Erbabına sözümüz yok, mihmandarlığımız elbette merhumu henüz keşfedenler için; Özkişi’nin birbirinden ilginç kurgu, teknik ve üslûpla kaleme aldığı öyküleri okunduğunda görülecektir ki devrinin, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ifadesiyle, “Devam et evladım, sen on tane Sait Faik edersin” dediği saklı kalan elmas gibi parıldamaktadır. Kanımca sadece hikâyelerine has bir yargı değildir bu elbette. Özkişi, romanlarında, kıvrımları belirsiz, tekniğin zıddına bir kurgu ve maalesef dar çerçeveyle sınırlı kalmış kahramanlar albümüyle ‘zil, şal ve gül’ diyerek Endülüs’ü hatırlayan Yahya Kemal’den ziyade,
Üçler Kırklar Yediler’in yazarı Mustafa Necati Sepetçioğlu’na yakın durur. Bu yakınlığı genosid ustalarının ahilikten öğrenecekleri çok şeyler olduğu akılda tutulmalı, ki barbarlığa amade kazıklı voyvodaların torunları veya klasik Yahudi ritüellerinin mason localarında uyandırdığı bir heyecan dalgası içindeki milliyetçilikten Allah var, ayırmak farz olsun. Kabuk bağlamış, örselenmiş, 1950 sonrası Türk milliyetçiliğinin ızdırap halinin daha çok bu eserler üzerinden okunduğunu söylemek çok zor olsa da popüler fantastik edebiyatın -dekor olarak az da olsa kullanılması dışında- Peyami Safa sonrası Sokakta ile yeniden gündeme geldiğini söylemek çok da rahatsız edici değil.
Bunun farkında olan başı sonu belirli milliyetçi ideologlar, edebiyatın hemen astında eğleşen Göç Zamanı’nın yazarını pek geç zamanlarda keşfetmişlerdir. Öyle ki, Köse Kadı’nın, Uçdaki Adam’ın, Sokakta’nın sesi pek solgun yazarına doksan sonrası tesadüf etmişlerdir. ‘Solgun bir adam’, zamanın soldurduğu arzularından hikâyeleriyle birlikte uçmağa varmış, değil Türk, belki de dünya edebiyatının soluğu böylece tıkanmıştır. Bu yargının -en azından- Türk edebiyatı adına önemini kavrayanlar, Köse Kadı’nın yazılış tarihi itibarıyla bir kehkeşan cümbüşü sunduğunu bilenlerdir. Kurgu, olay, zaman ve mekân dörtlüsü içerisinde, Yavuz Sultan Selim’in kayıp oğlu olan Köse Kadı’nın Macaristan sınırlarında, Devlet-i Ebed Müddet adına, soylu ve pek ‘acayip’ serüvenlere soyunmuş olması, popüler edebiyatın sonraları bir arka fon olarak Osmanlı’yı kullanmasının yolunu da açmıştır. Romanın serüvenler yumağı halinde, aklın sınırlarını zorlayan cinayetler, keşifler ve mücadeleler albümü oluşturması, bir gerçeği kelimeler vasıtasıyla dört başı mamur bir şekilde manalandırmak kaygısından başka bir şey taşımamaktadır.
Sokakta’nın bir klasik olarak ruhuna sinen Osmanlı terkibi içerisinde işaret ettiği husus
Özellikle ikibin sonrası popüler roman, daha çok din ve bahsi geçen ‘devlet’ mottosundan arındırılmış, alelade, çoğunlukla aşk ve zevk basitliğine hapsedilmiş serüvenleri merkez tutarak gelişmiştir. ‘Sol’un sahtelikleriyle savrulan sözde tarihî roman, diyalektiğin yapısı bozularak, felsefesi örselenerek gerçekliğinden hassaten uzaklaştırılmıştır. Zira Türk’ün tarihi, İslâm’dan ayrı düşünülemeyeceği gerçeği karşısında hayal gücünün ulaşabileceği sınırların dahi ötesinde yalanlar, üçkâğıtlar, sahtelikler romanın ruhunu derinden yaralamıştır. Oysa geleneğin şekillendirdiği roman, belgelerin, delillerin peşisıra kurgulanırken, Uçdaki Adamgibi eserler, Köse Kadı’nın devamı halinde geleneği yüceltmekle beraber gerçeği kutsamayı yeğlemiştir. Uçdaki Adam, Özkişi’nin tarihe bağlılığının milliyet düşüncesiyle neşet eden fağfurdan cümlelerin, zeki kahramanların, kıvrak akıl oyunlarının ve orijinal buluşların sergilendiği nehir roman serisinin ikincisini oluşturur.
Sırrımızı aşikâr edelim ki mevzu kavileşsin; belli ki Bahaeddin Özkişi’nin eserlerini neşreden yayınevinin cümle çağrıları arasında silinip giden bir ismin edebiyat âleminde sıkılmış bir yumruk gibi duran aşinasız ruhu fena halde daralmışa benzer. Bu dargınlığın ve de susuş kumkumasının bahsi geçen la yüsel taife ile yakından ilintisi olmalı; yargılar, son verişler, esirgemeyişler arasında suskun bir göçle başını masivadan maveraya uzatan Bahaeddin Özkişi, artık edebiyat mantığının ötesinde, hayırları yadsıyan kronik ve fakat insicamsız bir milliyetçiliğin sahiplendiği sıfatlarla sürdürmektedir varlığını. Sokakta’nın bir klasik olarak ruhuna sinen Osmanlı terkibi içerisinde işaret ettiği husus, bütünüyle unutulan alışkanlıkların serlevha halinde ilamından başka bir şey değildir.
10 Kasım 1975 tarihinde Türk edebiyatının çok önemli bir kalemi, henüz kırk yedisinde, Göç Zamanı’nın basımının gerçekleştiği gün baki âleme göçer. Bu göçüşün edebiyat adına önemli bir kayıp olduğu hususunda hiç şüphemiz yok, lakin kader adına emr-i hak vaki olduğunda susmak en güzelidir.
Reşit Güngör Kalkan yazdı
www.dunyabizim.com































Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.