• İstanbul 19 °C
  • Ankara 26 °C

“Dil devrimi” günlerinde Türkiye!

D. Mehmet DOĞAN

Ekmeğiniz yok, diliniz de olmasın!

1930’lar…

1929’da patlak veren dünya iktisadî buhranı sonrası Türkiye…Ziraî ürünlerin fiyatları dibe vurmuş. (Şu sıralar petrol fiyatlarının sert düşüşünü hatırlayalım.) Çiftçiler ektiklerinin karşılığını alamıyorlar. Açlık, sefalet kol geziyor. Ekonomi Bakanlığı bir anket yapıyor, Orta Anadolu çiftçileri arasında. Anketten çıkan sonuç: Köylülerin bazıları diğerlerinden daha fazla buğday tüketiyor, yani çok ekmek yiyor.

Bunu bugün nasıl yorumlarsınız? “Fakirler çok ekmek yer, binaenaleyh zenginlerin zaten başka yiyecekleri var.”

Hiç de öyle değil, anketi yapanlar açıklıyor: Köyün varlıklıları daha fazla ekmek tüketiyor, fakirleri bulamadıkları için daha az ekmekle yetinmek zorunda kalıyor!

“Ekonomi Bakanlığı” (içeride İktisat Vekaleti) yayını Türk Çiftçisinin İstihsal ve Geçinme Vaziyeti kitabından okuyalım: “Orta Anadolu köylüsünün hububat istihlâki [tüketimi] umum gıda masraflarının yarısını teşkil etmektedir. Gıda masraflarının geçinme masrafları yekûnundaki [toplamındaki] hissesinin yüksekliği (bilhassa ziraat memleketlerinde) aşağı bir yaşayış seviyesine delalet ettiği gibi hububat istihlâkinin de umum gıda masraflarındaki hissesinin yüksekliği aynı veçhile [şekilde] geri bir geçinme vaziyetinin müşiridir [göstergesidir].”

Hububat, buğday arpa gibi taneli bitkiler, dipnotta bunun “ekmek” olarak anlaşılması gerektiği belirtiliyor. 1930’lar…Ekmek harcamaları bir tarafa, diğer masraflar bir tarafa…Resmî beyan: “Aşağı bir yaşayış seviyesi”.

Türkiye’nin ekonomik göstergeleri dibe vurmuş, mütareke yıllarına dönülmüş adeta. Vatandaş çok zor şartlar altında hayatını sürdürüyor. Tarım nasıl kalkındırılabilir? (Nüfusun yüzde 75’i köylerde yaşıyor). Bu hususta yapılan bir şey yok. Belki de yapılabilecek şeyler sınırlı.

İşte bu şartlarda binlerce yıllık dil ve müzik mirasımızla uğraşılıyor.

Bir taraftan Dil Kurultayları yapılıyor, öte yandan mûsıkimiz radyolarda yasaklanıyor, “Türkün fevkalade münkeşif (gelişmiş) ruh ve hissini tatmine kâfi gelmeyen basit mûsıki”nin defteri dürülüyor. Bu basit mûsıkinin düğünlerde bile icra edilmemesi tartışılıyor…

Keşke bu yazdıklarımız için “şaka, şaka” diyebilse idik…

*

Cumhuriyet’in 27 Eylül 1932 günkü nüshasından okuyalım:

 

“Birinci Dil Kurultayı Merasimle Açıldı

Kurultay’ın küşat merasimi

İçtimaa şeref veren Büyük Gazi’miz müzakereyi sonuna kadar takip ettiler.

Dolmabahçe sarayı dün tarihî bir gün yaşadı. Hayır, Dolmabahçe sarayı değil, bütün memleket tarihî bir gün yaşadı.

İlk Dil Kurultayı Dolmabahçe sarayının büyük salonunda toplandı, müzakerelerine başladı.

Bu salonda vaktile sırmalı ve sarıklı kul oğulları birikirler, mütereddi bir hanedanın tahtından uzanmış solgun perde saçaklarını öpmek için sıra bekleşirlerdi. Şimdi onların yerini âlimler, mütefekkirler, şairler, edipler, yüksek alınlarında millî hâkimiyetin mukaddes gururunu taşıyan en güzide memleket evlâtları almışlardır. Bu inkılâbı yaratan Büyük Adam, yirminci asrın en kıymetli çocuğu da aralarında bulunuyordu.

Vaktile bu binanın sahipleri, para ile alınan, korsan gemilerile kaçırılan yabancı kadınlar elinde büyümüş Osman oğulları bir çok şeyler gibi dilimizi de yabancı dillere feda etmişler, Türk dilinin yabancı diller hâkimiyetine girmesine göz yummuşlardı. İşte şimdi Gazi Mustafa Kemal ile onun etrafında toplanan âlimler, mütefekkirler, şairler, edipler, bu esir dili kurtarmak için toplanmış bulunuyorlardı.”

Haberin devamında, divan teşkili, nutuklar vs. var. Onları başka bir yazıda ele alacağız. Haberin sonunda da bir de “tercüme” haberi var:

“Türkçeye çevrilen şiirler”

Hangi dilden acaba? Önce kim çevirmişe bakalım: Celâl Sahir (Erozan). Fecr-i âtici, şair olarak bugüne gelecek bir tarafı yok. Zamanında “kadın şairi” denilirmiş. 1928’de milletvekilliği ile ödüllendirilmiş, ölenedek. Dil Kurumu’nun kurucuları arasına alınmış. Çevirdiklerine bakınca şairliği hakkında fikir sahibi olunabilir. Hangi dilden çevirmiş acaba? Çevirdiği şairler: Emin Bülent (Serdaroğlu) ve Ziya Paşa!

Hadi Ziya Paşa, Osmanlının şairi idi. Ya Emin Bülent? O zaman sağ, 1942’de ölmüş! Celâl Sahir, Emin Bülent’in zamanında çok meşhur olan “Kin” şiirini türkçeye çevirmiş! Ama bir kısmını. Neden tamamını değil? Şiirin bütününü okuyunca anlayacaksınız:

Göster semâ-yi mağribe yüksel de alnını,
Dök kalb-i saf-ı millete feyz-i beyanını!
Albayrağınla çık, yürü sağken zafer nüma,
Bir gün şehid olunca sen, olsun kefen sana!

Ey makber-i muazzam-ı ecdadı titreten,
Düşman sadası, sus, yine yükselme gölgeden!
Kâfir! Hilâl-i râyet-i İslâm’a hürmet et,
Toplar boğar hitabını dağlarda akıbet!

Dağlar lisana gelse de anlatsa hepsini,
Binlerce can dirilse de nakletse geçmişini!
Garbın cebin-i zâlimi affetmedim seni,
Türk’üm ve düşmanın sana kalsam da bir kişi!

Ben şûrezar-ı kalbimi kinimle süslerim,
Kalbimde bir silâh ile ferdayı beklerim.
Kabrinde müsterih uyu ey namdar atam!
Evlâdının bugünkü adı sâde intikam!

İşte ilk kıt’anın “türkçesi”:

Yüksel de günün battığı yere göster alnını

Budunun arık gönlüne özlü sözün dökülsün

Albayrağınla çık yürü sağken başar ğrneği (acaba örneği mi?)

O olsun er meydanında ölünce senin örtün.

İkinci kıt’ayı çevirmemiş Celâl Sahir. Neden?

“Kâfir! Hilâl-i râyet-i İslâm’a hürmet et”

Oldu mu ya? “İslâm bayrağının hilâline hürmet et, ey kâfir!” denir mi o sıralar? Birinci dörtlükte “şehid” es geçilmiş, ölünce denilmiş! Eh İslâm olmazsa, tabiî olarak şehid de olmaz!

Üçüncü kıt’a şöyle Türkçeye çevrilmiş:

Sıra dağlar dile gelse de anlatsa hepsini

Binlerce can dirilse de diyiverse geçmişi

Batının türesiz alnı bağışlamam seni

Türküm ve düşmanım sana kalsam da ben bir kişi

Celâl Sahir’in “türkçe” tercümesi mi güzel, şiirin aslı mı? Hiç şüphesiz, aslı hem şiir, hem türkçe!

 

Gelelim Ziya Paşa’ya; işte onun meşhur kıt’ası:

 

Yâ Rab ne eksilirdi deryâ-yı izzetinden
Peymâne-i vücûda zehr-âb dolmasaydı
Âzâde-ser kalırdım âsib-i derd ü gamdan
Ya dehre gelmeseydim ya aklım olmasaydı!

Hadi bakalım “türkçesi”ne!

Çalap ne eksilirdi onurunun denizinden

Varlığımın kabına ağusu dolmasaydı

Dert, kaygı tasasından şu başım kurtulurdu

Ya uçuna gelmesem ya usum olmasaydı

Kıt’anın altında ne yazıyor bakın: “Türkçeye çeviren Celâl Sâhir.”

Tercüme edildiği söylenen bu şiir ne kadar türkçe? Çalap, onur, ağu, uçun, us demekle türkçe oluyor mu? Nedir uçun? Ne o gün ne bugün hiçbir sözlükte böyle bir kelime yok!

Ey vatandaş, senin önce ekmeğin yok; şiir, mûsıki, türkçe neyine?

Senin dilini de biz yaparız, müziğini de!

Sentetik bir millet (ulus) yapmak için kültürel muhteva değişikliği şart. Din engelse din, dil engelse dil, müzik engelse müzik…değişecek!

Bu yazı toplam 203 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim