• İstanbul 14 °C
  • Ankara 17 °C

Memleket içre memleket

D. Mehmet DOĞAN

Dünyalıyız, insanız; fakat insan bir adresi olmadan insan olamıyor. Bu adres bir yer belirtmeyebilir.

Bir aileden, ırktan millet, ümmete doğru giden topluluktan olmak insanı insan yapar. Bunlar olmaksızın insanın hayvan türlerinden farkı kalmaz. İnsan hâfızasıyla, geçmişiyle, kültürüyle insandır. Aynı diziliş, evden, sokağa, mahalleye, ilçeye, ile, bölgeye ve ülkeye doğru genişler. İşte sıralamada mahalleden sonrasına “memleket” denilebilir.

Memleketim ülkemdir! Mahallen tarif edilmektense, bunu tercih ederim. Bugünkü siyasî sınırları aşan bir memleket mensubiyetini de akıldan çıkarmamalıyız. Dilimizin memleketi, mûsıkimizin memleketi, sanatımızın memleketi… Bugünkü siyasî sınırlarımızı kat kat aşar genişlikte. Bu genişlik içinde memleket insanın doğduğu yer olmalıdır. İnsan tarifine, adreslemesine oradan da başlayabiliriz.

Ekim sonunda, pırıl pırıl güneşli bir sonbahar günü Ankara’dan kuzey doğuya doğru seyahat ederken zihnimden bunlar geçiyor. Bir kafileyiz ve Ankaralı olmayanlar çoğunlukta. Gideceğimiz yer Kalecik. Kalecikli olarak tekim…

Memleketimdeyim, memleketime gidiyorum!

Doğduğum yer hayatımın büyük bölümü Ankara’da geçtiği için, hep çok yakınımda. Ankara’nın uzak bir semtine gider gibi ulaşılabilecek bir mesafede. Bu yüzden olmalı ki, çok sık gidilmiyor!

Ancak bayramda seyranda gittiğimiz oluyor, memlekete.

Sevinçli günlerde bile bir hüzün istilasına maruz kalıyorum memleketimde. Bu hüzünün maddî bir temeli, sebebi yok. Çocukluktan uzaklaşmış olmaktan kaynaklanan bir iç sıkıntısı muhtemelen. Yaşlandıkça çocukluğumuzdan uzaklaşıyoruz; bunu ancak doğduğunuz, çocukluğunuzu idrak ettiğiniz yerde tam olarak fark ediyorsunuz.

Çocukluk hatıraları bütün masumiyeti ile, sadeliği ve samimiyeti ile zihninize üşüşüyor…Uzaktan baktıkça gittikçe güzelleşen resimler zihninizden geçiyor.

Bir yere gitmek, aynı zamanda o yerin tarihine, mimarî eserlerine, önemli şahsiyetlerine, doğru bir yolculuktur. Kalecik, kalesi olan bir şehir. Ankara’nın doğusunda, başka kalesi olan kasaba yok. Osmanlı zamanında kalesi, dizdarı olan bir kasaba. Kalenin eteklerindeki şehrin tarihî eserleri ciddi bir okumaya bekliyor. 15. Yüzyıldan kalma cami, türbe ve hamam gibi eserler bize köklü bir şehrin varlığını anlatıyor.

Doğrusu Kaleciğin camilerini az çok biliyorum. Kazancıbaba, Alişıhoğlu türbelerini de ziyaret etmişliğimiz vardır. Bazı eski evlerini de dışından tanıyorum. Bu defa yolculuğumuz, şehrin tarihî eserlerine doğru genişliyor. Günler kısalmış, zaman dar, yine de görülebilecek bazı tarihî eserleri tanıyacağız. Doğduğum sehrin ziyaretcisi olmak, buna imkân veriyor.

Bu defa dikkatimizi çeken, iki hamam. Birisi Osmanlı öncesi, artık görülmeyecek şekilde örtülmüş, üzerine ev yapılmış. Diğeri eski çarşının altında, konik kubbeleriyle hâlâ “ben varım” diyor. Bu bir çifte hamam.  Yani, kadınlar ve erkekler bölümü var. Bu dahi önemli; bir kasabada iki hamam olması, çifte hamam olması, bize şehrin geçmişi, hayatı hakkında ipuçları veriyor. Çocukluğumda önünden, yanından, arkasından… geçtiğim bu yapıyı bir defa olsun içinden görmüş değilim. Zaten üç tarafı evler ve dükkânlarla kapatılmış.

Giriş kapısından içeri süzülünce, sıcaklıkları, halvet odaları, dikkati çekiyor. Asıl dikkat çekici olan, örtü sistemi. Neredeyse her kapalı mekân, farklı bir örtü sistemi ile inşa edilmiş. Mukarnaslı kubbelerin herbiri farklı geçişlerle tanımlanmış, tonoz şeklinde örtülen mekânlar da var. Bu kadar zengin örtü sistemi bugüne kadar gördüğüm hamamlarda dikkatimi çekmemişti. Hamamla ilgili doğru dürüst bir bilgiye ulaşamadım. Sonra Hanhana’da Seyit Yurttaş’ın yazısını hatırladım. Çandarlı ailesinin son sadrazamı İbrahim Paşa’nın eseri imiş, 2. Bayezid devri sadrazamlarından olan İbrahim Paşa'nın İstanbul'daki cami, medrese, mektep ve İznik'teki cami, Kastamonu'daki medresesine vakfedildiği belirtiliyor. Bursa’da galiba bu İbrahim Paşa’ya ait bir hamam var, şimdi kültür merkezi. “Mahkeme Hamamı” da deniliyor.

İşte güzel bir Osmanlı vakıf medeniyeti okuması: Osmanlının Paşası, cami, mektep, medrese gibi hayır eserleri yaptırıyor. Onlara kaynak temin etmek için de gelir getirecek yapılar inşa ettiriyor. Bunun için de ille de büyük şehir merkezlerinden birini değil, Anadolu’nun ortasında bir kasabayı seçiyor…Elbette bu seçimde kasabanın iktisadi ve sosyal hayatı, konumu dikkate alınıyor. Üstüne üstlük yeni hamamın yapılacağı yerde, daha önce yapılmış bir hamam olduğu halde…

Büyük camiiyi, artık terk edilmiş olan çarşıyı, dolaşıp şehrin Ankara girişinde onarılmış eski yapılarda kahvelerimizi içiyoruz.

Asıl hüzün verici olan, şehrin yerinden oynaması, bunun için aklın, şehircilik ilkelerinin hiçbir şekilde devreye girmemesi, ovaya doğru yayılırken merkezin adeta çökmesi. Asıl çarşının dükkânları metruk, evleri harap. Bu durumda Büyük Cami cemaatsiz bir imam âdeta…

Küçük güzeldir! Bu küçük ölçekli şehir merkezi elden geçirilip, hafta sonları Ankara’nın kalabalığından, gürültüsünden bunalmış halka ferahlık veren bir mekâna dönüştürülebilir.

Dönüşün hüznü gelişin hüznünden ağır basar desem, yanlış olmaz…

Hanhana Dergisi / 2020 / Sayı 5

img_5472.jpgimg_5493.jpgimg_5557.jpg

Bu yazı toplam 146 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim