• İstanbul 15 °C
  • Ankara 22 °C

Ödül mü verelim, armağan mı, mükafat mı?

D. Mehmet DOĞAN

Ethem Baran’a, “Sait Faik öykü ödülü” verildi. Değerli bir hikâyecimizdir, tebrik ediyoruz.

Saik Faik adına ödül veren “jüri” mesela, Tarık Buğra, Mustafa Kutlu gibi, Rasim Özdenören gibi 1970 sonrasının önemli hikâyecilerini değerlendirmeye almaya bile gerek görmemişti. Bu yüzden Ethem Baran’a ödül verilmesi güzel bir başlangıç olabilir.

“Ödül” büyük hikâyecimiz Sait Faik’in adına veriliyor.

Sait Faik, hayatı boyunca hiç öykü yazmadı! Armağanödül almadı. Çünkü onun zamanında “mükafat” verilirdi. Mükâfatı da CHP verirdi, ona da verilmedi.

Hayat hikâyesinde bu anlamda kayda değer tek bilgi var: 1953’te, ilk defa bir Türk hikâyecisi olarak, merkezi Amerika’da olan Mark Twain Cemiyeti tarafından şeref üyeliği verilmesi…

“Hikâyelerini okumayanların Türk vatandaşlığından çıkarılması gerekir” denelicek cinsten bir yazardır Sait Faik.

Hemşehrisi Fahri Tuna, bu “ödül” üzerine bir hikâyesini seçmiş, dağıtmış: Meserret.

Oteli.  (Oteller “hotel” oldu da “meserret” ne oldu?)

Kim bilir kaç yıl önce okuduğum güzel bir hikâye ile tekrar karşılaşmak beni ani bir heyecana sürükledi. Her şeyi bir yana bırakıp bir nefeste okudum ve  “İşte türkçe budur dedim!”

Sait Faik Türkçesi, yani Ömer Seyfeddin Türkçesi, yani Refik Halit Türkçesi, Necip Fazıl, Peyami Safa, Reşat Nuri, Memduh Şevket, Abdülhak Şinasi, Tanpınar… daha sayayım mı? Kısacası, “arıdil” hapını yutmamış türkçe!

Sonra konuyla ilgili açıklamayı okudum:

“Doğan Hızlan’ın başkanlığında toplanan Hilmi Yavuz, Nursel Duruel, Prof. Dr. Jale Parla, Metin Celâl, Prof. Dr. Murat Gülsoy ve Beşir Özmen’den oluşan Sait Faik Hikâye Armağanı Jürisi, ödül gerekçesini şöyle açıkladı: “Sait Faik’in özellikle son yıllarında ağırlık verdiği ‘doğa’nın şiirsel bir söylemle inşasına ilişkin biçemini, özgün bir dile getirişle yeniden ürettiği gerekçesiyle Ethem Baran’ın, Döngel Dünya adlı eserine oy birliğiyle verilmiştir.”

Bu cümlede geçen kaç kelimeyi Sait Faik’in kullanmış olabilir?

“Doğa, şiirsel, söylem, ilişkin, biçem, özgün, üretmek…” dışındakiler.

Bu normal bir değişme mi? Bir edebiyat metni “üretilir” mi? Yazılır, ibda edilir, hadi “yaratılır” da diyelim. Adına tertiplenen bir ödülde Sait Faik’in anlamayacağı kelimeler kullanmak neyin nesi?

Bakalım Sait Faik’in kullandığı kelimelerin tamamı ne zaman değiştirilecek. Bir gün gelecek, Sait Faik’in hiçbir kelimesinin olmadığı cümleler kurulacak ve yine onun adına “ödül” verilecek mi? Çünkü ailesi onun adına bir para tahsis etmiş. Yoksa çoktan biterdi bu oyun.

Yoksa, Sait faik’in dili türkçe değil miydi?

Eğer onun dili türkçe ise, bu dilin adı ne?

Peki, Sait Faik adına verilen ne?

Mükâfat mı, armağan mı, ödül mü?

İşte açıklama: “1955'te Sait Faik'in annesi Makbule Abasıyanık tarafından kurulan Sait Faik Hikâye Armağanı, 1964'ten itibaren Darüşşafaka Cemiyetince veriliyor. Sait Faik'in vasiyetnamesi doğrultusunda dönemin ileri gelen edebiyat ustalarından oluşturulan jüri, o yıl içerisinde yazılmış en iyi hikâyeyi seçerek “Sait Faik ve Makbule Abasıyanık Hikâye Mükâfatı”nı veriyor.”

Ey “dönemin ileri gelen edebiyat ustaları” işte Sait Faik’in 19 yaşında yazdığı hikâye. Bir onun güzel türkçe cümlelerine bakın, bir de kendi eserinize!

Yuh ervahınıza!

 

Sait Sait Abasıyanık

MESERRET OTELİ

İstasyona iki erkekle bir kadın indi. Yağmur çok şiddetli yağıyordu. Genç bir hamal, bu üç kişilik grubun eşyalarını yüklendi. Kadın hamala:

- Meserret Oteli’ne, dedi.

Hamal:

- Meserret Oteli’ne mi? diye sordu. Bu soruşta, işitmemekten değil, güzel bir sözü bir daha tekrarlatmak isteyen acemi bir haletiruhiyye var gibi idi. Kadının sesi, yağmurlu havanın içine daha madenî bir yağmur gibi düşmüştü. Erkekler, sessiz sedasız, ceketlerinin yakalarını kaldırmış, istasyon binasının içine doğru kaçıyorlardı. Genç kadınsa hamalın sorgusuna başıyla müsbet bir cevap verdikten sonra kırmızı muşambasını uçuran rüzgâra ve erkeklere doğru seğirtmekte idi. Birden geriye dönüp hamala:

- Çocuğum, dedi. Daha iyisi bize bir araba bulsan...

Arabaya birbirine sıkılarak yerleştiler. Hamal da eşyaları arabacının yanına birer birer koymuş; arabanın içine ve genç kadının bir erkek çocuk yüzü taşıyan kafasına dönmüş:

- Uğurlar olsun, demişti. Allah rahatlık versin!

Erkekler ilk defa seyahate çıkmışlara mahsus acemilik ve sersemlikle dolu idiler. Kadın, hamala:

- Eyvallah, dedi.

Araba hareket etti. Hamalın elleri açık kalmıştı.

Araba çamurların içine daldı. Yolcular, uzakça şehre doğru çekip gittiler. Neden sonra kadının aklına geldi.

- Ah, dedi, ne eşeğim. Hamalın parasını vermeyi unuttum. Erkekler, kadın, “ne berbat bir hava,” demiş gibi kafalarını salladılar ve sersemliklerine daldılar. Arabacı atlarına homurdanıyordu. Geniş sırtına rüzgâr esiyordu.

Kadın müteessir, arabacının sırtındaki rüzgâra bakıyordu.

Birkaç defa ona seslenmek istedi. Fakat cesaret edemedi. Bu sırtın ötesinde göreceği iki haydut gözüyle karşılaşmak mümkündü. Bütün bu sırt ve arka, manzarasından gözünün önüne bir kürek mahkûmunun kül rengi kafası, gözleri, katil hayatiyeti geleceğine emindi. Fakat birden kafasını ve kalbini dolduran bir cesaret ve tecessüs hamlesiyle:

- Arabacı, dedi.

Rüzgârlı, kalın sırt ürpermişti. Ürpermişti ama yağmurlu, ıslak kafasını çevirmemişti.

Kadın ikinci defa seslendi. Bir kafa homurdanır gibi döndüğü zaman kadın; hayalde yaratılan şeylerin hakikatteki aykırılıklarıyla karşılaşmaların ahmaklığıyla mı susmuştu?

Şimdi güzel ve köylü bir çehre, on üç yaşında bir çocuk yüzü ona soruyordu:

- Ablacığım ne oldu? Bir şey mi unuttunuz?

- Hamalın parasını vermeyi unuttuk da...

- Ziyanı yok abla, ben dönüşte kendisine veririm.

Arabacı arabadan inmiş, bir başka arabacı yerine gelmiş gibi, aynı sırt manzarası kadının gözlerinde yeniden peyda oldu. Ve kadın hayaline, tekrar bir haydut çehresi mıhlayarak, kasabanın çamurlu, ıslak, ölü çarşılarını seyre daldı.

Meserret Oteli, kasabanın en güzel oteli idi. Erkekler, acemiliklerini boyun bağlarını çıkarır gibi çıkarmışlar, otelciye isimlerini yazdırıyorlardı. Kadın, küçük salonu gözden geçirmekteydi. İsviçre’de, bir aile pansiyonunun şirin köşkünde, iki kış geçirmişti. Basit, kullanılmaya elverişli, çıplak denilebilecek kadar boş, fakat her şeyi tamam bir salondu. Anadolu’nun bu küçücük nahiyesinde bir İsviçre köyünün konforunu yaratan adamı görmek merakıyla; küçük bir masanın önünde, sandalyeye oturmadan, reverans eder gibi bükülmüş, yolcu kâğıtlarını dolduran otelciye:

- Bu otelin sahibi siz misiniz? diye sordu.

Genç adam kafasını kaldırmadan:

- Evet, benim, dedi.

Kadın evli misiniz diye sormak istiyor; bir Avrupalı kadın zevkiyle süslü ve muntazam salonu bu kafası tıraşlı adamın yapacağına inanmak istemiyor gibi duruyordu. Kadın bu suali her nedense sormadı.

Duvarda iki resim levhası vardı. Birisi bir bostan dolabının gölgesini ve şıkırtısını, kovaların akşam ışığıyla dolmuş parıltısını bir fotoğraf hissizliği ve mevsukiyetiyle aksettiriyor. Bir diğeri, acemi fakat çok hassas bir fırçanın, çok çabuk kaçan bir hayali zapt etmek için baş döndürücü bir acele içinde çırpındığı bir genç kız portresiydi. Otelci ile işlerini bitiren erkekler de bu genç kızın resminin önünde dikilmişlerdi. Bir tanesi bu portrenin üzerinde yaptığı tesiri ifade etmesini bilen bir çehre ile dalgın:

- Bu portrede, dedi, bir sürat var. Adeta ressam bu çehreyi yüz kilometre yapan bir trenin içinden geçerken durulmayan istasyonların birinde dikilmiş sıtmalı bir kız çocuk hayalini kafasında sonradan canlandırmış, büyütmüş de yapmışa benziyor.

Otelci de oraya bakıyordu. Gülümser gibi gözleri duvarda, resmi görmüyor, fakat o tarafa bakıyordu. Sessiz denilecek kadar haletiruhiyesizdi. Alışılan, özlenen bir çirkinliği, entelektüel bir yüzü vardı.

Mütevazı bir sesle:

- Hemşirem ölmeden birkaç saat evvel, dedi.

Hepsi tekrar gözlerini portreye çevirmişlerdi. Kadın, yüzünü dönmeden:

- Bu resmi siz yaptınız değil mi? dedi.

Erkekler otelcinin, “hayır ben yapmadım,” demesini bekliyor gibi bir hal almışlardı. Kadın sorduğu sualin cevabını almış kadar müsterih bekliyordu.

Otelci ağır ve düşünceli:

- Hayır, dedi.

Sanki erkekler geniş bir nefes almışlardı. Kadın bu menfi cevaba hayret etmemişti. Otelci devam etti:

- Bizzat kendisi yapmış. Bir arkadaşı aynayı tutmuş. O kendi eliyle, işte resimdeki gibi gülümseyerek... Bizzat kendisi yapmış.

Kadın bildiğimiz kadınlardan olsaydı otelciye, bu portrenin hikâyesini ondan kopara kopara alabilirdi. Yüzü lakayt bir mana almıştı. Erkeklerin sarışınına döndü:

- Bana, dedi, bir cıgara verir misiniz?

Otelci ağır ağır odadan çıktı. Birkaç saniye sonra tekrar içeriye girdi.

- Bir emriniz olursa, dedi, zili basarsınız. Garson size odalarınızı gösterir. Yatmadan evvel sıcak bir şey içmek arzu ederseniz size çay da hazırlayabilirim.

Otelcinin yüzü heyecanlıydı. Yüzlerce müşteriye yaptığı gibi, bir iskemlenin üstüne ters oturup gözleri görmeden resimde, hikâyesini anlatmayı gayrı şuurî arzu ediyordu. Fakat kadın:

- Teşekkür ederiz. Evet yatmadan evvel bir çay içebiliriz. Çok teşekkür ederiz.

Otelci ikinci defa çıktıktan sonra kadın, yol arkadaşlarına İsviçre’de tanıdığı bu ressam kızın macerasını anlatmak istedi. Sonra bu âdi hikâyeyi anlatmış kadar yorgun ve mecalsiz, hatta yarı yolda öte tarafı dinlenilmeyeceğinden korkmuş gibi sustu. Ve ölmüş arkadaşının hatırasıyla uzun müddet gözleri portrede düşündü. Aynayı tutarken söylediklerini şimdi birer birer ses, ışık, rüzgâr ve yağmur arası bir sükûtla yeniden işitiyordu.

- İstasyonda genç bir hamal eşyanı alacak. Sana birkaç defa, kadın sesi işitmek için, bir sözü tekrarlatacak. Sen ona para vermeyi unutacaksın. Kocaman sırtlı bir arabacı döndüğü zaman, on üç yaşında bir köylü çocuğu yüzüyle karşılaşacaksın, sonra arabacı arabadan inmiş de, bir başkası yerine oturmuş gibi aynı sırt manzarası karşında peyda olacak. Kasabanın ölü çarşılarını seyre dalacaksın. Belki hava yağmurlu olacak... Sonra ağabeyim... Gözleri, özlenen ve alışılan çirkinliği, entelektüel siması. Bana söz... Muhakkak gidip bir gece bizim otelde yatacaksın değil mi?

Varlık dergisi, sayı: 45, 09 Mayıs 1935

Bu yazı toplam 395 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim