• İstanbul 12 °C
  • Ankara 11 °C

Kendi kuyusunu kazan çukur siyasetçisi!

D. Mehmet DOĞAN

Her ne sebeple olursa olsun, mahpushaneye düşmüş olanlarla ilgili olumsuz şeyler yazmak istemeyiz.

Onlar için hukukun doğru düzgün işlemesi ve adaletin tecellisinden başka talebimiz olmaz. Fakat cezaevi üzerinden mağduriyet kılıflı siyaset oluşturulmasını da doğru bulmayız. Türkiye’ye karşı neredeyse yarım asırdır kullanılan kanlı terör örgütünün cilâlı siyasî yüzü zaman zaman bu şekilde bir yerlerden esen rüzgârlarla gündemimize sokulmak isteniyor.

Son defa, parlak konuşmalarından öte bir marifetini müşahede etmediğimiz bir eski siyasetçi, edebiyat otoritesi kesilip mahpushaneye düşünce hikâyeciliğe soyunan kendi kuyusunu kazan siyasetçinin reklamını yaptı. Liseden sonra hangi hikâyecilerimizi takip ettiğini bilmediğimiz için bu değerlendirmesi konusunda net bir şey söyleyemeyeceğiz. Bahsedilen zat-ı muhterem gerçekten bir hikâyeci, edebiyatçı olsa idi, tavrımız farklı olurdu. Siyasetçi, fakat ipi başka dağlarda, tepelerde olan bir siyasetçi.

Neden bu günlerde bu konular gündeme üşüşüyor?

Çünkü ABD seçimleri sona erdi ve yeni başkanın bölgemizle ilgili siyaseti bilinmez değil. İşte ona bir şekilde ulaşmak ve Türkiye’de siyasette biz de varız demek hastalığı depreşti. CHP sözcüsü hemen yeni başkandan talebini ilan etti: “Türkiye’ye demokrasi getir!”

Bu hamakatperdazlığı nasıl anlayalım? Gaflet mi diyelim, dalalet mi, hıyanet mi?

ABD’nin son olarak demokrasi getirdiği Irak’ı görmüyor mu bu sebükmağzlar?

Yeni ABD başkanından en yüksek beklentisi olan kesim PKK ve türevleri. Bekliyorlar ki yeni başkan Suriye, Irak ve hatta Türkiye’de etnik terörü yükseltecek destek versin. O zaman cezaevi figürü de bir şekilde kullanılabilir.

Biz bu kendi kuyusunu kazan çukur siyasetçisi ile ilgili daha önce muhtelif yayın organlarında defalarca yazdık. Bugün o yazılarımızdan birkaçını, kamuoyu ile paylaşmanın zamanının geldiğini düşünüyoruz.

Kuyudan Demirtaş çıkarmaca!

D. Mehmet Doğan

*

Suikast yapılmış-mış! Otomobilin arka camında kurşun izi görülmüş-müş... Korumalar her nasılsa fark etmiş-miş...

Ortada bundan başka bilgi, belge ve emare yok. Bundan manşetlik haber çıkar mı? Asla ve kat’a! Fakat bu dahi Hürriyet’in manşeti için yetiyor. Tahkike, doğrulatmaya gerek yok!

Demirtaş Hürriyet’in seçim gözdesiydi. Sadece Hürriyet mi? Kocaman medya cihazı ona çalışıyordu: CNN Türk olmuştu CNN Kürt!

7 hazirana böylece gelindi. Eğer muhterem 8 haziranda kendini bir halt zannedip PKK telinden çalmaya devam etmese idi, Türkiye’nin bir siyaset fenomeni olabilirdi. Tiren 8 haziranda kaçtı. Efendi her PKK saldırısında batağa battı. Meşhur 6-7 ekim olaylarından sonraki insanî inişi devam etti. Dibi buldu...

Kuyuda girdiği seçimde ciddi oy kaybına, ondan da daha ciddi prestij kaybına uğradı. Şu sıralar ortalığa çıkacak yüzü yok. Meclis’in açılışına doğru veya yalan, ameliyat bahanesiyle gelmedi.

Şimdi böyle bir çıkış için yine büyük patronun medya grubu arkasında. Onun sadece PKK-PYD’ye arkasını dayamadığı ortada, onlardan daha etkili bir arkası var, o da malûm!

Neden şimdi Hürriyet desteği? Çünkü tam zamanı… Meclis çalışmaya başlayacak, hükümet kurulacak, siyaset ısınacak. İktidar kanadı böyleyken muhalefet kanadı CHP’si MHP’si çalkantı içinde. Bahçeli ağır yaralı, Kılıçdaroğlu orta hasarlı. Parti içi çalkantıların durulması epey zaman alır. Bu boşlukta ortaya etkili bir figür çıkarmak lâzım. Onu parlatmak, cilâlamak lâzım...Proje her şeye rağmen akamete uğramamalı…

Hürriyet’i yalnız bırakmayan Cumhuriyet-i Kürdiye gazetesi de bu yalanı süsleyip püsleyip manşete taşıdı elbette. Tabii Demirtaş’ın Allah’ı var mı onu bilmeyiz, ama İngiliz Reuters’i, Hürriyet’i ve Cumhuriyet’i olduğu kesin!

Efendim…Buraya kadar tamam. Bir de sahte suikast kahramanının açıklamasına ne buyrulur: “Ölüm Allah’ın emri!”

Allahın tek emri ölüm mü? Diğer emirlerle ilgili açıklama da yapacak mısın?

İnsan olmak da Allah’ın emri. Merhamet sahibi olmak da Allah’ın emri! Senin hukuk sistemi içinde kabul ettiğin, bu kabul üzerine en yüksek karar organına seçildiğin Devlet’in askerini polisini öldürenlere dur demek de Allah’ın emri!

Eğer Allah’ı tanıyorsan, zerre miskal inanç sahibi isen, o terör örgütünün önüne gerildiğin gün senin mümin olduğuna inanılır, yoksa bu konuşmakla, artistlikle olmaz.

Gelelim hakikate: Diyarbakır valiliği HDP Eş Genel Başkanı S. Demirtaş’ın makam aracının arka camındaki hasarla ilgili yapılan incelemede her hangi bir ateşli silah artığına rastlanmadığını açıkladı...

Suikastin izi yok, haberi var, manşeti var, tantanası var! Hatta hazretin açıklaması var. Her şey halledilmiş. Mürettep iş böyle olur.

Ey soyaddaşı olmaktan elem duyduğum Aydın Bey! Dürüst ol bu düzmece haberin sebebini açıkla!

Vahdet 24 Kasım 2015

 

Yalanına mı inanalım, talanına mı?

*

“Eş müsebbib” uzun bir suskunluktan ve gaybubetten sonra Ankara’da aniden ortaya çıktı ve hiç bir şey olmamış gibi, sağa sola saldırdı.

İnsanda biraz edeb olur, hayâ olur; geçen hafta onun tahriki ile başlayan olayların özrü mahiyetinde özeleştiri denilen şeyi hatırlar ve cami, okul, yurt, müze, kütüphane yakılması, işyerlerinin tahribi ve yağmalanması, en mühimmi 40’a yakın canın kaybı üzerine muhasebe yapar...

Doğru ile yanlışı ortaya koyar, özür mahiyetinde birkaç cümle kurar... Vicdan sahibi ise bunları yapar!

Yok böyle bir şey. “Ne yapılmışsa iyi olmuştur, hatta azdır” havasında.

Senin yalanına mı inanalım, talanına mı?

“Bak hele yavrum, geliş nereden?”

“Beş okul yaktım, mam!”

“Neden?”

“Kobani’yi kurtarmak için!”

“Hayrola Hasso, bakıyorum keyifler pek yerinde?”

“He ya, üç kuyumcu yağmaladım babo!”

“Sebep?”

“Maksat Kobani kurtulsun!”

“Elinde kan bulaşığı var, Selo; kurban mı kestin?”

“Ne kurbanı, halo! Bizim kitapta yazmaz. Dört can aldım, birinin başını taşla ezdim, o sırada olmuştur?”

“Niye? Çima?”

“Vallah Kobani’yi kurtarmaktan başka kastım yoktur!”

Kütüphane yaktım: Kobani aşkına!

Müzeden eser aşırdım: Kobani için!

Kobani için her şey mübah, hatta kutsal! Yak, yık, öldür!..

Peki, “Kobani nasıl kurtulur?” Formül Demirtaş’ta: “Bıraksaydınız tükrükle boğardık!”

Şehrin itfaiyesini muhtemelen tasarruf tedbirleri cümlesinden devreye sokmamışsınız, tükrüğünüzü şu müze yangını için kullansa idiniz, güzelim Diyarbekir evi yaşardı! Diyarbakır’ın kültürel hafızası yok olmazdı.

Bu babalanmaları, horozlanmaları, sahte kabadayı tafralarını iyi biliriz: “Tutmayın beni!” Tutan kim? Kafasına koyduğunu yapacak olan, yapar. “Tutmayın beni!” demez. Askere, halka saldıran PKK sergerdeleri sınırlar açıldığı için mi Kandil’i mesken tuttu?

Bir şey yapacak olan, nasıl yapılacağını da hesaplar. Uzun bir sınır var ortada, neresinden delineceğini sizden iyi kimse bilmez. Bunlarınki, maksat gösteri olsun! Dünyaya mazlum görünelim, iç kamuoyunu hükümete karşı tahrik edelim.

Belediye başkanları, milletvekili hatunlar, eşbaşkan parti yöneticileri sınıra kümeleniyor. Askere taş atıyor, suç atıyor...” Sizin devletiniz bize söz verdi?” Peki sizin devletiniz kime söz verdi? ABD’ye mi, Almanya’ya mı, İsrail’e mi?

Ve ne söz verdi?

İnsanlık, Kobani için iptal edildi. Bakın hele: Gaziantep’te doğumevine giden hamile kadının yolu kesiliyor. 30 yaşındaki 8 aylık hamile kadının sancısı tutuyor. Eşi, arabasıyla hastaneye götürmek istiyor. Kobani göstericileri tarafından durduruluyorlar. Arabanın camları kırılıyor, içine molotof kokteyli atılıyor.

“15 dakika boyunca arabaya saldırdılar. Camını taşlarla kırdılar. Tepesine çıkıp tepinmeye başladılar. Arabanın içine, yan koltuğa attıkları molotofu patlamadan dışarı attım. Dışarıda patladı. Bağırdım, yalvardım ‘çocuğum ölecek’ diye. Yine durmadılar. Küfrettiler.”

Bu insanın içini eriten rezil vak’ayı daha fazla tafsil etmeyelim.

Dönelim “tükrük” bahsine.

Ey Demirtaş, bu halk senin suratına tükürse ne olur biliyor musun?

Cevabını ben vereyim: Türkiye’nin en büyük baraj gölü!

Tashih önemli!

Dün yazımıza bir hata ile başlamışız:

“Yangın olur biz yangına gideriz”, yerine “Yangın olur bir yangına gideriz” olmuş. Düzeltilmemiş. Buna karşılık “evyvan” kelimesi “ev yanında” yapılmış. Sıcak yazın “Diyarbakır’ı kavuran hararetini ev yanında fıskiyeden savrulan sularla hafifletmişliğimiz vardır.” “Ev yanında” yerine “eyvan” konulursa, anlam yerine oturur!

16.10.2014 Yeni Akit

 

Temaşa-yı garibe

D. Mehmet Doğan

*

Bir zamanlar iyi bir tiyatro seyircisi idik. Tiyatronun tiyatro olduğu zamanlardı galiba. “Yerli” yazarların eserlerini bilhassa takip ederdik. Haldun Taner, Tarık Buğra, Turan Oflazoğlu ilk aklıma gelenler. Şekspir’in Devlet Tiyatrolarında sahnelenen eserlerini, klasik Yunan trajedilerini de kaçırmamaya çalışırdık.

Bu arada ortaoyunu geleneğini sürdüren bir komedi tiyatrosu da vardı ki, bu tiyatronun en parlak eserlerinden Cibali Karakolu’nu hem de Muammer Karaca’dan seyretmiştik.

Elbette tiyatroda bizi rahatsız eden, milletin gözünün içine baka baka milleti ve değerlerini aşağılayan oyunlar ağırlık teşkil ederdi. Seçme hakkımızı kullanırdık.

Son yıllarda tiyatronun heyecanı söndü, havası kaçtı. Devlet Tiyatrosu yönetimi oyunlarının hep dolu olduğunu iddia ediyor, ama Ankara’da yeni tiyatro salonları açılmıyor ki, 500 bin nüfuslu Ankara ile 5 milyonluk Ankara aynı sahnelere bakarsa böyle olur.

Biz tiyatronun büyük ölçüde seyircisiyiz. Ne dişe dokunur bir tiyatro yazarımız var, ne de sahneleri dolduran dramaturglarımız, rejisörlerimiz. Tarık Buğra ölçüsünde olmasa bile tiyatro edebiyatına adı geçecek bir yaşayan yazarımız var mı? Sahneler son yıllarda telif oyun sıkıntısı çekiyor.

Tiyatro salonları aynı zamanda ekabirin kendini gösterdiği yerlerdi. Artık ekabiran da tiyatroya ilgi göstermiyor. Tiyatro repertuarına bakarsınız, ne yapar yaparlar bir Nazım Hikmet koyarlar. Nazımın Soyvet rejimini öven kalitesiz, para için yazılmış oyunlarını yutturamayacakları için şiirlerinden gösteri mahiyetinde oyunlar icad ederler. Nazım hamaseti ile işi götürürler. Necip Fazıl’ın piyesleri 1940’lardan beri bir türlü sahnelemez sahnelense bile, gereken önem verilmez.

Nasıl da oldu birden tiyatro gündemimize girdi?

Siyasî bir gösteri dolayısıyla! Hem de kadınlar üzerinden yürütülen bir siyasî gösteri.

Oyun bir “siyasetçi”ye aitmiş. Daha doğrusu onun hikâyesinden uyarlanmış. Daha repertuara filan da alınmamış. “Okuma tiyatrosu” imiş de hanımlardan bir CHP-HDP koalisyonu kurmuşlar seyre gitmişler!

Asıl seyredilecek olanlar, sahnede değil parterde!

Buna tiyatro denir mi? Orta oyunu bile denmez!

Selahaddin Demirtaş’ın parlatılmasına yönelik bazı numaraları epeydir müşahede ediyoruz. Hazretin önce hikâye kitabı yayınlandı. İlk defa küçük bir hikâye kitabı yayınlayan bir mübtedi yazarın kitabı parlatıldı. Bir tesadüf İstanbul Tüyap fuarında idim. Baktım, onun adına açılan standa ciddi bir ilgi yok. Fakat ertesi gün haerleri gördüm ki, izdiham varmış! Bizden sonra oldu ise, bunun mürettep bir şey olduğundan şüphe yok.

Sonra bir gazete bu kitabı yılın kitabı gibi sundu. Yahu edebiyat camiasının kapısında bile olmayan birinin kitabı nasıl olurda yılın kitabı olur? Geçenlerde baktım bir mizah gazetesi bu zatı çizerler arasına almış. Bir bestelerinin okutulmadığı kaldı, eh onun için de pek fazla beklemeyeceğiz her halde.

Bu pazarlamacılık bizim yabancımız değil. Fakat pazarlanan şey (burada doğru kelime “mal”dır) öylesine defolu ki, yenilir yutulur hale getirilmesi mümkün değil.

Şunu söyleyen beri gelsin: “Bu adam terör örgütünün sivil maskesi değildi.” Evet bir sivil maske idi. Terör örgütü ile arasına mesafe koymaya yanaşmayan katılıkta bir maske! Hiçbir şey olmasa Aynelarap/Kobani olayları sırasında Diyarbakır’da katledilen o masum çocukların, kanını nereye koyacağız?

Bu kuyudan adam çıkarma oyununun nereler vardırılacağını kestirmekte zorlanıyorum!

Gerçek bir yazar için: Mümtazer Türköne, bir tiyatro figürü değil, bir yazardı. Malûm ve meş’um darbeci örgütün neşir organında yazdı. Hele son zamanlarda yazdıklarını sık sık eleştirdim, kendisine yeniçerilik, fedailik rolü verildiğini söyledim. Cemaatin önde gelenleri arasına girmiş miydi? Bu mümkün değil. Şimdi bu olayla ilgili yazar grubu içinde bir o içeride. AYM de pek anlayamadığımız bir sebeple onun başvurusunu reddetmiş. Türkiye’de başka merci de kalmadı.

 

 

Adalet talebi: Herkes için, her zaman!

D. Mehmet Doğan

*

6-7 Ekim olayları unutulabilir gibi değil. Kan ve vahşetin ülkenin bazı şehirlerinde, bilhassa Diyarbakır’da zirve yaptığı günler… İşte bu günlerde, ergenlik çağında masum bir çocuk hunharca katledildi. Aradan iki ay geçtikten sonra faillerin yakalandığı haberini bizzat Başbakan verdi.

Katledilen Yasin Börü’nün ailesinin yakalananların gerçek suçlular olması temennisi yanında, dillendirdiği bir iddia var ki, bilhassa üzerinde durmak gerekiyor:

“Selahattin Demirtaş’ın da, Zübeyde Zümrüt’ün de yargılanmasını istiyorum. Çünkü azmettiren, bu vahşeti yapanları sokağa döken onlardır. Bu yüzden onların da yakalanan bu kişilerle yargılanması lâzım.” 

Kamu oyu “bunlar da kim sorusunu?” sorarsa, birincisi Türkiye’nin malûmu: Cumhurbaşkanı adayı bile oldu! Esas görevi adı sürekli değişen partilerde eş-başkanlık! Bana göre, 6-7 ekimden sonraki unvanı “leş-başkanlık”! Diğer isim ise, mezkür partinin Diyarbakır il başkanı imiş.

Burada durup düşünmek lâzım: Türkiye’de adalet cihazı gerçekten işliyor olsa idi, 6-7 ekim olaylarını başlatan açıklamaları yapanların, “leş başkan”ın ve mezkur bayanın, şehirde herkesin gözü önünde cereyan eden cinayetlerin akabinde tutuklanması gerekirdi.

Efendim, birisi vekil! Ayrıca çözüm süreci zedelenir, mashalat icabı görmezden gelelim!

Hiç bir mazeret adaletin önüne geçmez!

Bu cinayetlerin tahrikçisi olduğundan şüphe olmayan bir şahsın dokunulmazlığı sür’atle kaldırılmalıydı. Hukuk bunu gerektirirdi, adalet bunu icab ettirirdi, vicdan bunu emrederdi.

Burada azimli ve kararlı bir tahrikçilik hali ile karşı karşıyayız . Eğer adı geçen kişi, tahrikkâr açıklamalar yaptıktan sonra işlerin çığırından çıktığını görünce kameraların önüne geçip: “Biz kan ve ateş istemiyoruz, masum insanların öldürülmesini, kamu malına zarar verilmesini istemiyoruz” dese idi, yani açıkça pişmanlığını ifade etse idi, bir nebze tahfif sebebi olurdu.

Ne oldu peki?

Hazret dut yemiş bülbüle döndü. Roma’yı ateşe veren Neron vahşiliği ile insanların öldürülmesini, şehrin önemli bir bölümünün yakılıp yıkılmasını, yağmalanmasını zevkle seyretti.

En çok konuşması gereken bir zamanda bir buçuk ay sükut etti. Güya rahatsızlanmış! Diyelim ki hasta, kendi kamuoyu önüne çıkamasa dahi, tesirli bir açıklama yayınlayabilirdi. Demek ki, yaptığı işten, doğurduğu sonuçtan memnun. Bunu etnikçilik davasının tabii bir sonucu olarak görüyor. “Benim örgütüm hata yapmaz, öldürmek, yakmak yıkmak onun en tabii hakkıdır!”

Ahlâkın en düşük seviyesi: “Sana yapılmasını istemediğini başkasına yapma!” Bu zatın bu seviyeye gelmesi için kaç fırın ekmek yemesi lâzım?

6-7 ekimin savunulabilir bir yanı yok, bunu insaf sahibi herkes söylüyor. Buna rağmen, “hata yaptık”, diyemeyen, kamu oyu önünde özür dilemeyen bir kimsenin Dersim’den, şurda burda devletin katliam yaptığından söz etmeye hakkı yok.

Pişkin Selahattin’in bu konular hakkında konuşmaktan imtina ederken, Aynelarap’ta işlerin kötü gitmesi üzerine, IŞİD’in Türkiye’den himaye gördüğü yalanın sarılmasına ne demeli? Neredeyse unutmaya başladığımız sıfatını bu vesile ile pişmiş kelle formunda yeniden gördük. Bunun türkçesi yavuz hırsızlıktır!

Türkiye’de etnik siyasetin defoları böyle sürerken hangi legal siyasetten, hangi çözümden söz ediyoruz?

Yasin Börü’nün mazlum ailesini yalnız bırakan çok meşhur “İnsan hakları örgütleri” nerelerde acaba? Mesela bir zamanlar Mazlum-Der vardı. Yoksa adını değiştirdi de Zalim-Der mi oldu?

 

 

Bu yazı toplam 515 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim