Bin aydan hayırlı gece -itibarî de olsa- geride kaldı. Ramazan hilâli inceldi ve o görünmez olduğunda, bayramla müşerref olacağız.
Ramazanın maddiyatı iyi. Ciddî bir ekonomisi var, bazı sektörleri canlandırıyor. Dolayısıyla Ramazan'ı iple çeken iş çevreleri, piyasa, pazar var. "Ramazan olmasa, önce onlar ayağa kalkar" desek, fazla mı mübalağa etmiş oluruz? Tabiî, Ramazan ticarete mâni değil.
Ramazan'a mahsus ürünler medya pazarında da arz-ı endam ediyor. Eskiden TRT'nin sınırlı yayını vardı. Cumhuriyetin dokunulmaz alanları ile tahditli Ramazan yayınlarını bizim nesil iyi hatırlar. Kur'an dahi bu gözle okutulurdu. Sakıncalı âyetler ve okunabilir âyetler, sûreler vardı anlayacağınız...
Konuşmacıların ne konuşabileceği belli idi. Yasak alanlara girilmezdi. İçkinin, faizin aleyhinde konuşulamazdı. Ayrıca da işin ehli değil, işi Cumhuriyet kitabına uyduranlar konuşturulurdu. Epeyce asker veya asker mantığı güden konuşmacı dinî yayınların daimi elemanı idi.
Bunlar geride kaldı. Bu devirden iki şey unutulmamalı...
TRT radyo ve televizyonlarında dinî mûsıkî, tasavvuf müziği yarım asır aradan sonra Ramazan sayesinde avdet etti. Ankara Radyosu'nda Ahmet Hatiboğlu, 1970'lerden itibaren dinî müziği sesiz ve derinden giderek canlandırdı. Kaliteli dinî müzik ilk oradan kulaklarımıza ulaştı. (12 Eylül darbecilerinin, televizyonda dinî mûsıkî yayınını durdurmaları tesiri hakkında bir fikir verebilir.)
Bir de Yunus Emre'nin şiirleri, eski Ramazan programlarının vazgeçilmezi idi. Zihnimde, Rıdvan Çongur'un o içe işleyen, tok sesi kalmış. İster istemez, iftarda sahurda bir çok televizyon yayınını tarıyoruz. Çok azında tevaffuk ediyoruz. Çok konuşmacı, çok lâf, çok hesap, çok akıl, çok fikir, çok nasihat....
Elbette bunlarsız olmaz. Fakat sadece bunlarla da olmaz! Ramazan maneviyatını ifade edecek, gönülleri şenlendirecek, ruh estirecek şeyler de lâzım.
Hiçbir kanalda Yunus Emre'ye rastlayamadım. Belki bana tesadüf etmedi. Yani sonsuzu arayan sanatçıların içe işleyen, bir mısrada bin kitap etkisi uyandıran sözlerine... Bunun en güzelini Yunus Emre söylemiş. 8 asırlık sözlü kültürümüzün temelinde onun ilahileri var. Yüz yıldır da yazılı kültürümüz Yunus'u tanıyor ve tanıtıyor.
Doğrusu, gittikçe yavanlaşan bu tür yayınlar karşısına aklıma Ramazan günü bir Yunus Emre divanı bulup, sözün güzelini okumak geldi. Kütüphanemden uzaktayım. Bir tek Burhan Toprak'ın Yunus Emre Divanı var elimin altında. (Nedense onunla ilgili olumlu bir kanaat yok zihnimde.)
Son defa Eskişehir Odunpazarı Belediyesi yayınlamış (2006). Güzel bir baskı. Metnin 1950'de yapılan 3. baskının tekrarı olduğu anlaşılıyor.
Burhan Toprak edebiyat tarihçisi filan değil. Yabancı okullarda, Fransa'da Sorbon'da okumuş, dönünce Güzel Sanatlar Akademisi'nde hocalık yapmış, bir süre müdürlükte bulunmuş. 19. yüzyılın sonunda basılan taşbaskı divanlardan sonra ilk Yunus Emre Divanı'nı o hazırlamış ve 1934'te basılmış. Böyle bir adamın Yunus'la ne işi olur? İlk baskının başlangıç yazısının ilk cümlesi açıklıyor: "Yunus Emre'yi bulmadan önce Türk edebiyatının havasından bunalıyordum."
Saz şairleri lüzumundan fazla tek düze ve bayağıdır, divan edebiyatının kendine mahsus sanatları, kaideleri ve tekrarları vardır... Burhan Bey, Alp dağlarında sanatoryumda Pascal okurken, aklına lisede edebiyat hocasının bahsettiği Yunus Emre gelir. İstanbul'a yazar, on beş gün sonra Yunus Divanı eline ulaşır. O günden sonra da bu kitabı yanından ayırmaz...
Burhan Toprak'ın Yunus'la ilgili araştırmaları dikkatle okuduğu, metni de ciddi şekilde değerlendirdiği anlaşılıyor. Elimizdeki baskıya eleye eleye yüzün biraz üzerinde şiiri "Yunus'undur, Yunus'a yakışır" diye koymuş. Bir hayli yazma divanı elden geçirip, binden fazla "Yunus" şiiri gördükten sonra yapmış bunu.
Yunus Emre... Yazılı hafızamızın asırlarca unuttuğu, 20. yüzyılda yeniden kazandığı bu büyük şahsiyetin Türkiye'nin onlarca yerinde mezarı var. (Yurtdışında da vardır elbette). Daha doğrusu, "Burası Yunus'un mezarıdır" diyor oranın halkı. Yunus'u kendinden biliyor, toprağında yatmasa da kendinin ama, fazla maddî bakılıyor.
Yunus'un bir çok yerde mezarı var ama, bir "hece taşı" yok! "Hece taşı" da ne? Bunu bugünkü nesiller bilmez her halde. Mevtanın kim olduğunun yazılı olduğu mezar taşı!
Başları üstünde hece taşları/Ne söylerler ne bir haber verirler
Yunus Emre, "olmasa da ne gam!" der gibi.
"Ölürse tenler ölür, canlar ölesi değil" diyen o değil mi?
O maneviyat estiren şairden üç beş mısra okuyucularımla paylaşayım dedim ama, seçmek ne müşkil:
Şu mısra ne kadar güçlü bir Peygamber muhabbetinden kaynaklanıyor değil mi? "Hak yarattı âlemi aşkına Muhammed'in."
Çeşmelerden bardağın, doldurmadan kor isen
Bin yıl durursa, kendözünden dolası değil
Nitekim ben beni bildim, yakın bil kim Hakk'ı buldum
Hakkı buluncayadı korkum, şimdi korkudan kurtuldum
Sekiz uçmağın hûrisi, eğer bezenüp geleler
Gönlüm sevdiğinden özgeyi hiç kabul etmiye
Canlar canını buldum bu canım yağma olsun
Bostanlar başın buldum bostanım yağma olsun
Şekeri ayruğa sunup sen ağu tada mısın
Kimler ala kimler vere ben bir ulu dükkân oldum...
Az söz er yüküdür, çok söz hayvan yüküdür
Bilire bir söz yeter sende cevher var ise...
16.08.2012 Yeni Akit

























Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.