Kitabın okuyucuya ulaştırılması önemli, fakat okuyucunun kitaba ulaşması çok daha önemli. Çocukluğuma iniyor, ilk gençlik yıllarıma doğru uzanıyorum. Kırtasiye ile kitapçı arasında şimdiki kadar öyle çok fark yoktu. İlk okuduğum kitaplardan olan Faruk Nafiz Çamlıbel’in Bir Ömür Böyle Geçti şiir kitabını mahallemizdeki kırtasiyeden almıştım. Konjonktüre uygun çeviri kitapların yeni baskılarını bulmak için haftada iki-üç kez Beyazıt-Beyaz Saray Kitapçılar Çarşısı’na giderdik. Kitap henüz marketlere girmemişti daha. Az sayıdaki mahalle kütüphaneleri ise tecessüsümüzü doyurmaya yetmiyordu.
Kâğıthane’de oturuyorduk ve bize en yakın semt kütüphanesi Çeliktepe Halk Kütüphanesi idi. Bir türlü ısınamamıştım kütüphanelerin rahatsız edici, âsap bozan sessizliğine. Sahaf dükkânlarına, yerlerde açılan kitap sergilerine daha bir yakındık. Kitabın çok amaçlı bir şey olabileceğini aklımız kesmiyordu henüz. Bir kitabı bir kişi alır ve elden ele dolaşarak on kişi okurdu. Bununla da yetinmez cami altı çay ocaklarında, tabureler üzerinde çay içerek okuduğumuz kitapların teatisini yapardık. Kitap okumanın incelik ve yöntemlerini hiçbir kişisel gelişim kitabında aramazdık. Fikir danışmanına ya da düşünce koçuna ihtiyacımız yoktu. Kitabın “yasak” kelimesiyle yan yana kullanıldığı zamanlardan bahsediyorum. Yazdığı kitaptan dolayı hüküm giyen yazarlara alışmıştık. Bizi şaşırtan okuduğu kitap yüzünden hapis yatan ter-ü taze gençlerdi. Bir evde kütüphane varsa o evde birilerinin mutlaka “memleketin gidişatından rahatsız” olduğuna hükmedilirdi. Kitap aykırı düşünen kimselerin yegâne beslenme kaynağı sayılırdı.
Devamı: https://www.dunyabizim.com/polemik/kitaplarin-okuyuculari-degil-musterileri-var-artik-h31036.html































Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.