla da paylaşacağız. Biz genelde krizleri yaşadıktan sonra konuşuyoruz. Aslında tedbir ve takdir dengesini iyi oluşturmamız gerekiyor. Bu olaylar, bize bir ayna tuttu. Burada güzellikleri de görelim. İnanılmaz bir yardımlaşma vardı, gençler inanılmaz gayretlerle sahadaydı. Benim anlatacağım o kadar güzellikler var ki, muhteşemlikler var ki… İnsanımızın o enkazının başında ama metanetli duruşu, farklı görüşlerde insanların kaynaşarak orada yardımları sunması...

İlk müdahale nasıl olmalı, ilk kim gitmeli? Ulaşım çok önemli, mesela trafikler tıkandı, herkes gitmek istiyor. Bir yardım koridoru, bir güvenlik koridoru açmamız gerekiyor. Cankurtaranların gittiği, yardım tırlarının, vinçlerin, kamyonların gittiği bir şerit… Yani bölgedeki bu işi üstlenecek insanlar bu enkaz altında kaldı, kamu görevlileri kaldı, belediye görevlileri kaldı, tüm üniversitelerde büyük kayıplarımız var.

İlk müdahalede kimler gitmeli, nasıl gitmeli? Belki tüm şehirlerimize alternatif yollar yapmalıyız. Mesela hava yolu da tıkandı, kara yolu da tıkandı. Hava kuvvetlerinden bir albayımız şunu söyledi: “Hocam, ilk anda alarm dört derecede verildi, en erken müdahaleydi. Dört düzeyinde bir alarm verildi, yani uluslararası çağrı bu.” Bunlar gerçekten önemli aslında. Ama bu kadar büyük bir yıkımın yaşandığı bir tecrübemiz yoktu. Sonra herkes oraya aktı, bir aksiyon almaya çalışıldı. Buradan sabah çıktık, ben gelmiştim. 1-2 gün olmuştu. Hemen sabah erkenden gittik. İnanılmaz bir tipi vardı. İki tane büyük zincirleme kazadan geçtik ve 5-6 saatlik yolu 10-12 saatte zor aldık.

Havadan helikopterler, inanılmaz bir hava kütlesi oluşuyor, o enerji boşaltımıyla bir manyetik bulut kütlesine dönüşüyor, ne üstten dalınabiliyor ne alttan dalınabiliyor. Örneği olmayan bir felaket bu yıkım. Dolayısıyla biz Yazarlar Birliği olarak işin şu kısmını irdeliyoruz: Türkiye’de çok deprem oldu.  Cumhuriyet’in erken döneminde de var. En bilinen Erzincan depremi, bildiğimiz büyük bir yıkımın yaşandığı, bir kentin yok olduğu deprem. Mehmet Doğan Ağabey onu uzun-uzun anlattı. Birçoğumuzun hatırladığı 1999 Gölcük, Sakarya, Düzce depremi ve muhtemel depremler de zaten önümüzde. Nasıl hareket etmeliyiz? Biz bunu biraz konuştuk. İşin hem mühendislik tarafını, hem sosyolojik tarafını konuştuk. Yani sosyopolitik, sosyoekonomik, sosyokültürel neler yapılmalı? Asıl bundan sonrasını konuşmalıyız. Şehirler nasıl inşa edilecek? En önemli kısım da bu.

MEHMET SERHAT BIÇAK- Zaten doğrusu, Türkiye Yazarlar Birliği özelinde yıllardır toprağın fıtratıyla kendi fıtratını özdeş tutmuş, bu fıtratın bozulmamasını isteyen bir yazar tipimiz var, bir aydın tipimiz var bizim.

PROF. DR. MUSA KAZIM ARICAN- Evet.

MEHMET SERHAT BIÇAK- Ve hep diyor ki yine Türkiye Yazarlar Birliğinin üyesi de olan bu yazarlar; betonlardan kurtulalım, şehirlerimize dönelim, kendi şehirlerimizi yeniden ihya edelim. Sadece bunu söylemek bile yıllardır, yani 40 yıldır bunu dillendirmek bile aslında Türkiye Yazarlar Birliğinin ne derece görevini yerine getirdiğini gösteriyor. Gören göz lazım, duyan kulak lazım, bunu düşünen zihin lazım.

Bu manada bir de fikir kırılması yaşanacak demek ki. Yani bir fay hattı kırıldı ama bir fikir kırılması da yaşanacak. Bunu siz bahsetmiştiniz, meşhur Lizbon depreminden sonra Avrupa’daki fikir hareketlerinin nasıl şekillendiğini. Biz de sanırım böyle bir şekillenmeye gideceğiz.

PROF. DR. MUSA KAZIM ARICAN- Kesinlikle Serhat Bey, bu kaçınılmaz bir şey. Bir taraftan üniversite olarak da biz bir aksiyon almaya çalışıyoruz. Sosyal Bilimler Üniversitesi tam da…

MEHMET SERHAT BIÇAK- Buna gelecektim, özellikle ismiyle, muhteviyatıyla müthiş!

PROF. DR. MUSA KAZIM ARICAN- Evet, belki ona bir sonraki bölümde geçeriz. Ama özellikle bu işin sosyokültür, sosyopolitik, sosyoteolojik tarafını konuşmaya çalışıyoruz. Şu an arkadaşlarımız çalışma yapıyor, raporlar hazırlıyoruz, bunu ilgililere-yetkililere de ulaştırmaya çalışıyoruz.

Ben ilk anda bölgeye intikal ettim ailem orada olduğu için. Enkazda yeğenlerimiz vardı, akrabalarımız vardı. Sağ olsun buradan arkadaşlarımız Rektör yardımcılarımız, dekanlarımız, Genel Sekreterimiz, daire başkanlarımız, öğrencilerimiz, hepsi seferber oldular. Biz hemen ikinci gün yardımlarımızı ulaştırdık, oradaki öğrencilerimizi alıp getirmeye çalıştım. Bizatihi mekânları yerinde görmek, benim için de çok öğretici bir şey oldu. Bir hafta önce gittiğim gezdiğim caddeden ben yaya geçemedim. Hatay Ulu Camii komple yıkılmış. Habib-i Neccar Camii yıkılmış, iki duvarı kalmış. Kadim Ortodoks Kilisesi yıkılmış, havra yıkılmış, ayakta kalan bir şey yok.

İşin bir de demografisi var. Şimdi büyük hadiselerden sonra, büyük katastrofik yıkım dediğimiz afetlerden, savaşlardan sonra bir sosyal değişim, sosyal dönüşüm ve fikri, entelektüel, zihni dönüşüm oluyor. Bu kaçınılmaz bir şey. Bunu kendi haline mi bırakacağız, buna bir rehberlik mi yapacağız? Kendi haline bırakırsak bir kakofoniye dönüşen, kaosa dönüşen bir sosyoloji oluşur, bir sosyokültür oluşur. İşte Orta Doğu. 20 yıldır yaşanan yıkımlar, savaşlar, Irak’ın işgali… Bir rehberlik işine ihtiyaç var. Buna aklıselim insanlar, irfan sahibi bilgeler öncülük etmediği için Orta Doğu hâlâ durulmadı. Çünkü oralarda o bölgenin, o coğrafyanın insanları kalmadı. Ülke olarak bizim çok büyük bir avantajımızın olduğunu düşünüyorum. Artık işin bilimini de, bilgeliğini de bilen insanlarımız var. Lizbon depremi, 1 Kasım 1755, dünyadaki en büyük yıkımlardan bir tanesi. 8,5 ya da 9 şiddetinde bir deprem olduğu söyleniyor. Deprem okyanusun içinde oluyor, Lizbon’a 200 kilometre. Lizbon o gün Avrupa’nın en büyük dördüncü, muhteşem şehri. Portekiz…

MEHMET SERHAT BIÇAK- Coğrafi keşifleri yöneten şehir.

PROF.DR. MUSA KAZIM ARICAN- Bravo, çok önemli, kesinlikle ve inanılmaz bir zenginlik var. Seyyahların olduğu, denizaşırı ülkelere gidilen ve Avrupa’nın o dönem en şaşalı, debdebeli şehri. Tabii inanılmaz bir yıkım oluşuyor, yani o güçteki bir depreme şehrin dayanması mümkün değil. Ama sadece Lizbon’u vurmuyor, tüm Avrupa etkileniyor. İskandinav ülkelerine, Danimarka ve Hollanda’ya tesiri var. Grönland’ı etkilediği, Brezilya’dan hissedildiği söyleniyor. Bunu nereden anlıyoruz? Kant’ın üç tane yazısı var. Ben bunları alanım olduğu için inceledim. Alanım felsefenin ateizm, kötülük problemi, din felsefesi kısmı olduğu için Batının aydınlanmasını, dönüşümünü inceledim. Çalışma alanım Spinoza. Kant üzerine makalem var, özellikle kötülük problemi üzerine. Bu bağlamda buradan çıkan sonuçlar üzerinde oluşan felsefi tartışmaları analiz eden yazılarım vardı. Dünyadaki bu tür örneklerinden hareketle felsefi analizleri de iyi yapmamız gerektiğini düşünüyorum. Felsefecilerimize de büyük sorumluluk düşüyor. Yani sadece müteahhitlere, mimarlara, inşaat mühendislerine sorumluluk yüklememeliyiz.

Yerel yöneticilere sorumluluk düşüyor. Mesela bir belediye başkanı olmanın usul ve esasını belirlemeliyiz. Bir kaymakam olmanın usulü belli, öğretmen olmanın, vali olmanın usul erkânı belli. Yani her işte usul var ama belediye başkanı olmada bizim bir usulümüz yok, Meclis üyesi olmada bir usulümüz yok. Bunu dürüstçe söylüyorum, bunu samimiyetimle söylüyorum çünkü şehir hepimizin, şehirde herkes yaşıyor. Şehrin kaderini böyle usulünü, erkânını belirlediğimiz süreçlere tahvil etmeliyiz artık.

MEHMET SERHAT BIÇAK- Yönetmeyi bir ilim olarak tekrar ele almalıyız.

PROF.DR. MUSA KAZIM ARICAN- Ele almalıyız, bu şehremin artık. Yani bu bilmeyle beraber bilgeliği ele almalıyız, her meslek grubundan insan olmalı.  Felsefi analizi şu: Bunun bir ontolojik tahlili yapılmalı ki Batı’da hemen bu yapılıyor. Mesela Voltaire’in Lizbon depremi üzerine bir şiiri var. Tabii oradan ateizm gibi başka kanallara yol çıkarılmaya çalışılıyor. Bu nasıl yorumladığınıza bağlı. Voltaire’in böyle bir derdi yok, Tanrı’ya hürmeti var zaten. Ama orada itiraz ettiği, onu yorumlama biçimi. Buna siz böyle kısacık kader diyemezsiniz, diyor. Bu suçu Tanrı’ya atamazsınız, diyor. Burada yanlış yoruma karşı çıkıyor. Çünkü şöyle bir şey var: Hristiyanlığın Şükran Günü 1 Kasım. O bile değişiyor. Şimdi Cadılar Bayramı denilen 1 Kasım, daha seküler bir şeye dönüşüyor. Bakın, kutsal bir ayin neye dönüşüyor. Jean-Jacques Rousseau yazılar yazıyor.  Toplum Sözleşmesi’nde, bu felaketin üzerine diyor ki “7 katlı ev yaparsanız, depreme tedbir almazsanız, doğacak sonuç bu.” Kant, biz dünyayı tanımıyoruz, diyor. Doğal olan afet olamaz, diyor. Doğal olan doğaldır,  diyor. Felaket, uygun tedbir almadan yaptığımız konutlarımızdır, yapılarımızdır, felaketi o oluşturuyor, diyor. Bu açıklamalar çok makul, çok felsefi, çok rasyonel. Ve şunu diyor: “İnsan çok kibirli, insan çok hırslı. Doğa, olanağa ve tabiata kendini adapte etmiyor, ona uygun davranmaya çalışmıyor, doğayı kendine uydurmaya çalışıyor.” İşte buradan müthiş bir felsefe, aydınlanma doğuyor. Bu aydınlığa şimdi herkes hümanizm diyor. Bu, inançları terk edelim, var olan her geleneği reddedelim, kültürü reddedelim anlamında değil. Bunu disipline edelim, bunları doğru anlayalım, bunlara doğru politikaları oluşturalım, diyor. Sosyal değişime rehberlik yapıyorlar, öncülük ediyorlar. Buradan bizim ontolojik, felsefi bir çıkarım yapmamız lazım. Bunun bir boyutu var, ontolojik tarafı var bunun. Nedir? Bir defa insanlığın 15. yüzyılda Descartes’la başlayan bir kırılması var. Evren anlayışımız değişti bizim, düalist bir evren anlayışı oluştu, ruh-beden gibi. Ve o bütüncül evren anlayışı, yani evreni sonuna kadar tüketebiliriz anlayışı, hükmedebiliriz anlayışı. Belki Karl Marks’ın itirazı o sosyal değişmeye ve mülkiyet edinmeye. Aslında Kant da şunu söylüyor: “İnsan dünyada misafir. Biz misafir olacağımız yere, hiç ayrılmayacak gibi hükmetmeye çalıştık.”

MEHMET SERHAT BIÇAK- Çok özür dilerim Hocam, hatta bugün kimi insanlar da buna ayak uydurdular: kıt kaynaklar. Hâlbuki insan kendi ömrünün kıt olduğunu düşünse kaynağın kıt olmadığını fark edecek.

PROF. DR. MUSA KAZIM ARICAN- Fark edecek. Ve biz aslında insanın insanca yaşayacağı bir yuvayı, konutu şeye dönüştürdük. Ne diyoruz ona?

MEHMET SERHAT BIÇAK- Seküler bir mabede.

PROF.DR. MUSA KAZIM ARICAN- Paraya dönüştürdük, menkul kıymete dönüştürdük. İnsanlar birikimini kültüre, edebiyata, sanata, daha insanca yaşamaya ayırmadı; üç ev, on ev, apartman dikmeye dayandırdı. Bir de ontolojide varlığı anlama, doğayı anlamayla ilgili bir sorunumuz oldu. Burada bir kırılmamız var. Bu sosyal değişimden biz de ders çıkarmalıyız.

Mesela varlığı nasıl anlayacağız? Dünyada niçin varız? Hayatın anlamı ne? Doğayla, evrenle nasıl bir ilişki kurmalıyız? İnsan kim? Öznesi de nesnesi de insan diyorum. Bu anlamda biz elimizle yaptığımızın bedelini ödüyoruz aslında.

Laf lafı açıyor, Hatay için söyleyeyim, bir özeleştiri yapalım. Burada merhum Demirel’in bir sözü var. Hayatımda iki hatam var. Biri Amik Gölü’nü ovaya dönüştürmek, diyor. Siyasetçiyi buna kim zorluyor? İnsanımız zorluyor. Orada 5-6 metrelik bir göl vardı, müthiş bir ekolojik denge vardı. Dünyanın belki gözbebeği bir göldü burası. Etrafında zaten tarım yapılıyordu ve belli bir alan göldü ve içinde kumullar, tepecikler vardı. Açgözlü, hırslı insanlar, ağalar burada bir şey yok, hastalık yapıyor, burayı kurutalım ve tarım alanına dönüştürelim diyerek politikacıları zorladılar. Orada müthiş bir ekolojik denge vardı, kuş türleri vardı, hayvan türleri vardı. Ama devlet eliyle politikacılar buna zorlanarak göl kurutuldu. Başta belli başlı ağalar bunu aldı, sus payı olarak da köylülerin bir kısmı, halk oradan biraz bir şeyler aldılar. İlk zamanlarda müthiş ürünler elde edildi. Üç ürün, dört ürün, inanılmaz ürünler. Belki de kendi doğal hali bile yetiyordu ama gübre, ilaçlamayla şu an ora çoraklaştı, tuza kesti. Yetmedi o kumullardan şehir inşa ettik, Kumlu adında bir ilçe doğdu, betonlaştı. Ovayı katletmeye başladık. Bugün depremin en yıkıcı olduğu yerler nereler? Ovalar, yumuşak zeminler, kaygan zeminler. Buraları betonlaştırdık, yetmedi. Ne yaptık? Yer kalmamış gibi ovaya havaalanı yaptık. Biraz yağmur yağdığında su basıyor, bir zelzelede yıkılıyor. Dolayısıyla bu ontolojik bir varlığı anlamaya, tabiatı anlamaya, insanın kendini anlamasına ve burayla doğru bir ilişkiyi yeniden gözden geçirmeye ihtiyacımız var. O zihin inşasına buradan başlamalıyız. Ve varlık nedir? İnsanın varlıkla, doğayla ilişkisi nasıl olmalıdır?  Onun hakkına girmeyecek, onu gasp etmeyeceğiz. Denizleri doldurup oralardan mekân elde etmeyeceğiz. Mekân anlayışını yeniden inşa edeceğiz. Mekân insan, insan zaman ilişkisini yeniden kuracağız. Burada çok sınırlı bir zamandayız, muvakkat yani geçici bir süre sonra burayı emanet edeceğiz. Biz sanki hiç gitmeyecek miyiz? Bizden sonraki nesle ne emanet ediyoruz? Buna bakacağız.

İkincisi epistemolojik bir anlam boyutu var bunun. İşte Lizbon depremi sonrasında böyle bir çıkarım elde ediliyor. Ne yapılıyor? Deniyor ki 7-8 katlı evler yapmayacağız, deprem diye bir olgu var. Deprem cehaletini yeniyorlar. Biz şu an deprem cahili ya da felaket cahili insanlarız. Mesela, Lizbon şehri yeniden inşa ediliyor. Büyük caddeler, 3-4 katı geçmeyen ve insanca yaşanan mekânlar inşa ediyorlar. Hem daha kalıcı yapılar inşa ediliyor. Sadece betonarme değil;  ahşaba dönüyorlar, çelik konstrüksiyon yapıyorlar. Yazarlar Birliği olarak da biz bunu yıllardır dillendiriyoruz. Bizim tarihi şehirlerimiz, kadim şehirlerimiz yamaçlara kurulmuştur. Ahşapla taş harmanlanmıştır. Böyle yapılar yüzyıllardır ayakta. Benim memleketim, bunu iftiharla da söylüyorum, Payas’taki külliye yaklaşık 400-500 yıldır ayakta. Kanuni Dönemi Mimar Sinan’ın yaptığı kalfalık dönemi Sokullu Külliyesi, kervansaray, kale ayakta. Şu an insanlar orada konaklıyor, oraya sığındılar. Taştan yapıldı, deniz kenarında ama asla ona başkaldırmayan bir mimari. Onunla uyumlu, ona saygı duyan, ona hürmet eden bir yapı. Bence biz bugün bu epistemolojiyi inşa etmeliyiz, o bilgiyi.

Şurada küçük bir parantez, mesela ülkemizin şöyle bir avantajı var: Bu epistemoloji yani deprem bilincini sadece korunma, yatma olarak düşünmemek gerek. Belki bunu da değiştireceğiz. Cenin şeklinde yatmalı çünkü çok katastrofik bir yıkımdı, büyük bir yıkımdı. Sadece yana sığınma yetmedi. Mesela ilk kurtarma ekibi gönüllü kurtarıcılık, insani yardım meselesi. Bizim askerlik eğitimlerimiz var, uzun süreli olanı var, kısa süreli olanı var. Askerliğin temel eğitimleriyle birlikte bilinçli bir eğitimin verilmesini sağlayabiliriz. Hatta bunun bir sertifikasyona dönüştüğü, profesyonel bir kurtarıcılık eğitimine dönüştürebiliriz. Köyden de şehirden de insanımız geliyor. Askerden gittikten sonra herkesin bu ekipmanı da, teçhizatı da yanında bulundurmasını sağlayabiliriz.  Tüm dünya böyle ama Anadolu zaten bu anlamda depremler ülkesi, afetler ülkesi. Yangında, sel felaketinde nasıl ilk aksiyon alınacağı öğretilmeli. İnsani yardımın nasıl yapılacağı, ilk müdahalelerin eğitimi, birincisi bu.

İkincisi cezaevleri. Cezaevlerinde birçok insan var, tamam bir ceza çekiyor ama burada o insanları da dönüştürelim. Bence vereceğimiz en büyük bilgi bu depremle ilgili bilgi. Okullardaki anaokulundan başlayan eğitim tamam güzel ama bu sadece bir depremden korunma eğitimi.

MEHMET SERHAT BIÇAK- Çok özür diliyorum, ilk günlerde Gönenli Mehmet Efendi’yi andık hani, cezaevlerinde de bir dönüşümü kesinlikle yerine getirmeliyiz biz.

PROF. DR. MUSA KAZIM ARICAN-  Bence ona da sertifika verelim. Kurtarma ekibinde gönüllü, insani yardımda… Okullarımızda mutlaka yükseköğretimde de bu eğitimleri vermeliyiz. Mesela şu anda üniversitelerimiz ilk aksiyon alanlardan oldu. Şu an bölgeye gerçekten inanılmaz katkı sağlıyorlar.  Yükseköğretim Kurulu Başkanımızın da çağrısıyla oralara kurtarma ekibi gidiyor, sağlık ekibi gidiyor. Bizim üniversitemizde afet ve insani yardım programımız var, yüksek lisans programımız var. Şehir Araştırmaları Merkezimiz var. Şu an bu çalışmaları yapıyoruz.

Üçüncüsü çok uzatmadan, buradan ahlaki çıkarımlar elde etmeliyiz. Artık insanı inşa ederken, şehri inşa ederken ve bu bileşenlerin tamamında hepimize sorumluluk düştüğünü bileceğiz. Bu vazife hepimizin, bu ödev hepimizin. Artık bir vazife ahlakı ve ödev ahlaki bilinci yerleştirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Almanlar o büyük savaştan, yıkımdan hızla çıkan ülkelerden biri, vazife ahlakıyla çıktılar. Kant’ın tavsiyesi yine o vazife ahlakı. Çünkü Lizbon depreminden, savaşlardan dersleri aldılar ve felsefi çıkarımları yaptılar. Sosyal değişim nasıl olacak? Rehberlik ettiler. Bence biz bugün think tank kuruluşlarıyla, STK’larla sosyal değişime rehberlik etmeliyiz. Yazarlar Birliği olarak zaten bunu yapmaya çalıştık. Yani şu an biz bir aksiyon alıyoruz. Diyoruz ki bu işin bir sosyal değişimi olacak, kültürel değişimi olacak, politik değişimi olacak, demografik değişimi olacak. Bu büyük felaket bir sosyal deprem, demografik bir deprem oluşturmasın. Bunun olması gereken rehberliğini yapalım. Bizim bu anlamda potansiyellerimiz var, üniversitelerimiz çok iyi, STK’larımız çok iyi ve çok iyi yazarlarımız var. Yazarlarımızdan da yararlanalım. Ve bununla ilgili belki bir acilen şûra yapmak gerek. Birkaç gün süren, olayın tüm boyutlarını masaya yatırdığımız, politikalar ürettiğimiz bir mecrayı oluşturup tüm fikirlerin aktığı ve onların tahlil edilip süzüldüğü bir politikayı ve bu sosyal değişimi, kültürel değişimi çok iyi analiz etmeliyiz.

Bu bölgelerin tamamı demografisinin, kültürel mirasının, sosyal dokusunun korunması gereken şehirlerimizden oluşuyor. Bu şehirlerin ister istemez değişimi, dönüşümü olacak. Sadece mimari değişim olmayacak, sadece bir şehir kurulmuyor. Biz şuna da karar vermeliyiz: Sadece insanların barınacağı bir yer mi yapacağız? İnsanca kalacağı, o mimari yapıların, sanat eserlerinin ihtiva edildiği yuvalar, yapılar mı oluşturacağız? Yani insan ve şehir diyalektiği. İşte Hacı Bayram Veli nutkunda öyle diyor: “Çalabım bir şar yaratmış, iki cihan aresinde. Ben dahi yapılır oldum.”  Şimdi şehir Tanrı’nın, Allah’ın yarattığı bir mekân. İnsanlık ilk önce mabet yaptı, onun adına bir ev yaptı ve şehir yaptı ve o şehir de insanı inşa etti, bir diyalektik var. Bu sosyal değişim mutlaka olacak,  örnekleri var. Lizbon depremi Avrupa’da bir aydınlanma doğurdu, bu aydınlanma her yerde olabilecek. Yani insanların daha müreffeh, daha insani, daha medeni yaşayacağı bir şehir hayatı kurmak gerek. Sosyal hayat, kültürel hayat anlamında bir aydınlanmayı kast ediyorum. Böyle bir dönüşüm, böyle bir Rönesans olmalı. Bu olacak, olmalı ama buna doğru rehberlik etmeniz gerekiyor. Bunu kendi haline bırakırsak değişim olur ama bu değişim kakofoni olur, kaos olur, kültürel anarşi olur, sosyal anarşi olur. Yani keşmekeşlik olur, arabesk şeyler doğar. O yüzden konunun hem kamu kurumları tarafından hem STK’lar tarafından ele alınması gerekir. Burada sivil topluma da çok görev düşüyod. Üniversitelerimize büyük görev düşüyor, onlar hızla aksiyon alıyor zaten. Ben hatta şunu öneriyorum insanlara: Depremde bulunan arkadaşlarımıza, çıkan, kurtulanlara tecrübelerinizi, önerilerinizi yazın, hikâyeler yazın, denemeler yazın. Bununla beraber kurtarma amaçlı sivil toplum kuruluşları kurmalıyız, insani yardım kuruluşları kurmalıyız. Bizim artık STK’larımız da dönüşmeli. Hatta bu sosyal değişimleri, kültürel değişimleri konu edinen STK’larımız kurulmalı, teması tamamen bu olmalı. Artık bunların eğitimlerinin nasıl verilmesi gerektiği eğitim süreçlerini konuşmalı. Bu iş sadece Bakanlığımızla kalmamalı. Bakanlığımız zaten işlerini yapacak, kamu zaten yapacak ama STK’lar kamuya omuz vermeli, destek olmalı, öneride bulunmalı.

Biz çözüm odaklı olmalıyız, bardağın dolu tarafına bakmalıyız. Evet, ortada yaşanan büyük bir felaket var ama bu büyük bir avantaja dönüşebilir. Bunu dönüştürelim, dönüştürebiliriz diye düşünüyorum. Biz buradan daha müreffeh şehirler çıkarabiliriz. Kurallarını, kaidelerini oluşturan, mevzuatlarını güçlü oluşturan ve bunlara uyan daha güçlü bir ülkeye dönüşebiliriz. Bu sosyal ve kültürel değişmenin mihenk noktası herkesin vazife ahlakı, ödev ahlakı edinmesi gerekliliğidir. Bizde şu hastalık var: Sorumluluk sizindi, herkes bir günah keçisi arıyor, herkes birine suç atmaya çalışıyor.

Biz o evi alırken ne kadar sorguladık? Bu ev çok yüksek dedik mi? Kendimize de çuvaldızı batıralım. Evet, sorumluluk paylaşılsın. Sorumluluğun daha büyüğü kimde, onu da görelim ama her birimiz itiraz ettik mi? Ya bu yanlış dedik mi? Kentsel dönüşüme karşı koyduk, onu dava ettik. Bence bir vazife ve ödev ahlakı edinerek hepimize sorumluluk düşüyor, demeliyiz. Burada acısı olan depremde gerçekten çok büyük kayıpları olan insanlarımız haklarını arayacaklar, müracaat edecekler, hukuki şeyler olacak, onu kastetmiyorum. Ben daha genel anlamda bu sosyal ve kültürel değişimin rehberliğini yapma anlamında konuşuyorum. Bundan sonra artık hiçbirimiz eskisi gibi olmamalıyız. Herakles’in örneğinde olduğu gibi, girdiğimiz ırmak bir dakika sonra aynı ırmak değil; akıyor, sürekli bir akış var. Artık bundan sonrasında hepimiz bir ödev ahlakı sorumluluğunu hissetmeliyiz diye düşünüyorum.

MEHMET SERHAT BIÇAK- Kesinlikle. Hocam bizim akademik anlamda da bazı sunumlara, araştırmalara ihtiyacımız var. Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi özellikle ismiyle müsemma şekilde konunun özellikle deprem ile ve diğer bütün ile ilgili psikolojik, sosyolojik, kültürel araştırmalarını yapacak; yüksek lisans tezleriyle, doktora tezleriyle bu konulara derinlik kazandıracaktır. Şunu düşünüyorum hatta: Müziğin dahi verimli şekilde insanımızı sakinleştirici, dizginleyici bir şekle gelmesi lazım. Enerji kaybolmayan bir şey. Biz çok yüksek binalarda hiç bizim fıtratımıza uymayan şekilde müzikler dinledik, o enerjiyi bütün evrene yaydık. Bunda dahi bir dönüşümün olması gerekiyor. Akademi burada ne yapmalı? Son olarak bunu alalım sizden.

PROF. DR. MUSA KAZIM ARICAN-  Aslında bence konuşulması gereken işte bu sosyal değişimler. Yani biz millet olarak artık gerçekten bilimden, aklın ışığından, aklın kılavuzluğundan, işin uzmanlarından, işin erbabından yararlanmasını bilmeliyiz. Kur’an bile bize bunu öneriyor: “Fes’elû ehlez zikri” işin erbabına, işin uzmanına sorun, onun kararı keyfi, şahsi bir fikri değildir. Batının belki de ne büyük farkı bu. Avrupa bunu yaptı ve başarılı oldu. Yaşadığı felaketlerden doğru tedbirler, önlemler çıkardı, ama bunları uyguladı, en önemlisi bu. Bunlar hayata geçti, bir politikaya, bir uygulama esasına dönüştü. Bunlar yapılacak, üniversite olarak biz de yapacağız, diğer üniversitelerimiz de yapacak. Aslında yapılanlar da vardı, üniversitelerin birçoğunda buna benzer, ilgili taraflarımız vardı.

Artık biz şunu konuşmalıyız: Bundan sonrasındaki en önemli taraf bu.  Bu tür afetler ve yıkımlar sonrasında en çok sosyal yapı etkileniyor. Tabi sosyal yapının, sosyolojinin için, o sosyo dediğimizin içine insan giriyor, kültür giriyor, sanat giriyor, edebiyat giriyor, sağlık giriyor, her şey giriyor, her şey var.

Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi olarak bizim daha öncesinde afet ve insani yardım konusunda tezsiz yüksek lisanımız vardı, bir ana bilim dalımız vardı. Düşe kalka gidiyordu, çok az müracaatın olduğu bir yerdi. Tabi bizim eğitim, araştırma, toplumsal katkı, sosyal sorumluluk gibi görevlerimiz var, bu aynı zamanda bizim bir toplumsal katkımız, bir sosyal sorumluluğumuz.

Biz bu afet ve insani yardımları daha iyi programlayan, bir araştırma merkezi, üzerinde çalışıyoruz. Arkadaşlarımız, raporlar hazırlıyor. Bundan sonrasında rehberlik edecek yeni eğitim süreçleri hazırlayacağız.

Bununla beraber, bizim bu sosyal değişmeyi oluşturan tüm unsurlarla ilgili yenilikçi girişimci fikirlere ihtiyacımız var. Çünkü bu bölgede birçok insan sadece evsiz-barınaksız kalmadı, iş yerlerini kaybetti, çiftçi, köylü hayvanını kaybetti, araçlarını, arazilerini kaybetti. Artık bundan sonra hayatı yeniden yorumlayan, çözüm odaklı yeni iş kolları ortaya çıkacak, bunlara çalışacağız. Bizim psikoloji bölümümüz çok güçlü.

Ülkemiz aslında çok büyük potansiyellere sahip. Nasıl ki şehir hastaneleri kurulduğunda “niye kuruluyor” diyorduk. Salgın çıkınca “iyi ki kurulmuş” dedik.

Sosyal Bilimler Üniversitesi 10. yılına gelen bir üniversite ve gerçekten şu ana kadar da çok büyük işler yaptı. İlk kurulduğu günden itibaren raporlar hazırlıyor. Sadece eğitim, sadece araştırma yapmıyor. Burada kurduğumuz şu an 20’nin üzerinde merkezimiz var. Bunların her biri de tam bu hayata dokunan şeyler; şu an arkadaşlarımızın hepsi seferber oldu.

Mesela bizim klinik psikoloji araştırma uygulama merkezimiz var.  Şu an arkadaşlarımız hemen psikolojik destekler, çocuklarla ilgili destekler üzerine çalışmaya başladı. Tabi uzmanların düşüncesi şu: Belli biri süre geçtikten sonra bu insanların sorunlarına göre terapilerin yapılması. Biz buna hazırız, bölgeye de bu anlamda destek vereceğiz.

Biliyorsunuz Ankara’ya da çok gelen oldu. Bu depremden etkilenen, depremin altında kalan, ailesini kaybeden 300 küsur öğrencimiz var. Şükür kaybımız yok, ama bizatihi bunu tecrübe etmiş öğrencilerimiz var. Buraya geldiler, aileleri burada, biz onlarla da görüşüyoruz, Cuma günü bir araya geldik, onlarla bir hasbihal ettik, onların fikirlerini aldık, nasıl destek olacağımızı konuştuk. Tabi onlara barınak, ev destekleri sağlıyoruz. Onlar problem değil ama bundan sonrasında onlara psikolojik destek vermemiz;  moral ve motivasyonları ile ilgilenmemiz gerek. İşte yeni girişimcilik.

Tüm depremzedelerimiz tabi ilk planda bir yakınının yanına, daha güvenli bölgeye geldi. Ama sonuçta oralar onların vatanı, yurdu. Oraların sağlam zeminlerde doğru mimariyle yeniden inşa edilmesi gerekiyor. Bu inşayı da kendilerinin yapması gerekiyor.

Ve asıl olan o bölgede kültürel hayatın yeniden inşa edilmesi… Bizim Medeniyet ve Kültür Araştırmaları Merkezimiz var.  Bugün Merkezin Müdürü arkadaşım benimle önerilerini paylaştı. Oradaki değişimler ve dönüşümlerle ilgili kamu yönetimi bölümümüz katkı sağlayacak.

Dolayısıyla işin tüm boyutlarını düşünmemiz gerek. Sadece bir rapor hazırlamak değil, onları uygulayıcılara onu sunmamız ve bir kısmında belki bizim aksiyon alarak bizatihi öncülük etmemiz gerekiyor. Oraya gidip bir STK’yla, oradaki bir kamu kurumuyla iş birliği yapmamız lazım. Belki bundan sonrasına yapacağımız şey bu. Bizim de bu anlamda düşündüğümüz şeyler var.

İlk planda biz hemen oradaki belediyelerle, kamu kurumlarıyla yardım planları çalıştık. Mesela büyük bir jeneratörümüz vardı, ikinci gün hemen oraya ulaştırdık, mesela bir çadırı aydınlattı. Bunlar küçük şeylerdi. Bundan sonra oradaki belediyelerle ya da bir yerel STK’yla iş birliği yaparak o sosyal değişime, kültürel değişime kalıcı katkılar sağlamalıyız. O şehirlerde sanat üzerinden, müzik, mimari, zanaat üzerinden insanın o ruh dünyasını, manevi dünyasını dinginleştirecek, ona o acıyı, depremi, yakınlarını unutturacak uygulamalar yapmalıyız. Bence bu kısımlara da eğilmemiz lazım.

Şehri yeniden inşa ederken sadece mimarlara, mühendislere değil; sanatçılara, edebiyatçılara, yazarlara, gönül insanlarına da sorulmalı, onlardan da destek alınmalı. Ve bu şehir sadece okul, alışveriş merkezinden ibaret olmamalı. Yeni kurulacak bu şehirlerde mahalle kültürü, sokak kültürü olmalı. Sanatın tüm dallarının olduğu, musikinin icra edildiği, diğer sanat alanlarının icra edildiği bu tür kültürel yapıları da inşa etmeliyiz.

Tabi belediyeler orada aksiyon alacak, belediyeler yeniden imar faaliyetlerine girişecek. Bu yeni imarda lütfen ama lütfen bu daha insani, insana dokunan, insanların gelip ruhunu dinlendirdiği, gelip oturacağı bir kıraathane tarzı ya da ne bileyim bir sosyal mekânı da yapalım. Her yer, para geçen yerler olmasın. Şu an o bölgede para geçmiyor. Gidiyorsunuz herkes bir yardım düşüncesi içinde. Demek ki para geçmeden de yaşayabiliyoruz. Artık şu para hırsını da bir kenara bırakalım. Özellikle yerel yönetimlerin; insanların parasız gelip dinlenebileceği, acıları dindirebileceği, küçük ikramların küçük desteklerin olduğu mekânlar oluşturalım. Ben buna “şenlendirici politikalar” diyorum, şenlendirici politikalar oluşturulmalı. Bunun hem kamu tarafından, hem STK’lar tarafından oluşturulmalı.

STK’larımıza iş düşüyor, artık STK’larımız insana dokunmalı, vakıflar vakıf gibi olmalı, STK’lar gerçek anlamıyla gönüllü, gerçekten kamu yararına olmalı ve bedel beklemeksizin.

Bence asıl son sözüm bu olsun. Çok uzattım belki. Asıl çocuklar, gençler, bunlara dokunan şeyler yapılmalı. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın şöyle bir sözü var Mahur Beste adlı romanında. “Fakirsin, paran yok, çalışır kazanırsın. iflas ettin, şu oldu, iş kurarsın kazanırsın. Ama diyor insanı kaybettiğin an her şeyi kaybetmişsindir.” Mealen bunu söylüyor.

Bence biz insanı kaybetmemeliyiz. İnsanımız varsa şehrimiz var, devletimiz var, milletimiz var, ailemiz var. Böyle düşünmeliyiz. Her inançtan, her kültürden, her gelenekten insanı dışlamadan sosyal çoğulculuk oluşturmalıyız. Tüm renklerimizle, tüm inançlarımızla, tüm farklı renklerimizle biz biz olmalıyız.

Ve burada çocuklarımızı, gençlerimizi gözetmeliyiz. Gençlerimize kendini geliştireceği, daha iyi bir gelecek oluşturabileceği ortamlar sağlamalıyız. Çünkü bunların ruh dünyalarında bir tesiri olacak. Akademik bilgilendirmeyi yaparız, okullarda bunları öğretiriz, bunlar tamamlanır. İnsan sürekli öğrenen bir varlık, öğrenmenin yaşı yok, 100 yaşına da gelseniz bir şey öğrenirsiniz. İnsan çünkü merak varlığı. Rehabilite eden, ruh dünyasını, gönül dünyasını bu acılardan olabildiğince arındıracağımız mecraları-mekânları oluşturalım.

STK’larımız oluşmalı, bir araya gelmeliyiz. Belki bu anlamda depremzede kardeşlerimiz de STK oluşturmalı, böyle bir mekânlar oluşturmalı ve bunları yerel yönetimler desteklemeli, kamu desteklemeli. Üniversitelerimizde daha yoğun bir iş birliği sağlanmalı. Oradaki üniversitelerimiz de yeniden kendilerini toparlayıp bu katkıları sağlayacak. Biz üniversite olarak destek sağlayacağız.

Ben buradan daha güçlü çıkacağımızı düşünüyorum. İnşallah bu arınmayı ve inşayı, ihyayı, dirilişi doğru bir şekilde, bu ödev ve vazife ahlakı bilinciyle, birbirimize böyle fatura kesmeden, suçlama yapmadan sağlayabiliriz. Özeleştirilerimizi yapalım, ama her birimiz de kendimize düşeni yaparak… Ben buradan güçlenerek çıkacağız diye düşünüyorum, buna inanıyorum.

MEHMET SERHAT BIÇAK- İnşallah.

Hocam, çok çok teşekkür ediyorum bu yoğunluk arasında, bu telaş arasında bizimle birlikte oldunuz, fikirleriniz çok değerli.

İnşallah tekrar görüşmek ümidiyle.

PROF.DR. MUSA KAZIM ARICAN- İnşallah, ne zaman derseniz.

Tabi ki bu konuları daha konuşacağımız süreçler var, bu işin belki başındayız. O sizin bahsettiğiniz sosyal değişmeyi, gençlerin, çocukların, bu depreme maruz kalmış insanların kendilerini daha müreffeh hissedeceği bir ruh dünyasını, bir atmosferi, bir iklimi nasıl inşa edeceğimizi konuşuruz. Üniversitemizdeki ve Yazar Birliğindeki çalışmalarla biz de bunu sürdüreceğiz.  Size sorumlu basın görevi gördüğünüz için de şükranlarımı sunuyorum.

MEHMET SERHAT BIÇAK- Sağ olun.

PROF.DR. MUSA KAZIM ARICAN- Gerçekte bu işi salimen konuşacağımız bu tür mecraları oluşturmalıyız. Bu acıyı yaşamış, o bölgeyi de bizatihi tecrübe etmiş birisi olarak bence bazı programlarımızı bir kenara bırakmalıyız. Şu saatten sonra o bölge insanlarına acı veren gereksiz tartışmaların yapılmaması gerekiyor. Şu an oradaki ekranı açıyoruz, geri kapatıyoruz diyorlar. Acıyı, dramı yeniden lütfen yaşatmayalım. Onlara fikir verecek, onlara yol gösterecek, öneri sunacak yayınlar yapalım.

Ben buradan bir çağrı da yapıyorum: Yazılı, görsel basın hatta sosyal mecralar, lütfen bundan sonrasında yol gösterici, teşvik edici, öneri ve o insanları şenlendirici programlar yapın. Siz de bunu yaptınız, çok teşekkür ediyorum Kanal 5 kanalına.

MEHMET SERHAT BIÇAK- Biz çok teşekkür ediyoruz efendim.

Bir yayınımızın daha sonuna geldik, çok kıymetli bir konuğumuz vardı Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi Rektörü ve Türkiye Yazarlar Birliği Başkanı Profesör Doktor Musa Kazım Arıcan.

Bu haber toplam 755 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim