• İstanbul 20 °C
  • Ankara 26 °C

Ecdadın Aziz Mirası Güzel İstanbul…(2)

Mahmut ERDEMİR

İslâm Şairi; Mehmet Âkif Ersoy

1-083.jpg

Devletin yok saydığı birini gündemde tutmak, adını anmak, eserlerini yaymak, davasına sahip çıkmak, hakkında konuşmak, yazmak  elbette zor bir olay. Büyük cesaret ister. Bu zorluğa göğüs geren isim: D. Mehmet Doğan. Kurumsal olarak da Türkiye Yazarlar Birliği.

 

Türkiye Yazarlar Birliği yönetiminden arkadaşlarla, “Mehmet Âkif, Asım ve Gençlik Bilgi Şöleni” için İstanbul’a geldiğimizde Akif’in kabrini de ziyaret etmiştik.

TYB şeref Başkanı ve Mehmed Âkif Ersoy Araştırmaları Merkezi Başkanı D. Mehmet Doğan’ın da konuşmacı olduğu programı İstanbul Büyükşehir Belediyesinin desteği ile Sabahattin Zaim Üniversitesi'nde gerçekleştirdik.

 26 Aralık 2014 tarihinde başlayıp iki gün süren şölenin ilk günü üniversiteden akademisyenlerin yanı sıra öğrenciler salonu doldurdu. Program oldukça yoğun geçti.

İkinci gün, Mehmet Akif Ersoy’un Edirnekapı'daki kabrini ziyaret ediyoruz. Ersoy’un vefatının 78.yılı olması nedeniyle İstanbul’un yanı sıra çevre illerden gelen öğrenciler, öğretmenler ve vatandaşlar kabirde büyük bir kalabalık oluşturdu.

Tüm katılımcıların gür bir sesle okuduğu İstiklal Marşı’ndan sonra, Kur'an-ı Kerim okundu ve yine hep birlikte dua ettik.

Akif’ in ismi anıldığında hemen 'İstiklal Marşı' şairi olduğu akla gelir. Ancak o şairliğinin yanı sıra; veteriner hekim, öğretmen, vaiz, hafız, Kur'an mütercimi ve siyasetçi. Burada Akif’in sürgün hayatını, kış günü paltosuz gezmesine rağmen İstiklal Marşı için verilecek ödülü almayarak devlete bağışladığının ayrıntılarını anlatacak değilim.

Ama önce cenazesinde yaşanan olayları sonrada daha yakın tarihte yani bu 2020 de, onunla ilgili anma programında yaşanan bir başka olaydan söz edeceğim:

Önce vefat olayı...

Hayatının zor anları...

Akif maddi sıkıntılar çekiyor ve  hasta.

27 Aralık 1936 tarihinde İstanbul Beyoğlu’ndaki Mısır apartmanında vefat ediyor. Gazeteler ertesi günü vefat haberini veriyor.

Kimsesiz bir cenaze...

Akif’in cenaze namazı için herhangi bir resmi tören yapılmadığı gibi devlet adına katılım da olmuyor. Çok az kişinin eşlik ettiği cenaze aracının içinde üzerine örtü dahi konmamış bir tabut...

Vatan ve istiklal şairi Akif, bir yoksul, bir garip gibi defnedilecek...

Araç, Beyazıt Camii'ne geldiği zaman ilginç bir gelişme olur.

Akif’in cenazesinin bu camiye geleceğini öğrenen İstanbul Üniversitesi öğrencileri büyük bir kalabalık hâlinde aracı karşılar. Cenaze namazından sonra;  Türk bayrağına sardıkları tabutu Edirnekapı'ya kadar omuzlarında taşıyıp tekbirler eşliğinde defnederler.

Türk edebiyatının en büyük şairi Mehmet Akif’e bu yapılıyorsa diğer muhaliflerin durumunu siz düşünün artık... Kim bilir, kimlerin başına neler geldi.

Rahmetle anılmak… Ebediyet budur, amma,

Sessiz yaşadım, kim, beni nerden bilecektir?

Bu satırların yazarı milli şairimiz merhum Akif, vefatından sonra olacakları biliyormuş aslında.

Devletin yok saydığı birini gündemde tutmak, adını anmak, eserlerini yaymak, davasına sahip çıkmak, hakkında konuşmak, yazmak  elbette zor bir olay. Büyük cesaret ister.

Türkiye’nin son elli yılına baktığımız zaman bu zorluğa göğüs geren Akif’e ve düşüncelerine sahip çıkanların bir elin parmakları kadar az olduğunu görüyoruz.

İşte onlardan biri Türkiye Yazarlar Birliği’nin kurucu ve şeref Başkanı D. Mehmet Doğan. Kurumsal olarak da Türkiye Yazarlar Birliği.

TYB 1978 de kurulduğunda, kurucular ilk toplantılarında;  ne tür faaliyetleri gerçekleştirmeleri gerektiğine dair bir liste oluşturuyorlar.

İlk sırada şu cümle yer alıyor: “Her hâl ve şartta  Mehmet Akif Ersoy’u anılacak, kişiliği ve devlet adamlığı anlatılacak, eserlerine sahip çıkılacak”

Şimdiye kadar ne yapmış derseniz, yurt içinde ve yurt dışında düzenlenen sempozyumlar, bir kütüphaneyi dolduracak kadar basılan kitaplar, bilgi şölenleri, “Safahat” okumaları...yapılanları anlatmak için hacimli bir kitap yazmak gerekir.

 Ama şunu söyleye bilirim; TYB, şairimizin Ankara’da Millî Mücadele sırasında ikamet ettiği ve İstiklâl Marşını yazdığı Tacettin Dergâhı’nda, vefat tarihi olan  27 Aralık’ta anma programı düzenlemeye devam ediyor. Hem de bıkmadan, usanmadan aralıksız 42 yıldır...

Biliyorsunuz,  “12 Mart İstiklâl Marşı'nın kabulü ve Mehmet Âkif Ersoy'u anma günü” resmi olarak tüm yurtta kutlanıyor. Birlik ve D. Mehmet Doğan, işte bu kutlamanın resmileşmesi için de büyük çaba göstermiş.

2020 deki İstiklâl Marşı'nın kabulünün 99. yıl dönümü ve Mehmet Âkif Ersoy'u anmak için biz yine Tacettin Dergâhı’ndayız.

Bu kutlama diğerlerinden oldukça farklı oldu; yaz, kış, yağmur, çamur demeden 40 yıldır burada Akif’i konuşan, öğrencilere onun eserlerini anlatan D. Mehmet Doğan programa katılmayacağını duyurdu.

Nedeni ise; Ankara İl Milli Eğitim Müdürlüğünün hazırladığı protokol konuşmalarında Doğan’a konuşma hakkı verilmemesiydi.

İşte, bir zamanlar birileri Mehmet Akif’i ülke ülke dolaştırarak sürgüne gönderir, bugün de yine birileri çıkar ortaya bu işin gerçek sahibine; hakkında eserler yazmış, binlerce konuşma yapmış, adına araştırma merkezi kurmuş birine konuşma hakkı vermeyerek o’nu sustururlar.

Prof. Dr. Arıcan: D. Mehmet Doğan, Âkif gibi “sustu”

2-023.png

Aynı törende konuşan TYB Genel Başkanı Prof. Dr. Musa Kazım Arıcan, olayı şu ifadelerle özetledi:

 “12 Mart’ın milli bir etkinlik olarak kabul edilmesi; Şeref Başkanımız D. Mehmet Doğan ağabeyimizin öncülüğünde ki girişimlerle şimdiki Cumhurbaşkanımız, o zamanın Başbakanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın konuyu TBMM taşımasıyla 2007 de kabul edildi.

D. Mehmet Doğan ağabey 40 yıldır burada konuşuyordu, bugün gelemedi.

Hepinize selamları var, tabi etkinliğin bu şekilde düzenlenmesi, formatı nedeniyle artık bayrağı devrediyorum dedi. Aslında, 40 yıldır burada konuşuyordu. Mehmet Âkif gibi D. Mehmet Doğan ağabeyimizde artık “susmuş” oldu.”

Şunu da rahatlıkla söyleye bilirim; Bugün Milli şairimizin hayatı, eserleri ve düşünce dünyasını anlattığında dinlenecek, yazdığında okunacak ülkemizde  beş kişi varsa bunlardan biri  D. Mehmet Doğan’dır.

3-021.png

D. Mehmet Doğan bir imza gününde öğrenciler için Âkif kitaplarını imzalıyor

Özellikle gençlerin Akif’i tanımaları için “Genç Safahat” kitabını hazırlayan Doğan, yüzlerce makale yazmış, hemen hemen her şehrimizde yine yüzlerce konferanslar vermiş. Yazmaya konuşmaya da devam ediyor.

Törene, Ankara Valisi Vasip Şahin, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş, Altındağ Belediye Başkanı Asım Balcı, kamu kurumlarının yöneticileri ve çok sayıda öğrenci katıldı.

Genel Başkan Arıcan’ın tören ve D. Mehmet Doğan ile ilgili bu sözleri ise şu gerçeği bir kez daha teyit etti:

Devlet kurumları kuralcı memurların yönetiminde geleneksel bürokrasiyi bir türlü aşamıyor. Anlamsız ve zaman kaybına neden olan formalitelerin içinde debelenip duruyorlar.

 

Pierre Loti Tepesi

4-011.png

Alpaslan, Pierre Loti Tepesi’nden İstanbul’u anlatıyor...

İstanbul'da mutlaka gidilmesi gereken yerlerden biri, Eyüp’te bulunan Pierre Loti Tepesi.

Adını, Fransız yazar Pierre Loti’den almış.

Gerçek ismi Julien Viau olan yazar İstanbul’da yaşadığı dönemde fırsat buldukça buraya gelir “Türk Kahvesinde” zaman geçirirmiş.

İstanbul’u ve Türkleri seven yazarın anısına tepeye onun adı verilmiş.

Aradan geçen bunca zamana, değişen belediye yönetimlerine rağmen tepenin ismi şimdiye kadar neden değişmemiş…?

Osmanlı'nın İstanbullulara bıraktığı tarihi mekan, neden hâlâ yabancı bir isimle anılıyor işte onu bilmiyorum.

Tepeye ulaşmak için teleferiğe bineceğiz.

Bizimle birlikte beş de Koreli’nin olduğu teleferik yükseldikçe, Alpaslan, Haliç ve çevresini, daha uzak yerlerde görünen Galata Kulesini, yerleşim yerlerini anlatıyor bize.

Yerli yabancı birçok ziyaretçiyi ağırlayan tarihi tepede güzel bir park ve çay kahve içilecek mekânlar var. Bir çok yazar, şair, ressam  önemli eserlerini burada yazmışlar.

Bir sonraki gidilecek yerin planlamasını yaparken, seyir terasında, o harika manzarayı seyrederek çay içip dinlendik.

İstanbul’a gideceklere tepeyi görmelerini tavsiye ediyorum.

Yerebatan Sarnıcı

Sultanahmet’te öğle yemeği yiyoruz, dışarıda yağmur çiseliyor ama gittikçe şiddetini artırıyor.

Neden bilmiyorum, Ankara’ya göre; İstanbul’un hem rüzgarı çok sert esiyor hem de yağmuru şiddetli yağıyor.

Alpaslan gezilecek, görülecek yerlerin listesini hazırlamış. Yaptığı planda “Yerebatan Sarnıcı” da var.

Sultanahmet’te Yerebatan Caddesi üzerindeki  sarnıca merdivenlerden inerek giriyoruz. İçerisinin bazı yerleri tam aydınlık değil, loş bir görüntü var.

 

Zeminin kaygan olduğuna dair işaret ve uyarı levhaları var, bastığım yere daha da dikkat etmeye çalışırken, yosun kokusunu hissettim.

Yerebatan Sarnıcı’nı kim hangi amaçla yaptırmış?

Bizans döneminde imparatorların saray ve çevresinin su ihtiyacını karşılamak amacıyla 532 yılında Roma İmparatoru Justinianus tarafından yaptırılmış.

Sarnıç Osmanlı döneminde de bir süre kullanılmış. Bilgi amaçlı verilen broşürdeki yazılanlara göre; sarnıç 100 bin ton suyu depolaya biliyormuş.

Osmanlı daha sonra  şehirde kendi su depolama ve dağıtım sistemi kurmuş.

Öyle ya, şehirde suyun en fazla tüketildiği cami, mescit, medrese, zaviye, han ve hamam sayısı günden güne  çoğalıyor. Türk İslam medeniyetinde suyun, temizliğin ayrı bir önem var.

Sarnıç’ın içinde bazıları tek parça bazıları ise iki parçanın birleşmesiyle oluşmuş çok sayıda silindir şeklinde sütun var.

5-010.png

Suyun içinden yükselen  bu sütunlar hangi malzemelerden yapılmış, şimdiye kadar  eriyip dağılmadan bu günlere nasıl gelmiş, hayret edilecek bir durum.

Bu arada, hemen yakınımdaki sütunun uzunluğunu tahmin etmeye çalışırken, sütunun ters konulmuş heykel başının üstünde yükseldiğini gördüm.

İkinci heykel de yine direğin altında ama bu yan biçimde yerleştirilmiş...!

Roma döneminde yapılan bu heykellere “Medusa Başı” deniyor ve bunların Yunan mitolojisinde farklı hikayeleri varmış.

Ayasofya

Ayasofya; Kendini görmeden, içine girip gezmeden, uzaktan tanıdığım, hangi amaçla hizmet vermesinin daha yararlı olacağına dair görüşler öne sürdüğüm Sultanahmet’teki mimari şaheser.

Uzun yıllar; cami mi yoksa müze olarak mı kullanılması gerektiği tartışılan ve bu tartışmanın zaman zaman gündemi belirleyen Ayasofya’dan içeri girince ne yöne bakacağımı şaşırdım.

Ayasofya’nın ne zaman kimler tarafından inşa edildiğinden önce iç mekanla ilgili aldığım notları paylaşayım öncelikle. Bir yanda Hıristiyanların dini sembollerini oluşturan mozaikler diğer yanda her camide bulunan ama burada daha ihtişamlısı yapılmış yuvarlak hat levhalar ve zarif çini süslemeleri var.

Hz. İsa, Hz. Meryem ve Roma İmparatorluğu ailesine ait çok sayıdaki mozaik altın, gümüş ve renkli taşlardan yapılmış.

Tasvirlerde kullanılan özel boyaların bir kısmı silinmiş olsa da aradan geçen bunca zamana rağmen hâlâ canlılığını koruyor.

6-032.jpg

Ayasofya’yı Romalılar yapsa da Osmanlı Padişahları buraya büyük ilgi göstermişler;

Bakımsız kalmasına müsaade etmedikleri gibi cami olarak iç mekanı zenginleştirmişler.

 

Dilek taşı

Daha önce okuduğum dergi ve gazetelerdeki yazılarından hatırlıyorum; Ayasofya sırlarla doluymuş. Görmediğim, şahit olmadığım bir olay hakkında bir şey söyleyemeyeceğim. Ancak, “Hz. Meryem’in gözyaşlarıyla delinen sütun” olarak adlandırılan ağlayan direği gördüm.

Ziyaretçiler, Meryem Ana’nın üzüntülü zamanlarında gözlerinden akan yaşla delindiği rivayet edilen sütundaki deliği parmaklarıyla çeviriyor ve dilek de bulunuyorlar. Ben de denedim, bir de dilek tuttum, hayırlısı bakalım.

360 yılından İstanbul'un fethine kadar kilise olarak kullanılan yapı 1453 yılında camiye dönüştürülmüş. Çan ve Haç kaldırılmış, mozaiklerin üstü kapatılmış.

 Mihrap, minber, vaaz kürsüsü eklenmiş. Fâtih Sultan Mehmet fetihten sonra ilk cuma namazını da burada kılmış. Mimarlık tarihinin en muhteşem eserlerinden biri olan Ayasofya’yı her ne kadar Romalılar yapsa da Osmanlı Padişahları buraya büyük itina göstermişler; bakımsız, harap kalmasına müsaade etmedikleri gibi cami olarak iç mekanı zenginleştirmişler.

Ayasofya'yı Mimar Sinan ayakta tutmuş

7-005.png

Mesela; gerek büyüklüğü gerekse hat sanatının ustalığı ile hazırlanan levhalar hemen dikkat çekiyor. “Allah, Hz. Muhammed, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin” yazılı bu levhaların yanı sıra duvarlara çok sayıda İslami motifler eklenmiş.

Türk İslam dünyasının en önemli mimarı Mimar Sinan, Ayasofya’ya da katkı yapmış.

Ne mi yapmış?

Bizans döneminde tavan üç kere çökmüş, duvarları zarar görmüş. Mimar Sinan'ın binaya istinat duvarlarını eklemesinden itibaren bu zamana kadar hiç çökmediği gibi depremlerden de etkilenmemiş.

Kim bilir, bu eklenti ve istinat duvarları olmasaydı belki de Ayasofya bugünlere kadar ayakta kalmayı başaramazdı.

Minareler şehrin siluetine de anlam katıyor

Göklere doğru yükselen minare camiyi temsil eder.

Ayasofya cami olarak kullanılmaya başladıktan sonra iç mekan ve çevre düzenlemesi ile birlikte zamanla oldukça estetik dört tane minare yapılmış. Minareler çok uzaktan görüle bilen nitelikte ve şehrin siluetine de anlam katıyor.

Türbeler

Zaman darlığından Ayasofya’daki türbeleri ziyaret edemedik. Osmanlı Padişahları Ayasofya’yı bir külliye yaklaşımıyla düzenleyerek; Medrese, kütüphane ve Sıbyan Mektebi ile birlikte türbeler de inşa etmişler. Türbede bazı padişahların ve ailelilerinin sandukaları varmış.

Ayasofya hangi tarihte ne amaçla yapılmış

Ayasofya; Doğu Roma İmparatorluğu’nun İstanbul’da yapmış olduğu en büyük kilise. Daha önce aynı yerde, iki kez daha inşa edilmiş; İlki yanmış, ikincisi ise yağmalanmış, yakılıp, yıkılmış.

Şimdiki Ayasofya, İmparator Jüstinyen’in talimatıyla, beş yıl süren bir çalışmanın sonunda ; 537 yılında tamamlanmış. İmparatorların taç giyme törenleri burada yapılıyormuş.

Ayasofya, yaklaşık 1000 yıl kilise, 500 yıl cami olarak hizmet verdikten sonra 1935 yılında Mustafa Kemal Paşa’nın talimatıyla bu kez kapılar namaz için değil de müze ziyaretçileri için açılmaya başlamış.

Şimdiye kadar; Cami, kilise, müze olsun diyenler oldu. Bir de,  hem cami hem kilise olsun görüşünü ileri sürenler var. Yani üç yanlıştan bir doğruyu bulmamız gerek.

Bu konuda taraf olduğunu iddia eden ülkeler de var. İlk sırada Yunanistan, sonra Amerika Birleşik Devletleri, daha sonra Rusya...Bir de, Türkiye’de yaşayıp da cami olmasına muhalefet edenler var. Onları anlamak gerçekten zor. Diyorlar ki; “Ayasofya cami olacaksa, yurt dışındaki camiler de kilise olsun...”

Son 50 yıl da ne oldu?

Siyasi partilerin genel başkan ve temsilcilerinin seçim öncesi ve seçim sonrası Ayasofya yaklaşımları hep farklı oldu.

Neden bilmiyorum ama Türkiye’de şöyle bir gelenek oluştu:

Sağ partiler, hemen hemen her seçim öncesinde Ayasofya'nın tekrar cami olarak hizmet vereceğini vatandaşlara vaat ediyor ancak iktidara geldiklerinde bunu gerçekleştirmek için ciddi girişimlerde bulunmadılar. Topu sahada çevirip çevirip sonra taca attılar.

İstanbul'un fethinin 577. yıl dönümünde, 29 Mayıs 2020 tarihinde  Ayasofya'da Fetih Suresi'nin okunmasının ardından Ayasofya'nın cami olması tartışması hep gündemde kaldı.

AK Partililer, Ayasofya'nın yeniden ibadete açılmasını istediler. Bu kesin. Ama bunun hukuk kuralları içinde ve uluslar arası ilişkilere zarar vermeden gerçekleşmenin yollarını aradılar.

Aranılan yol nihayet bulundu: Buna göre;

 Sürekli Vakıflar Tarihi Eserlere ve Çevreye Hizmet Derneği’nin açmış olduğu dava sonunda; Danıştay 10. Dairesi "mülkiyet hakkı" üzerinden yaptığı değerlendirme sonunda, Ayasofya'nın camiden müzeye dönüştürülmesine dair 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararını iptal etti.

Bu kararın ardından milletimizin haklı beklentisi doğrultusunda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, eserin Diyanet İşleri Başkanlığı’na devrini içeren kararnameyi 10 Temmuz 2020 de imzaladı. Böylece, Ayasofya 86 yıl sonra yeniden ibadete açılmış oldu.

8-004.png

Minyatür Parkı

İstanbul’da görülmesi gereken yerlerden biri de, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin bir projesi olarak hizmete giren Minyatür Park.

Ülkemizde bulunan eserlerin yanı sıra yurt dışındaki Osmanlı bakiyesi tarihi mekanların minyatür hali aslına uygun yapılmış.

Selimiye Camii, Mevlana Türbesi, Boğaz Köprüsü, Ayasofya, Taksim Anıtı, Kız Kulesi, Adana Taşköprü başta olmak üzere tarihi binaların minyatürleri gezi parkının içinde sergileniyor.

Sütlüce’deki parka ziyaretçiler büyük ilgi gösteriyor.

Her eserin önünde fotoğraf çektirirken bazen ilginç anlar da yaşanıyor. Metrelerce yukarıdaki bir kalenin burcuna parmaklarıyla dokunan da var Kız Kulesinin yanına oturan da var.

Minyatür alanı   09.00 – 18.00 saatleri arasında açılıyor ve girişler tam ve öğrenci olarak ücretlendirilmiş.

Aziz Mahmud Hüdâyi Türbe ve Camisi

Manevi şahsiyetlerimizi ve tarihi mekanları ziyaret ettikçe ya da araştırdıkça ilginç bilgilere ulaşıyorsunuz.

Yıllarca ilim ve irşad hizmeti veren evliyalardan olan Aziz Mahmut Hüdai Hazretlerinin Şereflikoçhisar’da doğduğunu biliyor muydunuz?

Alpaslan’la yaptığımız ziyaret planımıza sadık kalarak şimdi de  Anadolu’da yetişen gönül insanı Aziz Mahmut Hüdâyi’nin Üsküdar’daki türbesine gidiyoruz.

Rehberimiz Alpaslan, ziyaret ettiğimiz bu yerlere daha önce gelmiş. Gelmediklerinin adresini bulmak onun için çok zor olmuyor. Cep telefonu ve teknolojiyi iyi kullanıyor.

Türbenin kitabesindeki bilgilere göre; Aziz Mahmut Hüdayi Camii, Kanuni Sultan Süleyman’ın torunu Ayşe Hümaşah Sultan tarafından 1595 yılında yaptırılmış.

Osmanlı döneminde padişahların ve ailelerinin büyük ilgi gösterdikleri camide farklı zamanlarda restorasyon yapılmış. Bugün de oldukça bakımlı.

 

Ya Aziz Mahmut Hüdâyi, dualarıma vesile ol

Türbede Aziz Mahmut Hüdâyi ile birlikte eşi ve çocuklarının da kabri var.

1541 de Şereflikoçhisar’da doğan, çocukluğu Sivrihisar'da geçen, tefsir, hadis, fıkıh alanında kendini çok iyi yetiştiren Aziz Mahmut Hüdâyi; Edirne, Mısır, Şam ve Bursa'da Kadılık yapmış, sohbet ve nasihatleri ile Müslümanlara yol göstermiş. 1628 de Üsküdar’da vefat etmiş.

Türbeye öğleden sonra gitmemize rağmen çok kalabalık; İstanbul’un içinden, çevre illerden hatta yurt dışından gelen ziyaretçiler burada Kur’an okuyor, dua ediyor, camide namaz kılıyor ve aile kabristanını ziyaret ediyorlar.

Önce camide  iki rekat namaz kıldım.

Sonra, kendim, ailem, dostlarım, vefat etmiş olan atalarım ve tüm Müslümanlar için  dua ettim. “ Ya Aziz Mahmut Hüdâyi, dualarıma vesile ol” dedim.

Bu tür uhrevi mekanlar için ne kadar çok zaman ayrılırsa o kadar manevi bir dünyaya yolculuk yapıyorsunuz. Bir de, ziyaret öncesi ansiklopedik de olsa bazı bilgileri öğrenmek gerekiyor. Yoksa, taş duvarlar; ulvi dünyaya set çekiyor. Gerçekleri göremiyorsunuz, hissedemiyorsunuz.

Türbeden ayrılmadan önce Aziz Mahmut Hüdâyi Hazretlerinin ziyaretçileri için söylediği ifade edilen duayı paylaşayım sizinle;

“Yâ Rabbî! Kıyâmete kadar bizim yolumuzda bulunanlar, bizi sevenler ve ömründe bir kere türbemize gelip ruhumuza Fâtiha okuyanlar bizimdir… Bize mensup olanlar, denizde boğulmasınlar; âhir ömürlerinde fakirlik görmesinler; îmanlarını kurtarmadıkça ölmesinler; öleceklerini bilsinler ve haber versinler ve de ölümleri denizde boğularak olmasın.”

Amin, Amin, Amin. İnşallah.

Mihrimah Sultan Camii

Osmanlının baş mimarı ve inşaat mühendisi Mimar Sinan’ın ortaya koyduğu eserlerindeki ustalık ve  mühendislik dehasının yanında, yapılarda çözülemeyen “sır” larından da söz edilir.

Mesela; Bir çok mimar ve tarihçi Selimiye Camisindeki gizem ve sırların aradan geçen bunca zamana rağmen çözülemediğini ifade ederler.

Mihrimah Sultan Camiini özellikle görmek istiyorum; Yıllar önce iki tarihçi televizyonda konuşurlarken bu camii ile ilgili çok ilginç değerlendirmelerde bulundular.

Burada da Sinan’ın efsanelerinin olduğunu belirttiler.

Anadolu yakasında, Üsküdar’da bulunan, Mimar Sinan’ın önemli eserlerinden biri olan Mihrimah Sultan Camiindeyiz şimdi de.

Yeni öğrendim; Bu isimde bir cami daha varmış.

Neden aynı isim, onu söyleyeceğim ama önce caminin yapılış amacını belirteyim.

Osmanlı döneminde padişahların eşleri ve kızları da hayır hasenat işlerine önem vermişler. Köprü, hamam, hastane, çeşme, çarşı, cami, külliye, türbe, hastane yaptırmışlar.

Çoğu hâlâ günümüzde de kullanılan bu eserlerin biri de, işte bu Mihrimah Sultan Camisi.

Mihrimah Sultan Kim?

Kanûnî Sultan Süleyman ve eşi Hürrem Sultan’ın kızları olan Mihrimah Sultan iyi eğitim almış, devletin işlerine ilgili,  hayır sever ve din işlerine de önem veren biriymiş.

17 yaşındayken, kendisinden oldukça yaşlı olan Vali  Rüstem Paşa ile evlendirilmiş.

Mihrimah Sultan İstanbul’un güzel bir yerinde külliye yaptırmak istediğini baş mimar Sinan’a söyler. Yer seçimini ve tasarımını da usta mimara bırakır.

Rıhtıma çok yakın olan caminin kitabesindeki bilgilere göre inşaat 1547 tamamlanmış. Külliyenin içinde camiden başka han, hamam, sıbyan mektebi de varmış ama genelde Mihrimah Sultan Cami olarak bilinmiş, şimdi de böyle anılıyor.

Geniş bir dış avlu içinde bulunan camiye, meydandan geçip merdivenle çıkılıyor ve ilk olarak mermerden yapılmış, köşeli şadırvanı görüyorsunuz. Şadırvanın hemen yanında da oldukça eski, büyük bir çınar ağacı var.

Rıhtıma yakın olduğu için mi yoksa Üsküdar’ın merkezinde olduğu için mi bilmiyorum gün içinde çok kalabalık.  Cuma ve bayram namazlarında cemaat camiye sığmadığından çoğu dışarıda namaz kılmak zorunda kalıyormuş.

Dikkatimi çekti; caminin dışı kadar içi de  çok sade. Çini ya da farklı süslemeler çok az. Ancak, ahşap olan yerlerde ince işçilik hemen fark ediliyor. Aradan geçen yıllarda zaman zaman bakım görmüş ama cami günümüzde orijinalliğini koruyor.

Aynı isimde bir de Edirnekapı’da cami varmış. Bunu da yine Mimar Sinan Mihrimah Sultan’ın talebiyle 14 yıl sonra yapmış.

Büyük Sır

Görmediğim, şahit olmadığım bir olaya “sır” diye bilir miyim? Ya da, ben şahit olmadım, görmediğim diye bir olay “sır” olamayacak mı?

Her iki cami ile ilgili bir çok kez duyduğum okuduğum hikaye şu:

Mihrimah Sultan’ın anlamı “Ay” ve “Güneş” anlamlarına geliyor. Bunu bilen ve her iki camiyi de inşa eden mimar Sinan, mimarideki başarısını fen bilimlerinde de göstermiş. Rivayete göre, Mihrimah Sultan’a olan sevdasını tescillemek ve geleceğe taşımak istemiş. Camileri yaparken öyle bir kurgu yapmış ki; 21 Mart'ta yani Mihrimah Sultan'ın doğum gününde, camilerin aynı anda görebileceği yüksek bir yere çıkıp bakıldığında görünen “sır” şuymuş:

Edirnekapı Camii’nin tek minaresinin arkasından güneş batarken Üsküdar’daki caminin minareleri arasından ay doğuyormuş.

Çok ince astronomik ve geometrik hesaplamalar gerektiren olay doğru mu? İki minare arasında aynı anda batan güneşi doğan ayı kim görmüş bilmiyorum.

Ama bildiğim bir şey varsa o da şudur: Yaşadığı dönem içinde Osmanlıya sayısız eser kazandıran mimar Sinan gerçek olup olmadığı belli olmayan bu tür magazinsel konulara malzeme olmamalıdır diye düşünüyorum.

Süleyman Hilmi Tunahan Efendi

Bir şehri tanımak için ne yapmak gerekir?

Evet, aynen; ya kaybolacaksınız ya da iyi bir rehbere ihtiyacınız olacak. İstanbul’da genelde zaman yetmiyor, vakit çabuk geçiyor; ne kaybolmaya ne de rehber bulmaya zamanımız yok.

Alpaslan’ın evi Ümraniye’de.  Anadolu yakasında, görmek istediğimiz yerlerden biri de  Karacaahmet Mezarlığı.

İstanbul’da çok sayıda padişah ve aileleri, devlet erkanı, siyasetçi,  din adamı, yazarlar başta olmak üzere önemli şahsiyet yaşamış ve vefat etmiş.

Karacaahmet, Eyüp ve Edirnekapı mezarlıklarının ziyaret edilmesi gereken yerler olarak hep söylenir.

Yağmur çiseliyor ama Alpaslan sağ olsun isteğimizi geri çevirmedi. Bir taksiye binip yola çıktık. İlk ziyaret edeceğimiz muhterem kişi   Süleyman Hilmi Tunahan Efendi.

Fark ettim; Şoför konuşmalarımıza kulak misafiri oluyor...

Dönüp ara sıra bize bakıyor.

“Konuşmalarınızı dinledim. Böylesine değerli bir din adamının olduğunu, kabrinin de burada olduğunu bilmiyordum. Ben de sizinle geleyim, bana da vesile oldunuz” dedi.

Mezarlığın girişinde demir kapıda inip yürümemiz gerekir, yağmur yağıyor, mezarlar iç içe, yollar karışık ama taksi şoförü de bizimle gelince işimiz kolaylaştı.

Süleyman Hilmi Tunahan Efendi’nin kabri; mermer üzerine konulmuş, sade bir kubbeden yapılmış.

Genç yaşlı çok sayıda ziyaretçi var, ihlas ve samimiyetle kimi Kur’an okuyor kimi de dua ediyor. Kabirden ayrılanlar ise saygı da kusur etmeyerek geri adımlar atarak uzaklaşıyorlar.

Biz de, selam verip yaklaştık kabre, okuduğumuz duaları  ruhu şeriflerine hediye eyledik...

Allah (c.c) kabul etsin. Süleyman Hilmi Tunahan; ömrünü İslâm’a hizmet etmeye adamış, çok zor şartlar altında binlerce Kur’an talebesi yetiştirmiş bu mücadelede sayısız soruşturma geçirmiş hatta hapis yatmış bir âlim.

Kur’an’a adanmış bir ömür

Bulgaristan’ın Silistre Kasabasında doğmuş, Tunahan soyadını sonradan almış.

Hafızlık eğitimi için İstanbul’a gelmiş ve farklı medreselerde tefsir-hadis dersleri almış. Yıllarca müderrislik yapmış, İstanbul’da farklı camilerde vaaz vermiş.

Memlekete, memleketin çocuklarına, İslâm’a hizmet eden biri rahat bırakılır mı? Bu ülkede; iyi, güzel, yararlı işleri yapanların işi zor...

Kimi aylarca yıllarca takip edilmiş, kimi mahkeme mahkeme dolaştırılmış kimi de hapishanelerde çile çektirilmiş. Bu hep böyle olmuş.

16 Eylül 1959 tarihinde İstanbul’da vefat eden Süleyman Hilmi Tunahan’ın ilim ve irşat yolunda verdiği mücadele karşılık bulmuş, bugün binlerce Kur’an talebesi o’nun yolundan yürüyor.

Boğaz'ın İncisi : Galatasaray Adası

İstanbul’da kalacağımız dört günü nasıl geçireceğimizi Alpaslan planlamış bile. Eyüp Sultan Camii, Pierre Loti Tepesi, Yerebatan Sarnıcı, Ayasofya, Aziz Mahmud Hüdâyi Türbesi, Minyatür, Mihrimah Sultan Camii, Karacaahmet Mezarlık ziyareti, az zamanda ne çok yer gezmişiz.

Akşam yemeği için  de Galatasaray Adası’nda yer ayırtmış.

Ada dediğime bakmayın boğazın tam ortasında küçük bir kara parçası. Kıyıdan çok uzakta değil; Kuruçeşme sahiline çok yakın bir mesafede.

Sahilde bekleyen tekneler adadaki lokantalara gidecek yolcuları alıyor, yemekten sonra da aynı şekilde tekrar sahile bırakıyor.

İşin doğrusu, İstanbul’da hayat pahalı.

Özellikle Anadolu şehirlerine göre fiyatlar oldukça yüksek. Biz de kaç gündür Alpaslan’ın misafiriyiz. Bazı şeylere dikkat ediyoruz; bazen daha uygun yerlere gitmeyi öneriyoruz.

10-15 dakikalık bir tekne yolculuğu ile adaya ayak bastık. Lokantada bizi ilk karşılayan görevliden garsonlara kadar herkes çok kibar ve güler yüzlü.  

Alpaslan önceden yerimizi ayırtmış; İçerisinde yüzme havuzunun bulunduğu,   lüks mekanları  görünce bunun özel bir yemek olacağını tahmin ettim. Et ve balık çeşitlerinden oluşan zengin ana yemek menüsü var. Adada, Japon yemeklerinin yanı sıra kebap yapan lokanta da varmış.

Bizim tercihimiz balık oldu.

Çupra’nın güzel bir tadı vardı. Hangi mezenin neden yapıldığı konusunda çok bilgimiz yok, sadece emin olduklarımızın tadına baktık.

Denizin ortasında, harika manzarada, güzel, keyifli bir akşam yemeği yedik. Çaylarımızı içerken Alpaslan, neden burada, pahalı bir mekanda yemek yediğimize de açıklık getirdi.

Maça geldiğim bir gün; buradan geçiyordum. Kendi kendime dedim ki; Allah kısmet edip işe başladığımda; onlar çok daha iyi yerlere layık ama imkânlar elverirse ailemi burada, bu adada ağırlayacağım...”

Haydi bakalım; bu ince düşünceyi planlayıp gerçekleştirene ne denir ki ? Denilecek tek bir şey var, o da Allah razı olsun. Değil mi?

Bu şehirde her bütçeye göre bir yaşam var ama bu kadar lüks araçlar, lokantalar, kıyafetler, deniz kenarında konaklar, özel yatlar... Demek ki  dünyanın hemen hemen her şehrinde olduğu gibi burada da zengin daha zengin, fakir daha fakir...

Büyükada: Tarih ve hüzün bir arada

2015 yılının Eylül ayındayız. Yaptığımız gezi planında; Önce Ankara’dan İstanbul’a gidip iki gün kalıp, daha sonra oradan Antalya’ya geçeceğiz.

Gezip görmek için İstanbul’a ne zaman gitmek gerek. Hangi mevsim de gidilirse, sıcak ve soğuktan etkilenmeden şehir gezilir. Yaklaşık üç yıldır burada yaşayan Alpaslan diyor ki; “İstanbul elbette her mevsim güzel ama en ideal aylar Mayıs, Haziran ya da Eylül...Havalar ne sıcak ne soğuk olur.”

Zamanı bilerek planlamış değiliz ama ne güzel bir tesadüf, Eylül ayının ilk haftasındayız. Bugün şehir gezisi için ayırdığımız zamanımızı şehrin kalabalığından ve yoğun trafiğinden uzak, deniz yolculuğu da yapabileceğimiz bir yerde değerlendirmek istiyoruz.

Şehir İstanbul olunca seçenek çok.  Önerileri dinleyip, Büyükada’ya gitmeye karar verdik.

Tatil mevsiminde, hem Anadolu hem de Avrupa yakasından düzenli olarak adalara vapur seferleri yapılıyormuş.

Vapur biletleri çok pahalı değil ve İstanbul’dan da fazla uzaklaşmadan  keyifli bir yolculuk umuduyla yola çıktık; Hava güzel, deniz hafif dalgalı, yolcuların attığı simitleri martılar havada kapıyor.

Yaklaşık bir saat vapur yolculuğu yapıyoruz; Kınalıada, Burgazada ve Heybeliada'ya uğradıktan sonra şimdi Büyükada Limanındayız.

Bugün Alpaslan yok, onun yerine Fatih var, adayı o gezdirecek bize.

Burayla ilgili önceden bir plan yapmadık, doğaçlama gezeceğiz; belli olan fayton yolculuğu, öğle yemeği, sahil kenarında kahve içmek ve adanın içinde dolaşmak.

Sahil boyunca sıralanmış çok sayıda lokanta, pastane ve çay ocağı var.

Oteller biraz daha içerde ara sokaklarda.

Önce, denize çok yakın bir pastanede çay içip dinleniyoruz. Yan lokantadan balık ve yemek kokuları geliyor. Gözleme ve ev yemekleri yapan çok sayıda lokanta dikkatimizi çekti.

Fayton Turu

Adanın içine motorlu taşıtların girmesi yasaklanmış, insanlar genelde fayton ve bisiklet kullanıyor, yakın mesafeler için ise yürüyorlar.

Dolayısıyla; hava kirliliği, bağırış çağırış, trafik yoğunluğu da yok.

Büyükada’yı baştan sonra yürüyerek gezme imkânımız elbette zor, genelde adaya gelenlerin yaptıklarını yapıp fayton turu yapacağız.

Alanda çok sayıda fayton var. Sırada bekleyen ilk faytona binip tura başlıyoruz.

Sürücü bir yandan atlara komutlar verirken bir yandan da adayı bize anlatıyor. Tarihi binaları, burada yaşamış ünlüleri, kilise ve camileri, kimlerin adada sürgün hayatı yaşadığını anlatmaya başladı. 

Doğrusu şaşırdım; At sürücüsü bir rehber gibi tüm bunları ezberlemiş, isimleri, tarihleri, olayları birbirine karıştırmıyor.

 

 

Muhaliflerin sürgün adası...

Ada, Bizans döneminde sürgün yeriymiş.

Taht kavgalarında galip gelenler muhalif devlet adamlarını, siyasetçileri, sanatçıları burada hapis hayatı yaşatmışlar.

Geçmişlerini geride bırakıp, yelkenliler ve sandallarla adaya gelen sürgünler arasında Rus siyasetçi, Kızıl Ordu'nun kurucusu olan Lev Troçki de var.

Genelde Rum balıkçı ve denizci ailelerin yaşadığı yıkık, bakımsız olan ada Osmanlılar döneminde mamur edilmiş.

Zamanla Türk ailelerin sayısı çoğalmış, bazı diplomatlar, iş adamları, yazarlar da burada yaşamış.

Türk edebiyatının önemli ismi Reşat Nuri Güntekin’in evinin yanından geçiyoruz. Yazarın önemli eserlerini yazdığı, şimdi de özel eşyalarının olduğu ev panjurları renkli ve bakımlı görünüyor.

Yaklaşık bir saatlik turda ilginç binalar gördük. Çoğu ahşap, bakımsız, terk edilmiş olan 2-3 katlı binalar bir kurumun mu yoksa şahıslara mı ait onu bilmiyorum.

Uzun yıllar burada yaşayanların anlattığına göre sahipleri yurt dışında yaşayan Rumlarmış.

İstanbul’a yakınlığı nedeniyle günü birlik gelenler var ama geçmişte olduğu gibi bugün de adada yaşayan çok sayıda iş adamı, yazar ve sanatçı varmış.

Aya Yorgi Tepesi

Adanın en yüksek tepesi olan Aya Yorgi Tepesi’ndeyiz şimdi de.

Temiz hava, mavi gökyüzü ve deniz, yer yer ormana dönüşmüş çam ağaçları, gürültüsüz bir ortam; gerçekten manzara çok güzel.

Önce bir süre yürüdük.

Bu arada bol bol fotoğraf çektik-çekildik sonra da banka oturup dinlendik.

Tarihi oldukça eski olan Aya Yorgi Kilisesi, adaya gelenlerin ziyaret ettikleri yerlerden biri. Özellikle Hıristiyanlar yılın belli günlerinde gelerek dua edip dileklerde bulunuyorlarmış.

Faytonla merkeze dönüyoruz.

Sahilde, yemek için birkaç lokantaya baktık. Hemen arka sokakta, hoş, küçük, balık ve ev yemekleri yapan bir lokantaya girdik. Yemekler lezzetli, fiyatları da uygun. Daha sonra bir çay içip hazırlanmaya başladık; gün çabuk bitti. Geldiğimiz güzergâhtan vapurla İstanbul’a döneceğiz.

Vakit akşam; hava serin, vapur yolculuğu akşamları daha bir keyifli. Gemilerin, sandalların, şehrin ışıkları renkli, pırıl pırıl.  Manzarası, doğası, havası güzel olan Büyükada’dan biraz yorgun dönüyoruz ama keyifli, güzel  bir gezi oldu.

 

 

Şefkat Yuvası: Darülaceze

9-005.png

1895 yılında Sultan II. Abdülhamid Han tarafından kurulan Darülaceze, din, dil, ırk, sınıf ve cinsiyet farkı gözetmeksizin bakıma muhtaç, yaşlı, engelli insanlara, sokağa terk edilmiş kimsesiz çocuklara hizmet veriyor.

Türkiye Yazarlar Birliği’nin 37'nci "Yılın Yazar, Fikir Adamı ve Sanatçıları Ödül töreni”, Sultanbeyli Belediyesinin desteğiyle Darülaceze Kültür Salonu'nda gerçekleştirildi.

23.04.2018 tarihindeki törene, TYB kurucu şeref Başkanı D. Mehmet Doğan, TYB Genel Başkanı Prof. Dr. Musa Kazım Arıcan, Sultanbeyli Belediye Başkanı Hüseyin Keskin ve Darülaceze Başkanı Hamza Cebeci, TYB genel merkez yöneticileri ve şube başkanları katıldı.

Programdan sonra Darülaceze Başkanı Hamza Cebeci’nin misafiri olduk. Cebeci, bizlere Darülaceze’yi anlattı.

Buranın ne zaman kurulduğu, neden kurulduğu ve kimlere hizmet için yıllardır ayakta durduğunu Başkan Cebeci şöyle anlattı:

1877 Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında İstanbul’a binlerce göçmen gelmiş; Evsiz, hasta, kimsesiz çocuklar sokakları, caddeleri doldurmuş.

Bu arada, az da olsa sokakları mesken tutmuş kimseler için de çözüm aranıyormuş zaten.

Tüm bu insanları bir çatı altında toplamak, onlarla ilgilenmek ve hatta bir meslek sahibi yapmak için zamanın Padişahı II. Abdülhamid Han, bir Darülaceze kurulmasını talimat veriyor.

Darülaceze’nin Okmeydanı’nda kurulmasına karar veriliyor.

Sultan Abdülhamid Han, Darülaceze’nin kuruluş masraflarını karşılamak üzere 7.000 altın lira kıymetindeki özel eşyasını hediye etmekle kalmamış, nakit olarak da bağışlarda bulunmuş.

1896 tarihinde tamamlanan ve günümüzde de hizmet veren binada kimler kalıyor?

Başkan Cebeci bu sorumuzu da şöyle cevaplandırdı:

Din, dil, ırk, sınıf ve cinsiyet farkı gözetmeksizin bakıma muhtaç, yaşlı, engelli insanlara, sokağa terk edilmiş kimsesiz yavrulara hizmet veriyoruz.”

Tüm bu özellikleri taşıyan herkesi kabul etmiyorlarmış…

Şartları şu:

İstanbul’da doğmuş veya en az 5 seneden beri devamlı ikamet etmekle birlikte çalışamayan, bakıma muhtaç kimsesiz fakir olanlar, geçinebilecek malı olsa bile, çalışamayacak durumda olanlar, bakacak kimsesi olmayan 18 yaşını doldurmuş engelli, güçsüz ve yaşlılar ve  0-3 yaş grubu kimsesiz çocuklar.

Bir Gün Herkes Yaşlanacak…

Başkana ilginç sorular soruldu.

Buraya, babasını, annesini genelde kimler bırakıyor?

Bunun nedeni; Aile bağlarının zayıflığı mı? Çocukların aile büyüklerini yük olarak görmesi mi?

Ya da tam tersi, aile bireyleri ile birlikte yaşayamayacağını anlayan yaşlılar mı burayı tercih ediyor? Modern yaşam ve geleneksellik aileyi nasıl etkiliyor?

“Bir Gün Herkes Yaşlanacak…” Başkan böyle başlıyor konuşmaya ve devam ediyor: “Günümüzde insanların yaşam şekilleri değişti. Geleneksel Türk aile yapısı genelde korunsa da aileler küçüldü. Ailesiyle güçlü bağı olan yaşlılar burada değiller.”

Darülaceze, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığına bağlı ve sakinlerin tüm ihtiyaçları devlet tarafından karşılanıyor olsa da hayır sevenlerin bağışları kabul ediliyormuş.

Bir ziyaretçi gelir umuduyla beklemek…

Daha önceki yıllarda, Ankara’da arkadaşlarla bir gönüllü grubu oluşturup; Yaşlılar, engelliler, kimsesiz çocuklar, şehit aileleri ve gaziler için sosyal sorumluluk projelerini gerçekleştirmiştik.

Yalnız ve yardıma muhtaç olarak yaşamak, kader mi, seçim mi, sınav mı?

Huzurevlerindeki yaşlıları ziyaretlerimizde de, kimsesiz çocukları huzurevine götürdüğümüz de de insanın içini sızlatan bir çok hayat hikayesi dinlemiştik.

Bir ziyaretçi gelir umuduyla yakınlarının yollarını bekleyenler bir yana, bekleyeceği bir yakını bile olmayanları görmüştük.

Bu konuda çocuklar ve gençlere yönelik farkındalık eğitimleri verilmeli diye düşünüyorum.

Darülaceze Başkanının odasından çıktıktan sonra bahçede dolaştım, banklarda oturan yaşlılarla, görevlilerle sohbet ettim. 

10-012.jpg

Hikmet Nazlı… Darülacezenin sakinlerinden;  Bahçedeki güvercinleri kendine alıştırmış, elinden yem yediriyor, kimi kollarına kimi başına konuyor. Biraz konuştuk, fotoğraf çekildik.

Doğrusu burada iki duyguyu bir arada yaşadım; Ülkemizin dört bir yanındaki tüm mağdur, mazlum ve ihtiyaç sahiplerine hiçbir ayrım gözetmeksizin devletin şefkat elini uzatmasına sevindim.

Üzüldüm çünkü; Yalnız doğduk yalnız öleceğiz bu kesin…

 Ama, yalnız ve yardıma muhtaç olarak yaşamak, kader mi, seçim mi, sınav mı işte onu bilmiyorum.

“Adım adım Anadolu” yazı dizisini İstanbul Darülaceze ziyareti ile bitiriyorum. İlerde, kısmet olur da yolumuz başka illere düşerse yine aldığımız notlardan şehri tanıtmaya devam ederiz inşallah.

11-005.jpg12-006.jpg

Fotoğraflar: Cafer Erdemir

https://www.anadolugazete.com.tr/ecdadin-aziz-mirasi-guzel-istanbul2-4849yy.htm

 

Bu yazı toplam 706 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim