Dünya kesin bir şekilde değişti ancak bu değişiklik, Dostoyevski'nin üzerinde durduğu suç ve ceza bağlamında mı oldu ondan emin değilim. Suçluluk duygusu insanlıkla yaşıt, insanlıkla birlikte doğdu. Bu tema filozoflar, yazarlar, Batılılar ve Hıristiyanlar tarafından uzun yıllar boyunca çalışıldı, üzerine düşünüldü. Buna karşın İslam dünyasında bu konu üzerinde herhangi bir çalışma bulmakta çok zorlandım. Bu yüzden Dostoyevski benim çok ilgimi çekti. Dostoyevski suçluluk duygusunu Hıristiyan ve barış içerisinde yaşayan bir toplum içinde incelemişti. Burada akla gelen soru şu: Savaşan, özellikle de sivil bir savaş içerisindeki Müslüman bir toplum nasıl incelenmeli, o toplumdaki bireylerin davranışları nasıl olur?
Evet, bu konudaki düşünceniz ne?
İslam inancında Allah insanları affediyor, ama bir taraftan da onları hayatlarını dünyada geçirmeleri, masumiyetlerini muhafaza etmeleri ve ispatlamaları için dünyaya gönderiyor. Burada bir diğer önemli soru, Dostoyevski'nin herkes tarafından bilinen şu cümlesinde: "Eğer tanrı olmasaydı her şeye izin verilirdi." O halde Afganistan'da ve Allah'a inanılan diğer bütün yerlerde insanların insanlığa karşı suçları işlemesine nasıl müsaade ediliyor? Bu noktada bence bu inançlar, bütün inanç şekilleri dini, politik ya da ekonomik bu suçların hiçbirini meşrulaştırmaz.
DOSTOYEVSKİ'DEN ÇOK KAFKA'YA YAKINIM
Peki, sizin romanınızı Dostoyevski'nin kitabından ayıran ne?
Konusu her ne kadar benzerlik gösterse de romanımda Dostoyevski'den daha çok Kafka'nın izlerini görüyorum. Üslup ve yöntem olarak kendimi Kafka'ya daha yakın hissettiğimi söyleyebilirim.
Resul'ün sesini kaybetmesine gelecek olursak, Resul'le birlikte Afgan halkının kaybettiği asıl şey nedir? Resul'ün sessizliği ile Afgan halkı arasında bir benzerlik kurmak mümkün mü?
Resul'ün sessizliği aslında duygusal bir sessizlik. Fransızcada çok bilinen bir sözü hatırlatıyor bana bu durum: "Sesini kaybetmen görme hissini kaybetmekle aynı şeydir". Bu fenomen benim romanlarımda çok sık olarak kullanılır. İlk romanımda bir bombalama sonucu bir çocuk sağır olmuştu. Hiçbir şey anlamıyordu. Ama sessizliğiyle savaşta başına gelenleri, yaşadığı kötülükleri, bombalamaları bütün dünyaya haberdar edecek şeyler anlatıyordu.
Oryantalist görüşleriniz olduğuna dair çok sayıda eleştiri var. Sizce son romanınızda Kabil'e kendi topraklarınızdan mı yoksa eleştirildiğiniz gibi Batı'nın gözlükleriyle mi bakıyordunuz?
Siz ne düşünüyorsunuz? Sizce benim romanlarım oryantalist izler, öğeler taşıyor mu? Bence öyle değil, ben başka türlü düşünüyorum.
Peki, sizce roman Afganistan'da suç ve ceza kavramlarını, toplumun algısını yansıtıyor mu?
Bu soru aslında çok oryantalist bir soru; dolayısıyla hayır diyorum. Ben gazeteci, sosyolog, siyaset uzmanı ya da bir ahlak uzmanı değilim, dahası ben romancı da değilim. Ben kitaplarımda mümkün olan bir dünyadan bahsetmiyorum, onu anlatmıyorum. Yazdıklarım Afganistan ya da başka yerlerde olan olaylar hakkında değil, ben kendi duygularımı, kendi hislerimi anlatıyorum. Bu, bazıları için bir şeyler ifade eder, bazıları içinse etmez.
04.08.2012 Zehra Onat, Zaman































Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.