• İstanbul 17 °C
  • Ankara 26 °C

Hatçe Ana

Önder SAATÇİ

Büyük bir romana küçük bir nazîre…

Hatçe Ana köylülerini pek sever, onlardan duasını bir gün olsun eksik etmezdi. Onlar da Hatçe Ana’yı el üstünde tutarlardı. Bir kere, köyde herkes ona “ana” derdi. Tarlaların bereketi, yağmurların bolluğu, pınarların gürül gürül akması dört şehitli Hatçe Ana’nın köylerinde olmasına verilirdi. O yüzden Hatçe Ana’nın hangi işi olsa hiç yerinde kalmaz, bir dediği iki edilmezdi. Köyün imamı Ömer Hoca her kandilde dua ederken onu da anar, Allah’tan Hatçe Ana’nın ömrüne bereket diler, başlarından eksik olmaması için rabbine dua eder, cemaat de kendi canlarından çok sevdikleri anaları için yüreklerden kopan bir sel gibi “âmin” derdi. Zaten, Hatçe Ana’nın kızı Nadiye’yi de Ömer Hoca’nın oğlu Hilmi’ye lâyık görmüşler, epeyce zaman evvel başgöz etmişlerdi. Köylüler bayramlarda da Hatçe Analarını yalnız bırakmazlar, bayram namazından çıkınca hiç kimse dağılmaz, topluca ona gidilir, ilk onunla bayramlaşılırdı. Hem Hatçe Ana’ya eli boş da gitmezler, çam sakızı çoban armağanı diyerek herkes bir şeyler götürür, Ana’nın gönlü alınırdı. Ömer Hoca da kapıda şehitlere Kur’ân okur, dua ederdi. Sonra, Hatçe Ana’yı sade köylüleri tanımazdı. Çevre köylerden askere giden gençler davullarla zurnalarla, evlenecek kızlar da analarıyla, konu komşuyla ziyaretine gelirler; ondan helâllik ve dua alırlardı.  

                                   ***                             ***                             ***

Üç gündür aynı rüyâyı görüyordu Hatçe Ana. Yıllar yıllar evvel sessiz sedasız yola saldığı kocası, “Gel; hasretin yetti artık, gel.” diyordu her seferinde. Zamanı gelmişti zaten. Bir ayağı çukurdaydı ne de olsa. Ha bugün ha yarın elbet kavuşacaktı erine, şehitlerine. Hem belki, yıllardır yüreğini yakan kordan da kurtulmanın zamanı gelmişti. Öyle ya, ömrünün baharında başsız kaldığına mı yansındı, yoksa gözünden sakınıp büyüttüğü iki fidanı Cihat’la Zafer’in Sarıkamış’tan dönmeyişine mi… En sonunda elinde kalan en küçük oğluna ümit bağlamış; onun varlığıyla avunurum, demişti; ama o da babası gibi Çanakkale’den dönmemişti. Mevlâm sabrıcemil vermişse de bugünlere zar zor gelmişti. Kolay mıydı bu koskoca dünyada kızıyla sahipsiz başsız kalmak. Yıllarca tek başına tarlaları sürmek, ekinleri erkek kuvveti olmadan biçmek, harmanı kaldırmak, kasaba pazarlarında mendil üstüne attığı üç beş okkalık sebzeyi, eriği, bir iki teneke buğdayı, bulguru satıp da kızını yedirip giydirmek, evin yağını, gazını tedarik etmek… Ama her yolun bir sonu vardı. Bak işte, dünya gözüyle doyamadığı erine bugün yarın kavuşacaktı…

                                            ***        ***      ***

Tarlaları iyiden iyiye sarartan güneş ortalığı birkaç gündür kasıp kavuruyordu. Köylünün de yardımıyla harman kaldırılmış, buğday ambara konmuş, artık kışlıkların hazırlanmasına sıra gelmişti. Hatçe Ana biberlerini, fasulyelerini çizmiş; tarhanasını sermiş; peynirini, turşusunu çoktan tutmuştu. Bir odadan diğerine girip çıkıyor, ortalığı temizliyor, evi toparlıyordu. Bir ara çeyiz sandığında duran tülbentleri mendilleri geldi aklına onları da çıkarıp bir güzel havalandırmalı, güneşe sermeli güveden sakınmalıydı. Sandığın kapağını açtı, biraz karıştırdıktan sonra aradıklarını buldu. Sandığın bir köşesinde de bir zamanlar ona karalar bağlatan sarı zarfı gördü. Zarf ona ilk geldiğinde hemen Ömer Hoca’ya koşmuş; aceb ne ola, demeye kalmadan Ömer Hoca ona kara haberi vermişti. Sonra birden aklına üç gündür gördüğü rüyâlar geldi. Yoksa bu sarı zarf onu erine mi götürecekti. Zarfı bir daha Ömer Hoca’ya götürdü, Dünürü eski yazıyla yazılmış birkaç cümlelik mektubu bir çırpıda okudu:     “21. Kolordu saha-yı askerisinde kâin, 52. Tümen’e merbut 15. liva, 8. tabur neferlerinden Onbaşı Şemsettin oğlu Oğuz ve aynı kolordunun 48. tümeni dahilindeki 18. Liva, 6. taburundan er Oğuz oğlu Gazi, 16 Temmuz 1330 tarihinde, cephede aldıkları ağır yaralar neticesinde İstanbul’daki hastahâne-i askeriyyeye nakledildikleri esnâda, kan kaybından nâşi irtihâl-i dar-ı beka eyleyerek mertebelerine ulaşmışlardır. Cenazeleri İstanbul Edirnekapı Şehitliği’nde medfundur. Mevlâ-yı zü’l-celâl, vatanın ve ümmetimizin selâmeti için canlarını siper eden şehidleri ind-i ilâhisînde ahsen-i kabul ile şereflendirip onları cümle ümmet-i Muhammed’e şefaatçi kılsın.” Mektubu can kulağıyla dinleyen Hatçe Ana, “ Gördün mü Ömer Hoca; bak, erim beni nereye çağırırmış, bildim. Ne yazıyordu, bir daha oku da iyice anlayalım hangi kabristandalarmış şehitlerim?” Ömer Hoca “Edirnekapı Şehitliği” yazısını bir daha okuyunca, Hatice Ana, “Tamam, işte oraya gidecem ben, erim kaç gündür rüyâma girer; gel, gel deyip durur.” dedi. Ömer Hoca, dünürünün heyecanını alttan alarak “Aman dünür, nereye gidecen? Sen İstanbul’u bilir min? Hem bizim buralar nere, İstanbul nere. Sora bu yaşında diyâr-ı gurbette ölün kalın; etme eyleme!” dediyse de Hatçe Ana artık gideceği yolu, varacağı menzili bellemişti. Hemen eve koştu. Yastık altında mendile sarılı duran paralarını çıkarıp saydı; ama yetmezdi. O paralarla bir bilet alsa bile oralarda ne yer ne içerdi. Ama erine de kavuşmalıydı. Çağırana kulak vermek gerekliydi. Hem eri çağırır da kadın kısmı nasıl gitmezdi. Bir yolunu bulup tedarikini yapıp tez zamanda yola koyulmalıydı. Aklına ahırdaki öküz geldi. Onu satıp parasıyla İstanbul’a yollanmalıydı. Eline değneğini aldı, aşağıya indi, doğruca Muhtar Hasan’a gidip “Köylülere haber ver, öküz almak isteyen varsa benimki satılık.” dedi. Muhtar Hasan, Hatçe Ana’yı birdenbire karşısında gördüğünde zaten şaşırmıştı, bir de bu öküz meselesini duyunca iyice aklı çıktı.

  • Hayırdır, Hatçe Ana, öküzü satmak da nerden çıktı. Yakında, tarlalar sürülecek, şimdi bu zamanda hayvan mı satılır,

 diyerek onu yatıştırmaya çalıştı. Ama Hatçe Ana hiç oralı olmadı.

  • Ben bu öküzü satıp İstanbul’a gidecem, evlâdım. Şehitlerim, kupkuru kabristanlarda beni bekler kaç zamandır. 

Muhtar Hasan biraz daha konuştuysa da bu işin zorluklarını anlatmaya çalıştıysa da bir yerden sonra Hatçe Ana’yı ikna edemeyeceğini anladı. Çaresiz, köylülere haber vereceğini söyleyerek Hatçe Ana’yı uğurladı. Ama içi hiç rahat etmedi.

Ertesi günü, kasabanın pazarıydı. Hatçe Ana sabah erkenden ahıra indi, öküzü çıkardı, kasabaya doğru yol almaya başladı. Pazarda elbet bir alıcı çıkar, diyerek Allah’a tevekkel yola koyuldu. Kasaba pazarında öğlene kadar öküzün başında bekledi. Gelen geçen öküze bakıyor, ama pek de alıcı olmuyordu. Kendi köylüleri de Hatçe Ana’ya rast geliyor, bir taraftan hâl hatır soruyor bir taraftan da bu İstanbul işinin nereden çıktığını kendinden sual ediyorlardı. O da köylülerine dili döndüğünce anlatıyordu. Hatçe Ana o gün öküzü satamadı. Ertesi haftaki pazarda da öküze alıcı çıkmadı. Halbuki çift sürme zamanı yakındı. Elbet bir alıcı çıkmalıydı…

***                             ***                             ***

Günlerdir köy kahvesinde konuşulan tek mesele Hatçe Ana’nın öküzü ve yüreğinde birdenbire peydâ olan İstanbul sevdasıydı. Kimi Hatçe Ana’nın seksenini aştığından dem vuruyor, “Yollarda kalır, maazallah!” diyerek ona acıyor, kimi de “Kafasına koymuş bir kere, biz ne desek faydasız.” diyerek dert yanıyordu. Bütün bu konuşulanlara kayıtsız kalamayan Ömer Hoca’ysa araya girerek “Siz onu bunu bırakın da asıl, Hatçe Ana köyden gider, bir daha dönmezse halimiz nice olur, bir düşünün.” diyerek cemaati uyarıyordu. Sonra, “Heçbirimiz bu vebalin altından kalkamayık, hemşerim.” diyor ve ekliyordu:

  • Bir düşünseniz e! Hatçe Ana köyümüzün beti bereketi. Onu nasıl gurbetlere gönderirik. Oralarda başına bi iş gelse, bunun hesabını yarın kıyamette, alimallah heçbirimiz veremeyik. Hem ele güne ne derik? Heç demezler mi adama, bu nineyi nasıl saldınız yollara bir başına, hiç mi aklı başında bir adam yok içinizde! İnsan anasına böyle mi sahip çıkar? Bunları derlerse ne cevap vereceniz, düşündünüz mü heç?

Ömer Hoca’nın bu sözleri kahvedekilerin yarasını iyice deşmişti. Herkes suspus olup bir daha ağzını açamadı. Uzun bir suskunluktan sonra Muhtar Hasan Ömer Hoca’ya seslenerek herkesin duyacağı bir ses tonuyla, “Hocam, benim bir fikrim var.” diyerek söze girdi. “Gelin bir heyet yapalım, Hatçe Ana’ya gidip onu ikna edelim. Belkim vazgeçer bu işten. Ne bileyim, bizleri hep bir arada görünce bakarsın cayar.” diye de ekledi.

Ertesi gün Ömer Hoca, Muhtar Hasan, Köyün öğretmeni İbrahim Bey ve ihtiyar heyetinden iki kişi bir araya gelip doğruca Hatçe Ana’nın evinin yolunu tuttular. Hatçe Ana dünürüyle diğer gelenleri kapıda karşıladı, eve buyur etti, soğuk birer ayran ikram ederek hal hatırlarını sordu. Ayranlar içildikten sonra Ömer Hoca söze girdi:

  • Dünür bak. Bunca adam toplanıp geldik. Bizler seni pek severik, sen bütün bu köylünün anasısın. Allah seni başımızdan eksik etmesin. Şehitlerin bizim de evlâtlarımız, canımız. Hem Oğuz Onbaşıyı bizden iyi kim tanır; emme bu yaşında bizleri bırakıp gidersen buraların tadı kaçar be! Köylüyü öksüz bırakırsın bu gidişinle… Hem bak, Öğretmen Bey İstanbul’u görmüş, oralarda imkânı yok yapamaz, der. Öle de mi Öğretmen Bey, Allah aşkına sen de bir şeyler deyiver.

Öğretmen İbrahim kibar bir edayla, “Pek doğru söylerler, ninecim. İstanbul koskocaman bir şehir. Yol iz bilmeyen oralarda kaybolup gider. Hem yanı başınızda bunca seveniniz varken neden gitmek istersiniz?.. Duydum Hocam’dan, Muhtar’ımız da söyledi. Şehitlerinizin hasreti yüreğinizi dağlarmış. Çeken bilir elbet; ama ne çare ki şartlar müsait değil. Gelin kırmayın bizleri. Gitmeyin ninecim.” dedi.

Diğerleri de bir şeyler söylediler; ama sözler Hatçe Ana’nın yürek acılarına derman olacak kıvama bir türlü gelmedi. En sonunda ihtiyar heyeti âzalarından Kolcuların Abdullah, “Madem ki kararlısın, o halde sen zahmet etme, ben pazara gideceğimde oğlanı gönderir, senin öküzü aldırırım. Götürüp kasabada satarız.” dedi.

Bu karara vardıktan sonra heyet çaresiz ve ümitsiz oradan ayrıldı. Kahveye dönenler birbirlerine sigara ikram ederlerken yüzlerinden düşen bin parçaydı. Muhtar Hasan, “ Ülen, şimdi biz bu öküzü satıp savdık, diyelim. Yarın Hatçe Ana döndüğünde neyle sürecek tarlayı, heç düşündünüz mü, ebilehler? Kadıncağızı âhir ömründe ele güne muhtaç mı ediceniz?” diyerek köylülerine serzenişte bulundu. Meselenin bu tarafını akıllarına getirmemiş olan köylüler, Muhtar Hasan’a hak verdiler. Bir iki gün de bu işin sonunun nereye varacağını tartıştılar. Sonunda kendi aralarında para toplayıp Hatçe Ana’ya vermeyi, onu incitmemek için de öküzü Ömer Hoca’da rehin tutmayı kararlaştırdılar. Kararı Hatçe Ana’ya bildirme işini de dünürüne havale ettiler.

Birkaç gün sonra, Ömer Hoca, cuma hutbesinin sonunda, köylülere, Hatçe Ana için para toplanacağını duyurdu. Namaz çıkışında herkes açılan sergiye birkaç kuruş bıraktı. Muhtar Hasan, Ömer Hoca ve Öğretmen İbrahim Bey de bütçelerinin üzerinde bir parayı artlarına bakmadan sergiye bıraktılar. Para toparlandı, sayıldı, bir kâğıda yazılıp kâğıt, Öğretmen Bey’e emanet edildi. Ömer Hoca da toplanan paraları alıp hiç vakit kaybetmeden Hatçe Ana’ya gitti. Meseleyi anlattı, paraları kendisine teslim etti.

            ***                             ***                             ***

Nâdiye, içindeki sıkıntıyı kocasına açamadan yatağa girmiş, yatağında sabaha kadar bir o yana bir bu yana kıvranıp durmuştu. Annesi giderse hâli nice olurdu? Yıllarca babasına, ağabeylerine doyamamanın üzüntüsünü ekmeğine katık etmişti Nâdiye. Yediği her lokmada şehitlerin bakışlarını görür gibi olmuştu. Şimdi annesi de bu yaşında yollara düşecekti. Ya şehitler gibi o da dönmezse ne yapardı? Yattığı yerden doğruldu, Hilmi’ye dönüp biraz korkak biraz çekingen “Ben de anamla gidecem.” diyebildi. Zaten, birkaç günden beri karısının sıkıntısının farkında olan; ama ona bir teselli sözü olsun söyleyememiş Hilmi, karısının bu kararı karşısında ne söyleyeceğini birkaç kere tarttı; yutkundu, yine söyleyecek bir söz bulamadı. O da karısı da çaresizdiler…

            ***                             ***                             ***

Ertesi günü, Hatçe Ana’yla Nâdiye sabah erkenden kasabadaki istasyona gitmek üzere yola koyuldular. Kahvenin önünden geçip köyün son hanelerini de geride bırakırlarken Kahveci Arif onları fark etti. Hemen koşup Ömer Hoca’ya haber verdi. Muhtar Hasan’a da oğluyla haber gönderdi. Bir müddet sonra, Nâdiye ile anası yolu yarılamışken köylüler arkalarından yetiştiler, son bir kez daha yalvardılar; ama gidenleri yollarından geri döndüremediler.

            ***                             ***                             ***

Tren yolcularının kimi şen şakrak kahkahalar atıyor kimi bir türkü tutturmuş, etrafındakiler de ona eşlik ediyordu. Tavuk gıdaklamaları insan uğultularına karışırken ağustos sıcağında ter kokuları havanın yerine geçiyor, nefeslere katık oluyordu. Hatçe Ana’yla Nâdiye kendilerini tanıyan yakın köylülerin yer açmasıyla nihayet, oturacak bir yer buldular. Hatçe Ana, hiçbir zaman dilinden eksik etmediği hayır dualarıyla onlara karşılık verdi. Haller hatırlar soruldu, köy ahvalinden, o seneki hasattan söz edildi. Tren de artık hızlanmış, ağır hava biraz olsun dağılmıştı. İstasyonlar bir bir geçiliyor, tren kâh beş on dakika kâh yarım saatten fazla duruyor, sonra bir daha ilerliyordu…

 ***                            ***                             ***

İstanbul’a vardıklarında gün ışımış, sokaklar dolmuş, dükkânlar açılmıştı; caddeleri arabalar kamyonlar, meydanları da seyyar satıcılar doldurmaya başlamıştı. Haydarpaşa’da inenler bir bir dağılıp kalabalığa karışırlarken sahili döven dalgalar burunlara tuz kokusu üflüyordu. Hatçe Ana’yla Nâdiye garın merdivenlerinden ağır ağır inerlerken etraflarına biraz meraklı biraz da telaşlı gözlerle bakıyorlardı. Korkunç bir devin ağzına dalarcasına ayak basmışlardı İstanbul’a. Yolların başı ayaklarının altında, sonu ise dünyanın öbür ucundaydı. Rastgele bir yöne yürümeye koyuldular. İkisi de hiç konuşmadan bir müddet yol aldıktan sonra Nâdiye annesine, “Böle olmacak ana, şehitliğin yerini bir bilene soralım.” dedi. Anası, “İşitmedin mi Muhtar Hasan’ı, İstanbul’un adamına güven olmaz, önce Belediye’ye gidin demedi miydi?” Nâdiye de anasına, “Öleyse Belediye’yi soralım, ana.” dedi. Değneğine dayanarak ağır ağır yürüyen Hatçe Ana, karşısına çıkan ilk adamı çevirip Belediye’nin yerini sordu. Adam, ben de yabancıyım, deyip ardına bakmadan yoluna devam etti. Sonra bir başkasına sordular, o da esnafa sorun ben buraları pek bilmem, diyerek uzaklaştı. Onlar da bir bakkal dükkânına girip selâm verdiler, Hatçe Ana “Belediyeye gidecedik, yolu bir deyiver hele, evlâdım.” dedi. Müşteriyle ilgilenen bakkal önce pek oralı olmadı. Belediye’ye gidip yardım dilenenlerden olsalar gerek, diye düşündü. Biraz sonra Hatçe Ana “Ha evlâdım, şu Belediye’nin yerini deyiver de gidelim e mi.” deyip dileğini tekrar etti. Bakkal bu sefer onlara dönüp tezgâhın önüne de gelerek “Hayırdır nine, ne işin var belediyede?” diye sordu. Hatçe Ana da bir güzel anlattı. Bakkal biraz şaşkın biraz mahcup onları dükkân komşusunun çırağına emanet edip iskeleye gönderdi.           

                  ***                                   ***                             ***

Belediye’nin kapısındaki polisler ayakları çarıklı, başları yazmalı bu iki kadını daha ileriden görür görmez birbirlerini kaş gözle işaretiyle uyardılar. Bu gibiler her gün gelir yardım isterlerdi. Bu aralar böylelerini içeri almayın, diye emir gelmişti zaten. İyisi mi kapıya dahi yaklaşmalarına izin vermeden bunları bir an evvel defedip işlerine bakmalılardı. Hem ne işi vardı bu köylülerin, çarıklıların buralarda. Menderes bunların oylarıyla başvekil olmamış mıydı? Bak, ne işler açmıştı memleketin başına. Oh olsun, işte şimdi daracık bir hücrede boynuna yağlı ilmiğin geçeceği günü bekliyordu. Zaten bugün yarın da asılacaktı. Bunlara pabuç bırakırsan memleket elden giderdi, işte… Bu sırada, Belediye’nin kapısına varan Hatçe Ana’yla Nâdiye, daha meramlarını anlatmaya fırsat bulamadan polislerden biri kollarına yapışıp onları uzaklaştırmaya başladı. Sıcaktan, yol yorgunluğundan iki büklüm olmuş Hatçe Ana, kolunu mengene gibi sıkan polise karşı koyamasa da Nâdiye çırpına çırpına polise direniyor, “Dur hemşerim, bir derdimiz vardı, Belediye’ye gidecedik.” diye lâf anlatmaya çabalıyordu. Polis hiç oralı olmadı, onları elli metre öteye savıp Belediye kapısına geri döndü. Nâdiye’nin yazması dağılmış, kan ter içinde yere oturmuş, Hatçe Ana da yanı başında donuk gözlerle etrafa bakakalmıştı. Bu halleri gelip geçenleri pek ilgilendirmiyor, dikkat bile çekmiyordu. Trenden ineli beri ağızlarına bir lokma bile girmeyen ana-kız, dalgın ve yılgın birbirlerine bakışırlarken, nihayet onların haline acıyan bir yaşlı adam, eğilip Hatçe Ana’ya, “Hayırdır, ne oldu size böyle?” diye seslendi. Hatçe Ana dili döndüğünce halini anlattı. Elindeki resmî mektubu da adama gösterdi. Adam eski yazıyla yazılmış mektubu eline alıp şöyle bir bakınca, “Bu yazıyı okuyan da kalmadı ki...” diyerek Hatçe Ana’yla Nâdiye’nin hallerinden anladı. Onlara Edirnekapı’yı tarif etti. Hani, uzak olmasa kendim götüreyim; ama kusura bakmayın, dedi.

O gün akşama kadar, sora sora Edirnekapı Şehitliği’ni aradılar. Kime sordularsa onun tarif ettiği yoldan gittiler. Ama gün batımı gelip çattığında hâlâ İstanbul sokaklarını arşınladıklarını; ama bir arpa boyu yol alamadıklarını gördüler. Bu sırada, dükkânların kepenkleri bir bir indiriliyor, kalabalıklar dağılıyor, meydanlar boşalıyordu. Yanı başlarındaki parka gittiler. Parktaki banklardan birine oturup günün yorgunluğunu gidermeye çalıştılar. Torbalarındaki azıklarla biraz olsun açlıklarını yatıştırdılar. Parkın çeşmesinden de kana kana su içtiler. Köyden kasabaya yürümeye alışıklardı; ama İstanbul’un bu taşlı yolları, asfaltı ayaklarını perişan etmişti. Yorgunluğa daha fazla dayanamayıp biri bank üzerinde, diğeri de yerde kıvrılıp uykuya daldılar.   

Sabahleyin, günün ilk ışıklarıyla uyandıklarında bekçi karşılarında duruyordu. Nereden gelip nereye gittiklerini bile sormadan, “Hadin hemşerim yolunuza. Parkta yatmah yassah!” diyerek onları yaka paça oradan uzaklaştırdı. Uyku mahmurluğunu üzerlerinden atamadan tekrar caddelerde dolaşmaya başlayan iki kadın yeniden yolu sormaya başladılar. Karşılarına ilk çıkan bir çöpçü oldu. Bir kere de ona sordular şehitliğin yolunu. O da yakın, hemen şurası, deyip önlerine düştü. Yolda giderken biraz memleketten biraz da İstanbul’a neden geldiklerinden bahsettiler. Beş on dakika yürüyüp bir iki sokak geçtikten sonra, nihayet Şehitliğin kapısına vardılar. Çöpçü kapıdaki görevliye Hatçe Ana’nın geliş sebebini anlattı. Onlara yardımcı olmasını tavsiye etti. Mezarlık görevlisi, elinizde bir evrak falan var mı, diye sordu. Hatçe Ana eski yazıyla yazılmış mektubu gösterdi. Görevli, kâğıda, bir resme bakar gibi bakıp yeniden Hatçe Ana’ya verdi. Valla ninecim, mezar numarası yoksa bulamazsınız aradığınızı.” dedi. “Hem o mezarların taşları eski yazılıdır, şimdi ben sizinle gelsem de okuyamam ki.” diye de ekledi. Hatçe Ana’nın okuma yazması yoktu; ama Nadiye Ömer Hoca’dan seneler evvel Kur’ân okumuştu. Eski yazıyı biraz bilirdi. Gel gelelim, bunca mezarın içinden babasının ve ağabeyinin mezarlarını nasıl bulsundu.

Hatçe Ana, dilinden hiç düşürmediği hayır dualarını mezarlık görevlisine de okuduktan sonra çaresiz, şehitliğe daldılar. Bir o yana bir bu yana gezinerek şehit kabirlerini süzdüler. Arada bir anası, Nâdiye’ye “Ha kızım, buldun mu bizimkileri?” diye sorduysa da Nâdiye, her seferinde, yok ana, diyerek karşılık verdi. Akşama kadar dolaştılar, açlık artık ayaklarındaki dermanı iyice tüketmiş, susuzluktan dilleri damaklarına yapışmıştı. Hemen yere çöktüler, caddelerde gezerken bir simitçiden aldıkları simitleri çıkarıp yemeye koyuldular, yakınlardaki bir çeşmeden de su içip biraz olsun ferahladılar. Hava kararmaya yüz tutunca da çeşmede abdestlerini alıp orada akşam namazlarını kıldılar, dualarında bütün şehitleri hayırla yad ettiler, gece olunca da orayı mesken tuttular.

Bir karanlık daha aydınlığa kavuşmuş, sabah serinliği Hatçe Ana’yla kızını tatlı uykularından nihayet uyandırmıştı. Yılgın ve bezgin iki kadın onca mezarın içinde şehitlerininkini bulamamanın hüznüyle durgun ve bitkin otururlarken az ötede bir mezarın kazıldığını gördüler. Biraz sonra da kazılan kabre bir cenaze defnedildi. Hatçe Ana’yla Nâdiye, “Sevaptır, bir fatiha da biz okuyalım.” diyerek cenazeyle gelen kalabalığa yaklaştılar. Defin tamamlanıp Kur’ân okundu. Herkes yere çömelip okunan Kur’ân’ı can kulağıyla dinledi. Hoca duasını ederken onlar da cenaze sahipleriyle beraber “amin” dediler. Sonra cenazeyi getirenler yavaş yavaş dağılmaya başladılar. Hoca talkın okurken yeni mezarın başında Hatçe Ana, Nâdiye ve imamdan başka kimse kalmamıştı. İmam talkını bitirdikten sonra hayret dolu bakışlarla üstü başı perişan iki kadıncağıza yaklaştı. Onların cenaze evinden olmadıklarını anlayınca kendilerine; hayırdır nine, sizin de mi cenazeniz var, diye sordu. Hatçe Ana her sorana olduğu gibi imama da derdini anlattı. İmam önce gidecek oldu, sonra öğlene daha çok var, diye düşünüp Hatçe Ana’ya; gel, beraber arayalım şehitlerinizi. Adları neydi?” diye sordu.

İmam Efendi önde, onlar arkada bir daha şehitliğe yöneldiler, bir iki saat beraberce aradılar; neden sonra, altındaki toprak kayınca biraz eğilmiş bir mezar taşını kaldırdılar. İmam mezarın üstünde silinmeye yüz tutmuş ismi biraz gayretle okudu. Nâdiye’ye de okuttu. “Şemsettin”in “Şems” kısmı silinmeye yüz tutmuşsa da “din” kısmı okunuyordu. Oğuz Onbaşı’nın adıysa daha silinmemişti. Nâdiye, “Bulduk ana, bulduk.” diyerek anasının boynuna sarılmaya çalışırken Hatçe Ana mezarın üstüne çoktan kapanmış, “Erim, şehidim, kurban olurum yoluna!..” diyerek feryat ediyor, Nâdiye de dizleri üstüne çökmüş rabbine dua ediyordu.

 

 

Bu yazı toplam 579 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim