• İstanbul 16 °C
  • Ankara 13 °C
  • İzmir 15 °C
  • Konya 8 °C
  • Sakarya 14 °C
  • Şanlıurfa 16 °C
  • Trabzon 16 °C
  • Gaziantep 11 °C
  • Bolu 9 °C
  • Bursa 15 °C

Eskiden tasavvufun etkilemediği alan yoktu

Eskiden tasavvufun etkilemediği alan yoktu
Prof. Dr. Mustafa Kara Hoca, yaptığı konuşmada tasavvufun hayatımızı ne derece etkilediğini geçmiş tecrübelerle birlikte anlattı. Prof. Dr. Mustafa Kara Hocamızı ilk olarak on yıl önce Sivas’ta dinlemiştim.

Medeniyetin üç sacayağı vardır

Mustafa Kara Hoca’nın konuşmasında yaptığı vurgulara dikkat ettiğimizde, meselelere ilmî bir şekilde nasıl yaklaşılır, bunu da görmüş oluyoruz. İlim ehlinin meseleleri izah ederken en fazla yaptıkları şeylerden birisi de tasniftir. Mustafa Kara Hoca da konuşmasına bir tasnif ile başladı. Medeniyetlerin üç tane sacayağı olduğunu, bunlardan birinin ilim ve irfan, diğerinin fikir ve felsefe, üçüncüsünün de güzel sanatlar olduğunu söyledi. Bunların medeniyetlerin vazgeçilmezleri olduğunu ifade etti.

Bunların içerisinden tasavvufun irfan damarına tekabül ettiğini söyleyen Mustafa Kara Hoca, tasavvuf kültüründen bahsetmek için şu üç konuya eğilmek gerektiğini söyledi. Bir; bu ilmin kurucuları hakkında bilgi sahibi olmak… İki; bu ilimle ilgili eserleri tanımak... Üç; bu ilimle ilgili kurumları tanımak... Buna göre tasavvuf kültürü hakkında konuşan bir kişi, tasavvufî şahsiyetleri, temel eserleri ve tekkeleri tanımak durumundadır.Mustafa Kara

İstanbul’un en parlak tarikatı

Mustafa Kara Hoca, bu girişten sonra bizi önce XV. Yüzyıla, oradan da daha öncesine doğru bir gezintiye çıkardı. İlk olarak XV. yüzyılın meşhur tarihçisi Âşık Paşazade’den bahsetti. Onun yazmış olduğu tarih kitabının küçük ve tek ciltlik bir kitap olmasına rağmen önemli bir kitap olduğunu, çünkü o yüzyıldan kalan pek fazla tarih kitabımızın olmadığını söyledi.

On beşinci yüzyılın bu önemli şahsiyetinin tasavvufî yönü ve irtibatları ile ilgili olarak şu bilgileri verdi: “Âşık Paşazade, Sühreverdiye’nin bir kolu olan Zeyniyye tarikatına mensup bir tarihçidir. Bursa’da bulunan Abdullatif-i Kutsi’nin mürididir. Şeyh Vefa da onun diğer bir mürididir. Şeyh Vefa, XV. yüzyılın yıldız şahsiyetlerindendir. Bu yüzyılın sanatkârları, aydınları, hep Şeyh Vefa’nın tekkesindedir. Bana sorarsanız Zeyniye tarikatı XV. yüzyıl İstanbul’un en parlak tarikatıdır. Bu tarikat sonradan sönmüştür. Zira tarih içerisinde bazı tarikatlar zamanla parlar, bazıları da söner.”

Dört çeşit derviş vardı

Mustafa Kara Hoca’nın Âşık Paşazade’den bahsetme sebebi şunun içindi: Âşık Paşazade Osmanlı’nın ilk yüzyıllarında Anadolu’da bulunan veya seyahat eden derviş gruplarını tasnif etmiştir ve bu tasnif ilim ehlince beş yüz seneden beri kullanılmaktadır. Mustafa Kara Hoca, Âşık Paşazade’nin zikrettiği birinci grubun Gaziyan-ı Rum (Anadolu gazileri) olduğunu, o dönemde gaziliğin çok önemli olduğunu, Osmanlı’nın ilk padişahlarının da gazi diye anıldığını söyledi. İkinci grubun Abdalan-ı Rum (Anadolu abdalları) olduğunu, bunların abdal geleneği dediğimiz bir gelenekten geldiğini söyledi. Üçüncü grubun Baciyan-ı Rum (Anadolu bacıları) olduğunu, bunlar hakkında pek fazla bir bilgi olmamakla birlikte organize bir kadın teşkilatı gibi gözüktüklerini söyledi. Dördüncü grubun Ahiyan-ı Rum (Anadolu ahileri) olduğunu, bunların esnaftan olduğunu söyledi.

Toplumda tasavvufî neşve vardı

Âşık Paşazade’nin bize ulaştırdığı bu bilgilere göre Mustafa Kara Hoca, o dönemdeki toplumda bir tasavvufî anlayış, bir tasavvufî neşve ve bir tasavvufî zevk olduğunu ve bu anlayışın, bu yorumun Osmanlı devletinin temelinde de bulunduğunu söyledi. Genel olarak Osmanlı yöneticilerinin tasavvufa sıcak baktığını ancak bunun sıfır problem anlamına gelmediğini ilave etti.

Osmanlı devletinin dine ve tasavvufa bakışını anlamamızda Şeyh Edebali ve Osman Gaziörneğinin bize bir şeyler ifade ettiğini söyleyen Mustafa Kara Hoca, bu konuda kilit bir isim olanDavud-u Kayserî’den de bahsetti. Orhan Gazi’nin ilk kurduğu medresenin İznik’te olduğunu ve bu medresenin başına Davud-u Kayserî’yi (v.1350) getirdiğini söyleyen Hoca, Davud-u Kayserî’nin medrese ilimlerinde ve tasavvuf ilimlerinde öncü bir şahsiyet olduğunu, bu ikisini bir arada götürmenin herkesin harcı olmadığını ifade etti. Bu şahsiyeti tanıdığımız takdirde Osmanlı’nın ve Osmanlı yöneticilerinin bu meseleye bakışını da anlayacağımızı söyledi.

Mustafa KaraŞeyh Bedreddin hakkında üç görüş var

Osmanlıların genel olarak tasavvufa sıcak bakmakla beraber sufileri hesaba çektikleri ve onları cezalandırdıkları dönemlerin de olduğunu söyleyen Mustafa Kara Hoca, bu konuda şunları söyledi: “MeselaŞeyh Bedrettin bunun örneğidir. Şeyh Bedreddin hakkında Osmanlı sufilerine bir anket yapsak, onların bir kısmı onun dört başı mamur bir mürşid-i kâmil olduğunu söylerler. Bir grup da ‘hayır, asi idi, cezasını buldu’ derler. Üçüncü grup da ‘Allah bilir’ der. Onun kitaplarını şerh eden Nakşibendi şeyhleri var. Abdullah-ı İlahi bunların başında geliyor.”

Osmanlı tarihinde medrese ve tekke kavgalarının da vuku bulduğunu ifade eden Mustafa Kara Hoca, XVII. yüzyılın adamı olan Katib Çelebi’nin “Nizamü’l Halk” diye bir kitabı olduğunu, orada tekke-medrese kavgalarının anlatıldığını söyledi. Neticede tekkenin de, medresenin de aynı kültürün kurumları olduğunu söyleyen hoca, medrese ile tekkenin farklı neşveleri terennüm ettiğini ifade etti.

Tasavvufla iktisat iç içeydi

Osmanlı toplumunda tasavvufla iktisadın iç içe olduğunu söyleyen Mustafa Kara Hoca sözlerine şöyle devam etti: “Tasavvuf aleyhinde ninnilerle büyüyen bir nesil olduğumuz için tasavvuf ve iktisat deyince aklımıza ‘Bir lokma bir hırka’ sözü gelir. Bu söz kötülemek için kullanılır. İstihza ve alay ile kullanılır. Bir lokma aslında şunu söylüyor: Ne kadar lazımsa o kadar kullan.”

O dönemlerde tasavvufun iktisadî hayatın merkezinde olduğunu ifade eden Mustafa Kara Hoca, bu konuyu fütüvvet teşkilatı üzerinden anlattı. Bu teşkilatla ilgili şu bilgileri verdi: “Fütüvvet teşkilatı tasavvufî bir teşkilattır. O günkü iş hayatı onlardan soruluyordu. Fütüvvet teşkilatını bugünkü kapitalist kafamızla anlamayabiliriz. Bütün bu işçi, işveren, esnaf, o zaman hepsi bir arada bu teşkilatın bünyesindeydi. Bu teşkilatın yönergeleri vardı. Bu yönergelerin adı fütüvvetname idi. İktisadî hayatın anayasasıydı bunlar. Bir fütüvvetnameyi açıp okuduğunuzda, bu teşkilata mensup bir kimse sabah nasıl kalkar, hasta ziyaretine nasıl gider, namazını nerede kılar, taziyeye nasıl gider, orada hangi konulara dikkat eder; bu konulardan bahsedildiğini görürsünüz. Bütün sosyal ve insani ilişkiler anlatılır. Bir fütüvvetnameyi okuduğunuzda tasavvufî bir kitabı okuduğunuzu zannedersiniz. Anlatılan tasavvufî ahlak ve tasavvufî ilişkilerdir.”

Orduyla da tasavvuf iç içeydi

Bu örnek ile tasavvufî hayat ve iktisadî hayatın iç içe geçmiş olduğunu izah eden Hoca, Osmanlı toplumunda ordu ile Bektaşi tarikatı arasında da müthiş bir bağ oluştuğunu söyledi. 1826’ya kadar ordu ile tarikatın da iç içe geçtiğini söyleyen Hoca, bu tarihte ordunun lağvedildiğini söyledi.te

Çoğunluk tekkelerin ıslahından yanaydı

Mustafa Kara Hoca, tekkelerin kapatılma süreci ile ilgili olarak da şunları söyledi:  “1919’dan önceki dergileri taradığımıza orada tekkelerin durumuna dair bazı tespitler var. Bazı tarikat mensupları da tekkelerin çöküşünden bahsediyor. Sufiler tekkelerde problem olduğunu kabul ediyor ve ‘Gelin bunu düzeltelim’ diyorlar. Nasıl düzelteceğine dair çeşitli fikirler öneriyorlar. Sufiler; ‘Önemli olan şeyhtir, tekkelerin çöküşü şeyhlerin çöküşü ile ilgilidir’ diyorlar. Şeyhlerin yetiştirilmesi için medresetü’l meşayıh adında bir okul kurulması gerektiğini söylüyorlar.”

Bu bozulmayı kabullenmekle birlikte 1925’e gelindiğinde sufilerin büyük çoğunluğunun asla tekkelerin kapatılmasından yana olmadıklarını söyleyen Mustafa Kara Hoca, “Tekkeler zaten kendilerini kapattı” görüşünün azınlık tarafından dile getirildiğini ifade etti. Yani büyük çoğunluğun ıslahtan yana olduğunu, ilgadan yana olmadığını söyledi.

Tekkelerin düzelmesi için tenkit yapmanın ayrı bir şey, “tekkeler kapatılsın” demenin ayrı bir şey olduğunu ifade eden Mustafa Kara Hoca, 1910’lu yıllarda tekkeleri tenkit eden yazılar yazan Bursa Mısri dergâhı şeyhi Şemseddin Efendi’nin 1925’ten sonraki yazdığı şiirlerde tekkelerin kapatılmasından duyduğu derin hüznü ifade ettiğini söyledi.

Tekkelerde bir takım bozulmalar olmakla birlikte “Tamamen bozuldu” demenin de yanlış olduğunu söyleyen Mustafa Kara Hoca şunları söyledi: “İstanbul’da 200 civarında şeyh vardı. Bunların hepsi de boş değil ki… Hadi 200 tekkedeki iki yüz şeyhin ellisi layık değil; ama kalanı yıllardır o tekkenin başında bulunan mürşid-i kâmillerdi. Bunlar İstanbul’un en kültürlü insanlarıydı. Bir gecede etkisiz bir konuma düşürüldüler.”

Aydın Başar

www.dunyabizim.com

Bu haber toplam 1166 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
  • İkinci Kez Yolu Açık Olsun Yavuz Bülent Bakiler’in02 Ekim 2025 Perşembe 11:06
  • Yavuz Bülent Bakiler, son yolculuğuna uğurlandı30 Eylül 2025 Salı 08:37
  • Güz Sonatı29 Eylül 2025 Pazartesi 13:14
  • Fatma Gülşen Koçak Hz Hatice’yi Anlattı23 Eylül 2025 Salı 11:20
  • Bursa: Şiir Şehir17 Eylül 2025 Çarşamba 12:09
  • Selim Cerrah Cihannüma Genel Başkanı oldu16 Eylül 2025 Salı 13:43
  • Genç Birikim dergisinin Eylül 2025 (279'uncu) sayısı çıktı.15 Eylül 2025 Pazartesi 11:47
  • Kaybettiğimiz Meçhul; Kendimiz11 Eylül 2025 Perşembe 14:21
  • Yaşayan Dil-Yaşatan Dil11 Eylül 2025 Perşembe 12:08
  • Modern Dünya İnsanın Hikayesi: Yokuşa Akan Sular10 Eylül 2025 Çarşamba 13:39
  • Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
    Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim