• İstanbul 19 °C
  • Ankara 22 °C

Türkiye’nin aydınları ile Azerbaycan’ın ziyalıları

D. Mehmet DOĞAN

Türkçenin en büyük şairi kimdir? sorusuna farklı cevaplar verilebilir. Bu farklı cevaplar içinde Yûnus Emre ve Fuzulî en sık geçen isimler olmalıdır.

Yûnus türkçenin Anadolu’daki edebî başlangıcının büyük şairi olarak müstesna bir isimdir. Onun şiiri kültürümüzün dokusuna işlemiş, en ücra köylerde dahi annelerimiz yüzlerce yıl onun ilahilerini terennüm etmiştir. Bu terennümlerin yayılma merkezi ise tekkelerdir. Bütün Osmanlı coğrafyasında, türkçe konuşulmayan bölgeler dahil, Yûnus Emre adı bu ilahilerle yayılmıştır. Biliriz ki, 20. Yüzyılımızın büyük şairi Mehmed Âkif de onun ilahilerinin hayranıdır.

Tanpınar, Yunus Emre’yi divan şairi sayar. Sırf divanı olduğu için değil, kendinden sonrakilere açtığı yol için de bu doğrudur. Bazılarının onu “saz şairi”, “ozan” saymaları fanteziden ibarettir. “Yûnus divan şairi değildir, halk şairidir” iddiasını bir de “o öztürkçe yazmıştır” iddiası takip eder.

Yûnus düpedüz türkçe yazmıştır! Ne öz ne de övey türkçe yazmamıştır! Yunus Emre’nin şiirlerindeki kelimelerin yüzde 49’u türkçe asıllıdır. Geri kalanı? Yüzde 31’i arapça, yüzde 13’ü farsça! Latince, yunanca kelimeler de kullanmış. Bu o zamanki halkın dil hazinesine işaret eden bir sonuçtur.

Fuzulî: Akkoyunlu, Safevî ve Osmanlı

Gelelim, Fuzulî’ye. Fuzulî iki arada bir derede bir şair olmasına rağmen, devrinde çok tanınmış, değeri anlaşılmış bir şahsiyettir. Ne demek “iki arada bir derede”? Mehemmed Fuzulî, onun zamanında değişen sınırlar dikkate alınırsa, eninde sonunda “Osmanlı şairi”dir. Fakat Kanunî’nin Bağdat’ı fethi öncesinde Safevî Devleti’nin sınırları içinde bir coğrafyadadır, dolayısıyla bugünkü mantıkla “Safevî şairi”dir! Ondan önce de o coğrafyanın hâkimi Akkoyunlulardı. Fuzulî Akkoyunlu Elvend beye, Şah İsmail’e de kaside yazmıştır, Sultan Süleyman’a da!

Gelin de çıkın işin içinden! Bir şair üç devlet!

Osmanlı merkezi Fuzulî’yi taşrada olmasına rağmen benimsemiştir. Döneminin tezkirelerinde adı anılmış, şöhreti teslim edilmiş bir şairdir. Âşık Çelebi Osmanlı’nın en geniş tezkiresi Meşairüşşuara’sında Fuzulî’ye yer vermiştir. Hatta minyatürlü nüshasında resmi de çizilmiştir. Devrinin Hasan Çelebi, Ahdî, Beyanî, Sadıkî tezkireleri ile sonraki yüzyıldan Riyazi, Faizî Fuzulî’yi tezkirlerinde vasfetmişler, övmüşlerdir.  

emyhduxxuae9pwu.jpg

Bağdat’ın fethi onun ünlü Osmanlı şairleriyle tanışmasına da vesile olmuştur. Bağdat seferine katılan Hayalî ve Taşlıcalı Yahya ile görüşmüş olması kuvvetle muhtemeldir. Fuzulî Leylâ ve Mecnûn’u Osmanlı şairlerinin teşvikiyle kaleme aldığını kitabın başında kaydediyor. Gölpınarlı, Fuzulî’nin Necatî Bey’in eserlerini yakından tanıdığını belirtiyor.

Fuzulî’nin Osmanlı merkezindeki tesiri için şunu söyleyebiliriz: Osmanlının sultanüşşuarası Bâkî onun “usanmaz mı” redifli gazelini tahmis etmiştir, yani üç mısra ekleyerek beşlemiştir.

Beni candan usandırdı, cefadan yar usanmaz mı

Felekler yandu ahumdan muradım şem’i yanmaz mı

İşte Bakî’nin mısraları:

Duyuldu râz-ı pinhanum dükenmez ah ü efgânum

Yıkıldı kalb-i viranum feragat üzredür cânum

Akar eşk-i firavanum çıkar eflâke nâlânum…

Fuzulî bir an İstanbul’a geldi de kendi şiirini tahmis etti desek, yeri var! Fuzulî’nin Su Kasidesi’nin Osmanlı şairlerini derinden etkilediğinin örneklerinden biri de Bakî’nin su redifli gazelidir:

Âşıkâne günlüni akıtmayaydı yâre su

Olmaz-ıdı vâdi-i ışka düşüp âvâre su

Fuzulî dilimiz ve edebiyatımız bakımından o kadar mühimdir ki, onu kimsenin görmezden gelmesi mümkün değildir. Onun şiiri, Nevaî yani Çağatay şiiri ile Anadolu sahası arasında bir köprü olarak görülebilir. Öyle bir dille yazmıştır ki, Anadolu, İran ve Türkistan onu anlamış ve benimsemiştir. Fuzulî klasik şiirimizin eserlerine en çok nazire yazılan şairidir.

Onun hem yüksek kültür muhitlerinde hem de geniş halk kitleleri içinde yüzyılımıza kadar yaşadığını, divanının yaygın olarak ezberlendiğini biliyoruz. Tekkelerde şiirleri bestelenerek okunmuş, okuma yazma bilmeyen insanlar bile onun divanını ezberlemiştir.

Evliya Çelebi, Trabzon şairlerine övgü faslında şair Gınayî’den bahseder. Gınayî Kamus-ı Ahterî ve Fuzulî Divanı hâfızıdır. Diyarbekir şairlerini anlatırken ekseri Fuzulî ve Ruhi-i Bağdadî tarzı kaside perdaz olduklarını belirtir. Bitlis’te sıbyan-ı ebcedhanların (ilk mektep talebelerinin) Hafız Divanı, Bostan, Gülistan ve Fuzulî Divanı’nı ezber ettiklerini anlatır. Mısır’da Gülşeni tekkesinde Fuzulî beyitlerinin okunduğunu aktarır…

Neden şimdi Fuzulî’yi okuyup anlayamıyoruz?

“20. yüzyılın sakil milliyetçiliği, türkçülüğü bu sonucu doğurdu” desem, esamiyi üstüme sıçratmış olurum! Fakat söylemek zorundayım: Fuzulî, şiir dünyasının dinî arkaplanı yüzünden ve dilinden ötürü, 20. Yüzyılda bir kenara konulmuştur. O dilin nasıl bir müşterek türkçe olduğunu yukarıda belirtmeye çalışmıştım. Onun divanı Latin harfli olarak ancak 1950’lerde yayınlanabilmiştir. Aslında dil devrimi, işte Yûnus Emre’den, Fuzulî’den başlıyarak türkçeye karşı yapılmış bir devrimdir! Dil devrimini benimseyen bir kimse, Fuzulî’yi okuyamaz, şiirlerinden zevk alamaz! Onlarda sadece sahte bir Yûnus Emre sevgisi vardır ama onu da gerçekten okuyunca, sevmekten vaz geçerler.

Üniversite yıllarında Varlık dergisinde yayınlanan bir yazı hatırımda, yıl 1972 galiba. O zamanın meşhurlarından İsmet Zeki Eyüboğlu “Ölü edebiyat” başlıklı yazısında divan şiirine ve Fuzulî başta olmak üzere divan şairlerine verip veriştiriyor. Hatırımda kalan, bu yazıya Türkiye’den ciddi bir tepkinin gösterilmediği veya cevabın verilmediği şeklinde. Fakat Azerbaycan’dan yükselen bir ses şöyle söylemişti: “Yel kayadan ne aparır?”

Yel kayadan ne koparır?

Fuzulî ve onun şiiri metin ve çetin bir kaya, bugün kimsenin hatırlamadığı Eyuboğlu gibi esip geçecek bir yel ona nasıl hasar verebilir ki? Varlığın bu sayısını alıp saklamıştım. Bir gün dağınık kütüphanemin bir yerlerinden çıkma ihtimaline güveniyorum! (Varlık’taki bu yazıyı bulup fotoğrafını gönderen Ercan Yıldırım’a teşekkürlerimle)

Asıl hasar veren, klasik şairlerimizi okunmaz kılan Türkiye’de uygulanan kıyıcı dil siyaseti!

Azerbaycan’dan yükselen sesin sahibi, Bahtiyar Vahabzade idi. O sıralar Türkiye’de bilinen tanınan bir isim değildi. Her nasılsa, o zamanın şartlarında Varlık dergisindeki bu yazıyı görmüş, okumuş ve en yüksek perdeden cevabını vermişti.

Bahtiyar Bey’in Varlık’ta yayınlanan yazısında, muhtemelen Yaşar Nabi tarafından yazılmış kısa bir takdim var:

“Ağustos sayımızda çıkan İsmet Zeki Eyuboğlu’nun “Ölü edebiyat” başlıklı yazısı bizde yankı uyandırmadı ama ta Azerbaycan’dan geldi tepkisi. Ünlü bir Azeri yazarın. “Edebiyat ve İnce Sanat” adlı dergide yayınlanan ve elimize geçen bu yazısını, hiçbir lehçe değişikliği yapmadan da kolay anlaşıldığı için aynen veriyoruz.”

Bahtiyar Bey, Eyyuboğlu’nun “Ölü Edebiyyat” yazısını okumuş ve “teecüblenmiş”tir. Nasıl şaşırmasın ki, son asra kadarki Türk edebiyatı “ölü edebiyat” olarak adlandırılmakta, tasavvuf edebiyatına iftira atılmaktadır. Bir yazar olarak klasikler hakkında verilen adaletsiz hükmü yahut nezaketsiz fikri umumiyetle, edebiyata, sanata, medeniyete bir kasd ve garez olarak görmüştür. Eyuboğlu, Fuzuli’nin dilindeki arapça ve farsça kelimelere bakarak onu taklitçi bir şair olarak nitelemiştir. Elbette Fuzulî’nin dilinde Arab ve Fars terkibleri vardır, lâkin bu, taklidçilik değildir.

Vahabzade burada önemli bir noktaya temas eder ki, dil devrimi zihniyetinin temel yanlışını böylece ortaya koyar: “Burada dilin tarihiliğini nazara almak lâzımdır.” Dil, onu konuşan halkın kültürünün ve tarihinin eseridir. Bu dikkate alınmadığında, hatta inkâr edildiğinde esasen, dil inkâr edilmiş olur. Vahabzade, dünyada saf dil olmadığını, Avrupa’dan örneklerle anlatır. Avrupa karşısında diz çöken Eyüboğlu Avrupalıların klasiklere saygısını öğrense idi, kendi klasiklerimizi inkâra kalkışmazdı. Dünyada hiçbir halk, dilinin tamamen saf olduğunu iddia edemez. Hatta Avrupa’da belli bir döneme kadar edebî eserler latince olarak yazılmıştır. Avrupa kendi klasiklerini bildiği gibi, Fuzuli’yi, Nesimi’yi ve Nizami’yi de bilir. Fuzulî çokdan beri dünyanın şöhretli şairidir, gezegenimizin övüncüdür. Fuzulî fikir kahramanıdır. Bu saygıyı, öz sanatı ile kazanmıştır. Eyuboğlu gibiler için de vakti ile şöyle demiştir:

Pehlevanlar badpâler seğridende her yana,

Tifl hem cövlan eder, amma ağacdan atı var.

(Pehlivanlar, yel ayaklılar her yana koştuğunda, tıfıl da dolaşır, ama ağaçtan atı ile!).

En ilgi çekici hususlardan biri, ateistliği devlet siyaseti mevkiine yükseltmiş Sovyetler Birliği vatandaşı olan Vahabzade’nin tasavvuf edebiyatını, “laik Türkiye”nin bir yazarına karşı ders verircesine savunmasıdır.

“Ebedî varlık, yani Tanrı gü­zeller güzelidir. Bu güzeller gü­zeline kavuşmak - dünyada en büyük saadet olan ebedî hakikate ulaşmak demektir. Bu ebedî varlık, saadet ve hakikate ulaşmak için insanda, her şeyden evvel, aşk ve muhabbet olmalıdır. Mevlâna, Nesimi ve Fuzuli için aşk insan faziletinin en yüksek zirvesidir. Ebedî saadete ve hakikate kavuşmak için kuru delilleri, sınırlı dinî ve tarihi hadiseleri, âyin ve hükümleri bilmek yetmez. Bunun için sevmek lâzımdır. Sevmek ve sevilmek, başkasının saadetinden haz almak, bu dünyadaki bütün nimetlerden faydalanmak, ahiret namına hayat güzelliğinden imtina etmemek, dünyayı sevmek ve onu idrak etmek, dar görüşlere karşı mücadele etmek ve bu yolda lâzım gelirse candan geçmek – hakiki sufilerin meramı idi. Bütün bunlar gelişmiş yönler değil mi? Tasavvuf edebiyatından bunları öğrenmek ve çağdaş gençliğe öğretmek az iş midir?” (Türkiye türkçesine yaklaştırılmıştır).

Vahabzade, klasik edebiyata “ölü edebiyat” diyen Eyuboğlu’nun ismini saydığı nice şairlerin nice yüzyıldır yaşadığını ve yaşamaya devam edeceğini, onların cismen ölü, fakat fikren diri olduklarını, asıl ölülerin ise ebedî dirileri ölü sayanlar olduğunu belirtir.

Yazı, Vahabzade’nin şivesiyle şöyle biter:

“Bu setirlari yazarken mene ele geldi ki, Nesimi ve Füzuli uca bir kayanın zirvesinde dayanıb Eyyüboğlunun hücumuna, menim de müdafieme (savunmama) gülürler. Ona göre ki, bu şehsiyyetlerin Eyyuboğlu kimilerin hücumundan korhusu yohdur, menim kimilerin de müdafiesine ehtiyecı…O ki, kaldı aşağıdan yuharı kayanın zirvesine olan hücumlara, bu hakda halk gözel deyip: ‘Yel kayadan ne aparar?!’”

Bu yazıdaki muhtevaya bakarak, o zamanki Türkiye şartlarında bazı kısımlarının budanmış olabileceği, tam metin olarak dergide yer almamış olabileceği zihnimin bir yerlerine yerleşmiştir. Yazı bu muhtevası ile elbette Türkiye’deki aydınların, entelektüel geçinenlerin sığlığını, kifayetsizliğini yeterince ortaya koymaktadır. Fakat bu belli çerçeveler dahilindedir. Yazının bu sınırları aşan bir arkaplanı da olmalıdır.

Vahabzade’nin yazısıyla tam metin olarak Türkiye’de Türk Dünyası Dil ve Edebiyat Dergisi ‘nin 31. Sayında karşılaşınca, epeyce heyecanlandım.

Metni yayına hazırlayan Yücel Özkaya, “Bahtiyar Vahabzade’nin bu cevabı Bakü’deki Edebiyyat ve İncesenet (1972) adlı haftalık edebiyat gazetesinde yayımlandıktan sonra yazarın Senetkâr ve Zaman (Bakü 1976) adlı eserinde de yer aldı” diyor ve “Bu metin Senetkâr ve Zaman adlı dergiden alınmıştır” kaydını düştükten sonra Varlık’taki metinle farklılıkları olduğunu belirtiyor. (Herhalde sehven kitap yerine “dergi” denilmiş).

Bu farklılık, ona göre, yazının genişletilmesinden kaynaklanmaktadır! Tabiî bizim, Edebiyyat ve İncesenet’teki metni görmemiz mümkün olmadı, kendisi de görüp görmediğini belirtmiyor. Fakat kanaatimiz, yazıya sonradan bazı ilaveler yapıldı ise, bunun açıklayıcı mahiyette olduğunu tahmin ediyor, esastan değişmediği düşünüyoruz. Yani yazı bütünlüğünü etkileyen bir değişiklik sözkonusu olmamıştır.  

İlk bakışta, metnin, bir hayli kısaltıldığını söyleyebiliriz. Varlık’taki metin 1200 kelime civarındadır. Bizim bu metinde farklı olduğunu tesbit ettiğimiz kısımlar ise 1470 kelimedir. Yani eğer Varlık’taki yazı esas metinse, eksiltilen kısım esas metinden hayli fazladır!

Çıkartıldığını düşündüğümüz kısımları özet olarak aktaracağız. Burada önemli husus: Çıkarılan kısımların, Varlık’taki metni tamamlayıcı mahiyette olmasıdır. Taklidin doğrudan kötü bir şey olduğunu söyleyen yazar, “Başdan fesi götürüb, evezinde Avropa panaması ġoymaġla yénileşmek, ‘Avropalılaşmaġ’ olmaz. Esas mesele başın çölünü deyişmekde déyil, içini deyişmekdedir.” [Esas mesele kafanın dışını değişmek değil, içini değişmektedir].

Kendisinin kökünün üzerinde biten bir ağaç olduğunu belirten yazar, hiçbir zaman öz kökünü inkâr derecesine kadar alçalmadığını belirtmekte ve Azerbaycan’da Fuzuli için anıt yapıldığını, bir vilayetine adının verildiğini, Bakü’nün bir caddesinin onun adını taşıdığını, 400. Yılında büyük bir jübile yapıldığını belirtiyor ve Eyüboğlu’na “Füzuli’ye hansı hörmeti göstermisen ki, bugün onu inkar da étmek isteyirsen?” sorusun yöneltiyor.

Yine uzunca bir parçada Türkiye’de klasik edebiyata saldırının sebebini araştırdığını, 1920’lerde Türkiye Cumhuriyeti kuruldukdan sonra “kéçmiş istibdada büyük nefret neticesi olarak, subjektiv bir edebi-medeni herekat” meydana getirildiğini belirtiyor. Bazı siyaset ve ideolojiye hizmet edenlerin hissi davranarak, despotizm rejimi ile beraber, o devrin edebiyatını ve medeniyetini de inkâr ettiklerini belirtiyor. Bunlar Türkiye’yi Avropa memleketi ilan etdi, aşırı bir kosmopolitizme yuvarlandı, atababalarından kalan mirasla alay etmeye, ondan utanmağa, batıdaki manalı manasız edebî cereyanları, sun’i şekilde Türkiye’ye taşımağa başladılar. Ayni değişikliği dil üzerinde de yaptılar. “Esrler (asırlar) boyu Türk dilinde yaşamış ve bu dilde vetendaşlıġ hüġuġu ġazanmış Ereb ve Fars menşeli sözleri de dilden ġovub evezinde [karşılık olarak] sün’i sözler yaratdılar (Mes:, “müellim” sözü evezine “öyretmen”, “mekteb” evezine “okul”, “inkişaf’ evezine “gelişme” vs. kimi). Neticede, “oğul atadan, yéni nesil köhne nesilden, budaġ kökden ayrıldı. Genclik dede-babadan miras ġalmış böyük bir ḫezineden ayrı düşdü.”

Vahabzade, netice olarak, Türk şair ve yazarlarının Avrupa’da sosyal buhran sonucu ortaya çıkan dekadansa (soysuzlaşma) uyup milli zeminden doğmayan, halkın derdlerini yansıtmayan sün’i “senet (sanat) eserleri” ortaya koymaya başladılar. Halk bunlara ilgi göstermeyince “Putları kırıyoruz” kampanyaları yaptılar. Klasik edebiyat de hedef aldılar.

Türkiye ile aynı yıllarda Azerbaycan’da da inkılapçı şair ve yazarlar kabiliyetsizliklerin örtmek için klasik medeni ve edebi mirası inkâr edip yeni bir “poroletar medeniyeti” yaratmak fikrinde olduklarını bildirmişlerdir. “Elli ilden (yıldan) artıġ (fazla) bir müddetde Türkiye’de davam éden bu prosésin [sürecin] neticesidir ki, Éyyuboğlu türk ḫalġının esrler boyu yaratdıgı medeni ve edebi irsi (mirası) tamamile inkar étmek cesareti tapmışdır (bulmuştur)”.

Vahabzade, Eyuboğlu’nun yazısındaki fikirleri birçok noktadan çürütür. Onun bir makalesi ile bir halkın nice asırlık edebiyatını, sanatını, ictimai fikrini yerden yere vurduğunu, geçmişini beğenmediğini, atasını inkâr ettiği belirttikten sonra ben ona bir ata sözü ile cevap vermek istiyorum der: “Geçmişine gülle atanın geleceğine top atarlar!”.

Bahtiyar Bey, bu yazıda Eyüboğlu’nun dilini de tenkid eder. Onun dili de fikirleri gibi sun’i ve dolaşıktır. “Buna baḫmayaraġ, o özü iddia édir ki, ‘Dili toplumun dilinden olmalı aydının’. Bu ne cümledir? Türk ḫalġlarının héç birinin dilinde béle cümle ġuruluşu yoḫdur. Hele buradakı ayrı-ayrı sun’i sözleri démirem. Éyyuboğlu yuḫarıdakı cümlesi ile démek isteyir ki, ziyalıların (aydınların) dili ḫalġın dili ile éyni olmalıdır. Düz fikirdir. Ancaġ görek, bu fikrini ifade étmek üçün ġurulan cümle Türk cümlesidir mi? Hansı (hangi) Türk ḫalġının dilinde mübteda aḫıra (özne sona) düşür (gelir)?”

          Türkiye’nin aydınları, Azerbaycan’ın ziyalıları

Eyuboğlu’nun yazısı, Türkiye’de tipik aydın zihniyetinin yansıması olarak dışa vurulmuştur. Türkiye’nin aydınları, entelektüel geçinenleri, bu yazıda ortaya konulan görüşlere karşı çıkan bir konumda olmamıştır. Hatta diyebiliriz ki, o zaman bu konuların aydınlar arasında -standard cumhuriyet aydınları dışında istisnaî küçük bir zümre dışında- tartışılması bile söz konusu değildir. Bütün bu iddialar geniş bir kabuller zincirinin parçasıdır. Hatta böyle fikirlere sahip olmanın aydın olmanın gereklerinden sayıldığı dahi söylenebilir. 

Bir Azerbaycan ziyalısı (aydını) olan Bahtiyar Vahabzade ise, göğsünü gere gere, milletin değerlerini red ve inkârın doğru olmadığını, örnek alınan Avrupa’nın şeklen taklidi ile bir yere varılamayacağını söylemektedir. Bunu nasıl anlamalıyız?1920’li yıllardan beri Sovyet baskısı altında bulunan Azerbaycan ziyalıları tarihine, diline, kültürüne sahip çıkarken, “bağımsız” Türkiye’nin aydınları kendi tarihlerinden, kültürlerinden ve köklü dillerinden nefret etmektedir.

Bahtiyar Vahabzade’nin söyledikleri Azerbaycan’da Sovyet döneminde dahi dile müdahale edilmediğini gösteriyor. Evet alfabe iki kere değiştirilmiştir (önce Latin harfleri, sonra Kiril), fakat ne Azerbaycan’da ne başka Türk topluluklarında dil devrimine tekabül eden bir süreç yaşanmamıştır. Aydınlar dillerine, kültürlerine, değerlerine her şeye rağmen sahip çıkmıştır. Bahtiyar Vahabzade işte bu güvenle konuşmaktadır.

Bu yazı toplam 319 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim