• İstanbul 14 °C
  • Ankara 15 °C

Mustafa Miyasoğlu ile yayınlanmamış söyleşi

Mustafa Miyasoğlu ile yayınlanmamış söyleşi
Geçen ağustos ayının ilk gününde hakka yürüyen Mustafa Miyasoğlu'nun hiçbir yerde yayınlanmamış söyleşisi... Asım Öz/Dünya Bülteni Merhum Mustafa Miyasoğlu ile dergide tanıştık.

Söyleşiden önce cevaplarını ilettiği mesajında yer alan ifadelerin bir kısmını onun yazdığı şekliyle alıntılamak istiyorum:

“Nehir söyleşiye çok işim olduğu halde bugün yine devam ettim ve gönderdim. Bu cumartesi günü saat 14.00'de yapacağımız roman söyleşimden de söz ettim. Belki görmezsin diye yeniden gönderiyorum. Böylece birinci bölüm bitmiş oldu. Artık ikinci bölüm sorularını sizinle yeniden belirleyelim. 1960 sonrası ve lise yıllarını ikinci bölüm olarak düzenlemeliyiz. Sizin sorularda ikinci bölüm İstanbul'du, bence bu dönemi biraz daha derinleştiren sorular üzerinde duralım. Onları aşağıya alıyorum. Bu altı sayfayı okuduktan sonra sorulara tekrar bakalım diyorum. Bir kere soru yazıp bitirmeyelim.

Selam ve muhabbetle

Mustafa Miyasoğlu”

Çocukluğunuzdan başlayalım ilk önce. Nerede dünyaya geldiniz? İlk olarak neler hatırlıyorsunuz çocukluğunuzdan?

Kayseri’de, bir yaz günü dedemin bağ evinde dünyaya gelmişim… Annem bunu Ramazan’ın 25’i olarak hatırlar. Galiba 1945 yılının Ağustos ayına rastlıyor. Beş yaşımdayken, bahar akşamlarından birinde, anne dedemin genç eşinin kucağında Kuyucak adlı çiftliğe giderken, şehrin dışındaki mezarlık yanında beni oraya bırakmak gibi dedemin eşine yaptığı benimle ilgili şaka zihnimde kalan hayli etkili bir izdir. Ben doğuncaya kadar evinde erkek çocuğu göremeyen Mustafa Ağa, bana hem adını vermiş, hem de 15 yaşımda öldüğü yıla kadar her yaz beni yanında bulundurduğu için şahsiyetimin teşekkülünde etkili olmuştur. Çiftçilik yapan Mustafa Ağa, erkek çocuğa muhabbetiyle tanındığı kadar, onca ırgat arasında azık taşıyacak bir erkek çocuğa da ihtiyaç duyuyordu. O yüzden Kayseri’ye beş-altı kilometre uzaklıkta bulunan çiftlikteki işler bitince kendi bağımıza gidiyor, bağ ve köy hayatıyla ilgili her şeyi yaşama imkânı buluyordum. Atlar, mandalar, sığır ve koyunlar arasında geçti denebilir çocukluğum. Mevsimlik ırgatların hikâyelerini dinler, onların hayatını merak ederdim. Kış aylarında da okula gider; kışın kunduracılık, yazın badanacılık yapan babama da yardım ederdim. Baba dedem de beni çok severdi. Evlerimiz sırt sırta olduğu için çok sık görüşürdük.

Doğduğum ve Büyüdüğüm Çevre

Büyüklerinizden sizin çocukluğunuzla ilgili izlenimlerinizi dinleme imkanı buldunuz mu hiç? Nasıl bir çocuk muşsunuz, neler anlatılır o yıllardaki halinize dair?

Büyüklerim benim çocukluğumda hep uslu biri olduğumu söylerler. Nerede işe yarar biri lazımsa beni oraya götürür veya gönderirlerdi. Benden küçükleri de bana emanet

ettiklerinden, kıskançlık duygusunu yaşadığımı hiç hatırlamıyorum. Çiftlikte zaten özel biri gibi dolaştığımdan, gün boyu annemi aramaz, akşamları da dayanamazdım.  Yaramaz değildim, ama mahallenin belâlısına attığım bir tokat yüzünden benden çekinir oldular. Bazı komşular, “Bu Mustafa uslu görünüyor, ama usturası cebinde!” gibi laflar söylüyorlardı arkamdan. Bir ablam ve iki de erkek kardeşim olduğu için, ailenin büyük oğlu olarak çok meşguldüm ve oyun oynayacak vaktim de pek olmuyordu. Buna rağmen, kapı komşumuz Hasan Nail’in Karagöz ve sinema merakına ilgi duyar, kış günlerinde küçük meydanda yaptığı numaraları kaçırmazdım.

Doğduğunuz çevre nasıldı?  Kayseri’nin o günkü portresi nasıldı?

Doğduğum ve büyüdüğüm çevre Erciyes’in eteklerinde bir bağ evi olduğu için, son derece doğal bir atmosferdi. O dönemde Kayseri’nin nüfusu da azdı ve çevresi yaya olarak dolaşılabilirdi. Kale içi ve Kapalı Çarşı çevresiyle tam bir ticaret şehri olan Kayseri’de sanayi de yeni yeni gelişiyordu. Şehrin dört ana arteri Hükümet Konağı’nın önüne çıkar ve yine buradan şehre açılırdı: Hacıkılıç önünden Emek ve Sümer’e giden yol, Düvenönü’nden geçen İstanbul Caddesi, Sivas Caddesi ve Kartal yolu… Bir de Dış Kale’nin şehrin ortasındaki büyük surları. Çocukluğumuzda şehrin dört başında dört evliya olduğunu ve geceleri bu evliyaların halkı koruduğunu söylerlerdi. Bugün bir fantezi gibi görünen bu söze ben hâlâ inanırım. Camiler kadar Rum ve Ermeni Kiliseleri de şehrin mimari dokusunda önemli bir yere sahipti…

Selçuklulardan kalma Gülük Camisi yanındaki eviniz hala duruyor mu?

Maalesef, evimiz zaten odalı-sofalı-selamlıklı bir eski evin üç kardeş arasında bölünmesinden ibaret olduğu için, Kayseri’nin eski evleriyle birlikte istimlâk edilip yıkıldı. Ama babamın takviyeleriyle yakın zamana kadar ayakta duran evin bize ait kısmını eşimle oğlum gördü. Gülük Camii’nin çevresi açıldı, ama bizim küçüklüğümüzde içinde oynadığımız külliyeye ait hamam yerinden bugün geniş bir cadde geçiyor. Abdullah Gül’ün dedeleri bu caminin imamlığını yapmışlar. Ben bu camide Abdullah Saraçoğlu hocaefendiyi dinlemiştim.

Kayseri’de hala özlediğiniz neler var?

İnsanın doğum yeri annesi ve akrabaları gibi bir türlü kopamadığı bir şeydir. Erciyes de bizim için sembol gibidir. Onda sılâ-i rahmin pek çok unsurunu görürüm. Belki de bu yüzden Kayserililer gurbetten selam gönderirken akrabalarını tanımayana “Erciyes’e selam!” derler.

Hafızanızda kalan, çocukluğunuzda iz bırakan sesler, kokular, görüntüler neydi?

Çocukluğumdan hatırladığım şeyler arasında, annemle babamın sevgisinden başka, 2003 yılında rahmetli olan kardeşim İsmail’in ağlama sesleri çok belirgindir. Ahırsekisinde yatan ırgatların hayvanların kokusuna nasıl dayandığını bir türlü anlayamazdım. Bir de çocukların, “Kartal geliyor!” sesini duyunca yavrularını toplayıp kaçan hindileri unutmam mümkün değil. Ayrıca, beni çok sevmelerine rağmen, üvey anneanne ve üvey babaanne yanında büyümemin bende hep bir eksiklik duygusu bıraktığını unutamam. Aslında aile içinde çok sevilirim, bugün de öyledir. Fakat işte bir duyguyu hissettiğiniz zaman bir türlü unutamıyorsunuz…

Bunlar sizde nasıl bir duygu bırakıyordu?

Bu insanlarla bir arada bulunduğunuz yerde size misafirlik duygusu gelip kuruluyor. O yüzden ben gezmeyi severim de başkalarının evinde bir türlü rahat edemem. Bir keresinde babaannem çok ısrar etmişti evinde kalmam için de sabah namazına kadar uyuyamamıştım…

Bağ evinde dünyaya gelmişsiniz. Bağ evi kültürü yaygın mıdır Kayseri’de?

Bağcılık uzunca bir zaman Kayseri, Konya ve Maraş gibi Anadolu şehirlerinde varlığını korudu. Çünkü şehir genellikle çukurda ve birbirine bitişik yapılırdı soğuğa karşı korunmak için… Bu da yaz sıcağında şehri çekilmez hale getiriyordu. O yüzden bağa göçmek, imkânı olan yerliler için vazgeçilmez bir ihtiyaçtı. Şehre yakın bazı köylerin yerlileri de köye giderdi. Zaten bazı kaza ve nahiyeler de Kayseri’nin bağları gibidir. Hisarcık, Talas, Gesi, Erkilet gibi.

Aile Çevresi

Ailenizden söz edelim biraz da. Aileniz kimlerdendir?

Baba tarafım Miyaszade veya Miyasoğlu olarak bilinen köklü bir aile… 1850’lerde Zekeriya Medresesi’nde müderrislik yapan Hacı Ali adında bir zâttan söz ediliyor kaynaklarda. Dedemin amcaoğlu Nuh Mehmet Miyasoğlu, Kayseri’de 25 yıl müftülük yapmış ve çok talebe yetiştirmiş bir zât. Babaları, Boyacı Kapı yakınındaki Körükçü Hanı’nı çalıştırırlar, bir çeşit motel işletirlermiş… Fakat dedemin babasının eşkıyalar tarafından dövülüp öldürülmesinden sonra amcaları, sahip çıkmadığı için dedem onlara kızmış ve ilişkisini kesmiş...

Miyaszade ailesinin belirgin özellikleri nelerdir?

Dedem ayakkabıcılık yapmış, bir dönem Mersin’de kalmış ve çok mülk edinmiş bir esnafmış… Yaşlanmasına yakın mallarının çoğunu satmış, dört oğlundan üçünü evlendirmiş, bir de kısmî felç geçirmişti. Zor yürür, ama mutlaka Cuma namazını Ulu Cami’de kılardı. Büyük amcam eski ortaokul mezunu idi, hem eski yazı, hem de yeni yazı bilir, sözü sohbeti dinlenir biriydi. Fakat babam -galiba- disleksi denen bir rahatsızlık yüzünden okuma-yazma bilmezdi, ama hafızası ve hesabı kuvvetliydi. Bir gördüğü şahsı, tabelayı veya harfi unutmaz, hemen zihninden tamamlardı. Bence dedemin amcalarını affetmemesinden ötürü, ailede bir kopuş yaşanmış, öteki kol da bu adı sürdürmemişti. O yüzden babamla kardeşlerinin amca çocukları yoktu,  sanki yabancı gibiydiler. Dayı çocuklarıyla ve eşlerinin akrabalarıyla genişliyorlardı.

Babanızın belirgin özellikleri nedir? Musiki merakı nereden kaynaklanıyor?

Babam son derece temiz, dürüst ve ailesi içinde çok sevilen birisiydi. Biraz da şakacı ve esprili tavırlarından ötürü çalıştığı yerlerde herkes tarafından çok sevilirdi. Kimsede hakkını bırakmadığı gibi, kimseye borçlu kalmak da istemezdi. İşine titizdi, bir an önce yapacağı işi bitirmekten başka bir şey düşünmez, insanları memnun etmeyi kendine vazife bilirdi. Musikiye merakının temelinde, zevk-i selim sahibi oluşu vardır sanırım. Çünkü İstanbul türküleriyle onların benzerlerini sever, söylerdi. Tatlı şeylerle biber dolmasına düşkündü, çok çabuk mutlu olurdu. Musiki merakı da sanırım mutluluğu çabuk dışa vurmak isteğiyle gelişti sanıyorum.

Enstrüman çalmayı bilir miydi? Size hangi sanatçıları dinletirdi?

Dedemle büyük amcam saz çalardı, ama babam enstrüman çalmayı bilmezdi. Her şeyi kulaktan dolma olduğu için, sanatçı ayrımı da yapmaz, güzel okuyan radyo sanatçılarına iştirak ederdi. Biraz da anne-bir kardeşi olan büyük amcam ona yardımcı olmak yerine, bilgisiyle sürekli onu ezmişti. Üvey annesi de babamı kollamadığı için maalesef kendisini geliştiremedi.

Peki ya anneniz. . .

Annemin annesi evliya bir kadınmış; Emirimamlar diye bilinen Seyyid bir sülalenin kızı. Ben onu tanıyamadım, bir yaşımdayken ölmüş. Ama ona çok benzetilen annemin küçük kardeşi teyzemi tanıdım. O da sanki evliya gibi bir kadındı. Genç yaşta öldüğü için, annem ondan hep “Ciğerim Ayşe” diye söz eder. Annem gençken tatlı dilliydi, çok güzel bir Türkçe ile pek çok şey anlatırdı. Onun hatıralarıyla benim hayallerimi uzun uzun konuşurduk. Benim dilimde, dedelerimin arkadaşlarıyla sohbetlerinde dinlediğim şeyler yanında, annemin çocukluğuna ait anlattığı şeylerle Eflatun Cem Güney’in masallarının da önemli bir yeri olduğunu söylemeliyim. Annem çoğu zaman tekerlemelerle konuşur. Tabii o da babam gibi okur-yazar biri değildir, bildiği şeylerin hepsi şifahîdir, anne-babasıyla cami hocalarını çok dinlemiştir. Babası Öksüzoğlu Mustafa adıyla bilinen, yazın çiftçilik-bağcılık yapan, ağa tablı bir zâttı…

Annenizle babanız nasıl tanışmışlar, evlenmişler?

O dönemde belli başlı ailelerin çocukları tavsiye üzerine, görücü usulüyle evlenirdi. Babamın çocukluğu ve ilk gençliği Mersin’de geçtiği için, Kayseri’ye asker dönüşü yerleşmişler ve tavsiyeyle aileler tanışmışlar. Annem bağ işlerinde çok becerikliydi, çocukluğu erkek evladı olmayan babasına yardımla geçmişti. Babam da çok evcimendi, birbirlerine bağlanmışlar.

Bazen Yalnız Kalmışımdır

Sizde hangisinin etkisi baskındır?

Bende anne ve babamdan çok dedemle büyük amcamın etkisi baskındır. Çünkü annemle babamın anneleri genç yaşta öldüğü için, sanki biraz öksüz büyümüş, ezilmiş ve aile büyüklerine bakarak yaşamışlar. Bende ezilmişlik, başkalarına bakarak yaşama eğilimi hiç yoktur. Bunun yerine, kendi yaşama biçimimi seçip kimseye aldırmadan doğru bildiğim gibi yaşama ve düşünme tavrı baskındır. O yüzden bazen yalnız kalmışımdır. Tabii aileme benzer yanlarım da var. Dindar oluşumu anneme, hasbî oluşumu da babama borçluyum gibi gelir bana…

Kaç kardeşsiniz, onlarla ilişkileriniz nasıldı çocukluğunuzda?

Biri kız, dört kardeşiz. Ablamdan bir yıl sonra ben doğduğum için, beraber büyüdük. Ablam anneme yardımcı oldu, iki erkek kardeşime, özellikle de şimdi rahmetli olan İsmail’e o baktı. Ben daha çok dışarıdaydım, ya dedemin yahut da babamın yanında, onlara yardımcı olurdum. Aramızda bir çatışma veya kıskançlık yoktu. Çünkü birbirimizi hep özlerdik.

Ailenizin ekonomik ve sosyal olanakları nasıldı?

İki başlı üvey oldukları için, babama aileden gelen bir sermaye yoktu. O yüzden babam önce babasının yanında saraçlık, kunduracılık yapmış, askerden sonra fabrikalarda çalışmış, ardından da takım ayakkabılar yapıp Kapalı Çarşı esnafına satarak geçimini temin ederdi. Babam yaz aylarında da ev tamirini çok severdi. O yüzden tanıdıklarının evlerindeki tamir ve badana işlerini yaparken, bir yandan da dedemin evinin selamlık kısmını müstakil hâle getirdi. Burası, babamın her yıl yaptığı ilâvelerle bizim için çok şirin bir ev olmuştu. Annemin dedesinden kalan bağla küçük tarlayı dedemin bize vermesinden ötürü, altı dönümlük bir arazi ve tepede bir ev yeri ile bizim için bulunmaz bir imkân olmuştu burası… Bağcılığı seven babam, evcimen yapısıyla bize “azıcık aşım ağrımaz başım” nitelikli bir orta sınıf hayatı sağladı. Okul hayatımın ilk dönemi böyle rahat geçti. Çok paramız yoktu, ama ihtiyacımız da yoktu.

Annenizle küçüklüğünüzde gezmelere gider miydiniz?

Elbette… Özellikle kış günleri komşu ve akrabalara gidilir, soba başında ısınılır, sonra sokaklarda kartopuyla üşünür, tekrar soba veya iskemleler etrafında oturulup kestane veya patates közlemeleri yenirdi. Küçük kardeşim İsmail özellikle bu gezmeleri renklendirirdi. Ayrıca kışın akşam gezmeleri de çok önemliydi. Babam ağdadan “Telteli” diye bildiğimiz pişmaniye yapar, yaşlı kadınlar da “Arap aşı” diye bilinen, acılı tavuk çorbası eşliğinde yenilen un yemeği unutulmazdı.

Annenizden ya da diğer aile bireylerinden masal ya da menkıbeler, efsaneler ve şiirler dinler miydiniz?

Annemin, çok ve sık ağlayan kardeşim İsmail’i susturmak için pek çok şey anlattığını biliyorum. Benden beş yaş küçük olduğu için, sıkıntılı halinden ötürü herkes onun gönlünü yapacak şeyler bulmaya çalışırdı. Bu arada evimize her hafta gelen yarı meczup bir adam vardı. Annemin babası yanında çalışmış, aslen Ermeni olması muhtemel olan bu Hamdi Emmi, sanki bir kitap kurduydu. Benim okumam için her hafta bir-iki kitap getirir, onları anlatırdı bana. Tuttuğunu koparan, ama parayla arası hiç hoş olmayan, dolayısıyla çalıştığı yerlerde sevilen, fakat para biriktiremediği için de hiç evlenmeyen Hamdi Emmi’nin evi-barkı da olmamıştı. Akrabalarından hiç söz etmeyen, olup olmadığı da bilinmeyen Hamdi Emmi, annemi kızı gibi bilir, bazen yıkaması için çamaşırlarını bize getirirdi. Çalışamaz hâle gelince kardeşim İsmail onu huzur evine yerleştirdi, orada öldü. Bu adamın hayatı bizim için hem bir menkıbe, hem de efsaneydi. Çünkü en sıkıntılı zamanlarımızda gelir, hepimize yardımcı olurdu.

Hamdi Emmi’nin Getirdikleri

Bu kitaplardan en çok hangisi sizi etkiledi?

Hamdi Emmi’nin getirdikleri içinde, Filiğin Emin’in Balta ile Öldürülmesi adlı kitap beni çok etkilemişti. Bu kitapta bir cinayetin araştırması sırasında Ermenilerin Kayseri’de katliam teşebbüsünü fark eden bir polisin tutumu anlatılıyordu. Kitabı basan matbaada bile bulunmuyor. Pek çoğunu kaybettiğim bu kitapların arasında taş basması hikâyeler, Kan Kalesi Cengi ve Kesik Baş Hikâyesi de bende unutulmaz izler bırakmıştır. Bağ komşumuz olan annemin babasının amcası Mahmut Emmi’nin de bu türden hikâye kitapları vardı, o da böyle kitaplara meraklıydı, Güvercin Hikâyesi’ni Mevlid gibi okur, gençlerin de okumasını isterdi.

Evinize yazılı kültür ürünlerinden hangileri girerdi?

Ben okula gidinceye kadar, Kur’an mushafı dışında bizim evde kitap bulunmazdı, çünkü okuyabilen yoktu. Kış geceleri gezmeler olur, yaşlılar anlatır, gençler dinlerdi. Ramazan’da babam işe gittiği için, annem beni sahur sonrası camilere götürür, hocaları dinlerdik... Ben ilkokula giderken Hamdi Emmi’nin Sümer Matbaası yakınlarında bir yerde çalışması, matbaacılarla ahbap olması, bizim eve daha çok kitap getirmesine yol açtı. Bunlar çeşitliydi…

İlkokula ne zaman başladınız? Okulla ilgili ilk izlenimleriniz nelerdir?

Kardeşlerim arasında yalnız benim doğum tarihim zamanında yazılmamış, çünkü babam o günlerde çalıştığı fabrikadan ayrılmış, düzenli bir işi olmadığından beni biraz geç yazdırmış. O yüzden ablamla aynı sınıfta okuduk. Ablamla karşılaştırılmamız hiç hoşuma gitmemişti. Bu yüzden ablam okulu bırakmış gibi oldu. Zaten o dönemde ilkokullarda yaşı çok büyük öğrenciler vardı, kızların yolunu keserlerdi ve sınıfta kalmak da çocuklar için bir kâbus gibiydi.

Tahsil Hayatımın İlk Yılları

Nasıl bir okulda okudunuz? İlk öğretmeniniz ile ilgili hatırladıklarınız. . .

Tahsil hayatımın ilk yıllarını Safa Bey İlkokulu’nda okudum. Eski bir konaktan bozulmaydı, iki katlıydı, ayrıca odunlarla kömürleri koymak için bir bodrumu vardı. Bina zemininin her tarafı tahta ile kaplıydı, yürürken gıcırtı sesleri duyulurdu. İlk sınıfta Müfettiş geldi ve bana adımı sordu. Halk arasındaki söylenişiyle “Mıstafa” dedim, o düzeltti ve böyle yanlışların yapılmaması gerektiğini öğretti bana. Daha sonra yeni yapılan Mehmet Karamancı İlkokuluna nakledildim. Buradaki öğretmenimi unutamam, iyi bir hocaydı. Önceki öğretmenlerden bende hiç iz kalmadı, çünkü sürekli değişiyorlardı ve bir de ablamı okuldan soğutmuşlardı.

Mehmet Karamancı İlkokuluna nakledilme gerekçeniz neydi?

Evimize ikisi de aynı mesafedeydi, fakat yeni yapı olduğu için yakındaki kalabalık okullardan öğrenci seçiliyordu. Babam değiştirmiş olabilirdi, çünkü Mehmet Karamancı okul olarak yapılmıştı, bahçesi de hayli genişti. Kardeşlerim de aynı okulda okudu. Bir de Nuh Mehmet Miyasoğlu hocaefendinin hakemlik de yapan, belki bu yüzden soyadını değiştiren oğlu Naci Bey bu okullarda hocalık yaptı, kardeşim İsmail öğretmeni oldu, ama bize özel bir ilgi de göstermedi. O dönemde Köy Enstitü çıkışlı öğretmen de çoktu. Bir çoğu sert hocalardı.

İstiklal Marşı sizin zamanınızda kemanla mı söyletilirdi?

Hayır, sadece Safa Bey İlkokulu’nda sanırım Köy Enstitü çıkışlı bir öğretmen, böyle bir tuhaflık yaptı, bizi tören için bina önüne topladı, keman çalarak İstiklâl Marşı söyletti. Belki o dönemde başka okullarda da böyle uygulama vardı, çünkü onlar her yere sazlarıyla giderdi.

Çocuk dergileri okur muydunuz?

Meslekten ilkokul öğretmeni olan Eflatun Cem Güney bir okul dergisi çıkarırdı, buradaki yazıların pek çoğu masal veya çocuk hikâyesi idi ve çoğunu da kendisi yazardı. Bunlar o dönemin ilkokul öğrencilerinin vazgeçilmez yardımcı kitaplarıydı. Bir de sonraki yıllarda çıkan Yavrukurt ve Karagöz dergilerini hatırlıyorum. Bunlar ders kitapları yanında okunurdu.

Ağır bir hastalık geçirmişsiniz küçük yaşta, bu nasıl bir süreç izledi?

İlkokul yıllarında yaşadığım tifo hastalığının bende köklü bir değişime yol açtığını ifade edeyim. Hastalığın seyrini iyi hatırlamıyorum, ama tifo olduğu, bulaşmaması için okula gitmemem gerektiği söylendi. Ardından kabak kulak olmam iyiden iyiye beni değiştirdi. İkisi de bulaşıcı olduğu için, hem kardeşlerimden, hem de sınıf arkadaşlarımdan epeyce bir zaman uzak durmam gerekti. Ben evimizin önündeki meydana bakan pencere önünden geçenlerle karları seyrederken öleceğimi düşündüğüm de oluyordu. Bu zamanı ders kitapları ile okul dergilerini okumakla geçirdim. Eflatun Cem Güney’in çocuklar için yazdıklarını okurken, karın yağışını seyrederken, ben de kelimelerden bir dünya kurmayı öğrendiğimi sanıyorum…

Sizi edebiyata götüren kitaplar desek. . .

Beni edebiyata götüren şeylerin başında, bendeki okuma aşkı başta gelir. Gördüğüm her kitabı okuma hevesi duyardım. Bu da kelimelerden bir dünya kurma alışkanlığından doğuyordu. Hamdi Emmi getirdiği kitaplarla teşvik ediyor, herkes bana bu okuyacak diye bakıyordu.

İkinci Dünya Savaşı ile ilgili hatırladığınız ya da duyduğunuz bir şeyler oldu mu?

Babam o dönemde ikinci defa askere alınmış ve dönüşte fabrikaya işçi olarak girmiş… Bu sırada karne ile ekmek satılırken fırıncı arkadaşıyla samimiyetinden ötürü, aile çevresine istediği kadar ekmek temin edebilirmiş… Fakat kalabalık arasında bazen kendisine bile kalmazmış… Seferberlik şartları yüzünden, bir akşam yemeğe oturulurken annemden su istenmiş, yemek bitinceye kadar annem sofraya oturamamış… Yani ben savaş sözüyle kalabalık ve kıtlık sözlerini hatırlıyorum. Çünkü Gülük Camii’ni buğday deposu yapan CHP, her yılın sonunda buğdayları boşaltıp yenilerini doldurmadığı için, hem halk aç kalmış, hem de camiinin duvarları çürüyen buğdaylardan ötürü bozulmuş… Bu duvarların tamiri yıllarca sürdürüldü. Halk düşmanlığı ancak böyle tezâhür edebilir. Bazen büyük dayımız gelirdi, bize yakın geçmişi, savaş yıllarını ve İstanbul’u anlatırdı. Babam da Hadımköy’de askerlik yaptığı için, o da söz ederdi.

Babanız sizi askeri okula göndermek istemiş neden?

Benim sonuna kadar okuyacağıma emin olduğu için, beni devletin okutmasını istiyordu. Çünkü devletin askeri o günlerde en çok güvenilen kesimdi ve henüz 1960 İhtilâli olmamıştı.

Bu konuda babanızla tartışma yaşadığınız oldu mu hiç?

Hayır, babamla aramızda çok büyük bir sevgi bağı vardı. “Seni okutmaya imkânım yok!” dediği için üstelemedim, fakat benim geleceğimle ilgili nasıl bir karar verdiğini de hatırlamıyorum. Babamın tok sözlü, çocuğu olmayan, o yüzden de bizi çok seven bir teyzesi vardı. “N’olacak bu oğlanın hâli?” diye sorduğunda, bir yıl sonra okula yazdıracağını söyledi. Yaşımı küçük yazdırdığını da hiç söylemedi; suçlanmak istemiyordu.

Okula bir yıl ara vermişsiniz yaşınız küçük yazıldığı için. Bu bir yılda neler yaptınız?

Babamın teyzesi bir tanıdığı vasıtasıyla, Kayseri Lisesi’nin karşı çaprazında, bir polis karakolunun altında bulunan bir berber dükkânına beni çırak verdi. Çocuklar başı-boş dolaşmaz, başına belâ getirir diyordu. Ben bu dükkânı sevdim, pek çok insan tanıdım orada. Ayrıca, pek çok adli vak’a için insanlar gelir, önümüzden geçerlerdi. Önemli olanları Berber ustanın kulağına kadar gelirdi. Ayrıca polisler de dükkâna uğrar, olaylara biz de şahit olurduk.

Hangi olaylara şahit oldunuz?

Yakında meyhaneler de vardı. Buradaki olayların kahramanları geceyi nezarette geçirirlerse, sabah çıkınca bunların bir kısmını görürdük. Usta mazbut bir adam olduğundan serseri taifesinden kimse dükkâna uğramazdı. Fakat bizim dükkânın karşısındaki lokantanın çok yakışıklı palabıyık sahibinin esrarengiz maceraları büyükler arasında fısıl fısıl konuşulurdu.

Fötr Şapkalı Müftü

Sizin doğduğunuz yıl ölen Miyasoğlu Mehmet Efendi kimdir?

Fötr şapka giyerek Kayseri’de 25 yıl müftülük yapan bu zat, İbrahim Kirazoğlu gibi pek çok talebe yetiştirmiş… El yazması manzum bir mantık kitabı olduğundan söz ediyor ondan söz eden kitaplar. Fakat futbol meraklısı oğlu öğretmen Naci Beyle anlaşamamış, ailesinin de parçalanmasını önleyememiş, defalarca dükkânına gelmesine rağmen dedemi ailesiyle barıştıramamış,  perişan bir hocaefendi. Okul sıralarında çocukluğum hocaefendiyle ilişkimizle ve bu parçalanmayı anlatmakla geçti sanki. Tahsilin insanı halktan koparışına tipik bir örnek…

Onunla ilgili Türkçe ezan ya da tek parti dönemi uygulamaları ile ilgili hatıralar dinlediniz mi?

Kayseri ulemasının öyle münferit çıkışları yoktur, en azından ben duymadım. Anlaşıldığı kadarıyla o da herkes gibi “Paşaya selam, işimize devam!” politikası izlemiştir. Hocaefendi de pek çok hoca gibi katıldığı ev toplantılarında halkın meseleleriyle ilgilenmek ve muhtaçlara yardım etmek geleneğini sürdürmüş, alâkası olan talebelere ders okutmakla yetinmiştir.

İlkokulda iken din dersi okudunuz mu?

Hayır, Gülük Camii’nin imamından kış günleri namaz sureleri öğrenmeye giderdik…

1959 yılında Kayseri Anatamir Fabrikası’nda açılan Orta Sanat Okulu’nun sınavını kazandınız. Bu okul askeri bir okul muydu? Kaç yıl okudunuz bu okulda?

Evet, askeri bir okuldu. Babam bu okulun kayıt günlerini, müracaat zamanını öğrenmiş, beni alıp götürdü okul müdürünün odasına. Binbaşı olan okul müdürü babamın kibarlığını ve nezâketini sevdi, bunu da ifade ederek kolaylık gösterdi. Oğlun şu konulara çalışsın, hafta başında gelsin, kazanır dedi. Berber ustamdan bir hafta izin istedim, vermedi. “Ya çalışırsın, ya da çıkarsın!” Ben o gün izin vermeyen ustanın benim istikbâlimi düşünmediğine hükmederek dükkandan ayrıldım, bir daha da dönmedim. Gerçekten de doğru karar vererek ayrılmışım. Çünkü benim hayatımı ve şahsiyetimi şekillendiren bu okul ve onun disiplinli havası oldu. Bu bir hayat tecrübesi olarak yaşanmadan anlaşılmaz. Türk edebiyatının en verimli yazarlarının çoğu, böyle sıkı eğitimden geçmiş insanlardır. Necip Fazıl, Nâzım Hikmet, Aziz Nesin ve Fazıl Hüsnü Dağlarca böyle şahsiyetlerdir. TSK’nın gücü, bu disiplinli eğitim gören personelden gelir. Ben bu okulda üç yıl yatılı okudum. Sabahları ders okur, öğleden sonra atölye vardı.

Okul Arkadaşlarım

Unutamadığınız arkadaşlarınız, anılarınız. Neler konuşurdunuz, hayalleriniz neydi?

Bekir Oğuzbaşaran ile Hasan Nail Canat, bu okuldan arkadaşlarımdır. Şimdi rahmetli olan Osman Görgüç de sınıf arkadaşımdı. Anatamir Fabrikası’ndaki arkadaşlarımla dostuz. Bu okulun bizi birbirimize yakıştıran yanı, aynı saatlerde mütalaaya girip aynı saatlerde ders yapma zorunluluğuydu. Kalifiye işçi yetiştiren bir askeri okula girmek, aslında okumak isteyenin kapana kısılması demekti. Okul ve atölye bizim için çelik kafes gibiydi, sonu hiç yoktu.

Akşamları roman okuma alışkanlığı bu yıllarda oluştu galiba?

Evet, hayatımızı renklendirmek için, her gün üç saat süren mütalaalarda dersten arta kalan zamanlarda roman okumak, bilmece çözmek veya bazıları için de bakar kör uyumaktan başka çare yoktu. Bunlara kaymayanlar gevezelikten disipline veriliyor, hafta sonları sokağa çıkamıyorlardı. Benim için Pardayyanlar ile İngiliz Kemal roman dizileri kurtarıcı olmuştur.

Casus romanları hala ilginizi çeker mi?

Maalesef bu iki roman türünü sonraki yıllarda bir daha hiç okumadım. Sonraki yıllarda Don Kişot’u nasıl bir zevkle okuduğumu tahmin edersiniz, çünkü onun sarakaya aldığı hususlar bu romanlarda bir hayli çoktu. İngiliz Kemal bir yana, Mike Hammer gibi Kemal Tahir’in benzerlerini yazdığı romanlara da sonraları hiç ilgi duymadım. Polisiye bence edebiyat değil...

Romanlar Yakılacak Kitaplardı

Okumalarınızı yönlendiren kimse var mıydı?

Hayır, bizim gençlik yıllarımızda romanlar hep “yakılacak kitap”lardı… O yüzden, biz elimize roman aldığımız zaman, herkes tarafından neden boşa zaman geçirdiğimiz sorulurdu. Esasen ben okumaların yönlendirilmesini de gereksiz buluyorum. Çünkü okumak, balta girmemiş bir bilgi ormanında yol almaksa, elbette yola çıkan kendine bazı yazarları rehber edinir. Onların kitapları yeterince güvenilir rehberlerdir. Biraz da insanın kabiliyeti olacak tabii...

Sinema merakınız da o yıllarda oluşuyor. Hangi filmleri izlerdiniz? Unutamadıklarınız?

Bir hafta boyunca yürüyerek 15 dakika süren evine gidememiş bir insanın, sürekli engellenme duygusuyla nelere ilgi duyacağı, muhayyilesini nasıl tatmin edeceği tahmin edilemez. Ben yaramaz bir çocuk değildim, ama maaşımızı alıp bizi yatılı okula hapseden bu askeri yönetimden hoşnut değildim. 27 Mayıs Demokrat Partili bir aile çocuğuna da hoş gelmedi.

 

03.10.2013 Dünya Bülteni

Bu haber toplam 1001 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim