• İstanbul 17 °C
  • Ankara 22 °C

Mustafa Kutlu; Türk Hikâyeciliğinin ‘Beyaz Leke’si

Fahri TUNA
mustafa_kutlu1

İlk hikâyesi ‘O’; ikincisi ‘Ortadaki Adam’; üçüncüsü ‘Gönül İşi’. On beş milyonluk şehirde ‘yapayalnız’ biri olarak yaşadı ‘O’; ne yapayalnızı: Mustafa Kutlu yetmiş beş

milyonun sesidir; yetmiş beş milyonun vicdanı, suskunluğu, sevgisi, hicranı, onuru.

Uzlette yaşamaktadır o; hepimizi yazmak, hepimiz için yazmak, hepimizden yazmak için uzlete, kendine kaçan bir yirmi birinci yüzyıl dervişidir!

Anadolu’da bir dağın başında doğdu; doğayla baş başa geçti çocukluğu; hür, kayıtsız, ufuklara dalarak, böceklerle çiçeklerle konuşarak; -ondan mıdır bilinmez- hep yalnızlığı seçti, hep özgürlüğü seçti, her şeye rağmen ve her şeyle beraber ‘doğal’ oldu, ‘doğal’ baktı, ‘doğal’ kaldı.

Gökyüzü, bisiklet, uzlet; ‘hür’ olmanın, ‘hür’ yaşamanın ‘hür’ kalmanın üç adresi. –En seçmemesi gereken - FB taraftarlığı bile ‘bisiklet sevgisi’ yüzündendir;

FB’liliği onunla hoş gördük, onun yüzünden FB yazıları bile okuduk.

‘İnsanların adlarından nasibi vardır’ der eskiler; buna ‘soyadını’ da ekleyebiliriz. Kutlu Mustafa, Kutlu’layan Mustafa, Kutlu’laştıran Mustafa; mustafa ‘seçkin’ yani ‘seçilmiş’ demek: Kutlu ve seçilmiş adamdır o!

Önce ressam, sonra ressam; sonra sonra hikâyeci.

Aslında hikâyeciliğinde de senaristliğinde de hep bir ressamdır o. Hâlâ da resim yapıyor ve ekliyor: ‘Resim beni diriltiyor, beynimi yıkıyor galiba!’

İlk ustası da Sait Faik; ama ustası gibi ‘Ada’lı değil, Erzurumlu, Anadolulu: İkisi de büyük usta, ikisi de kenarda köşedeki insanı yazdılar, ikisi de kenardaki insanın dostu oldular bir ömür boyu; da Sait’in ‘dışarı’dan baktığına Kutlu hep ‘içeriden’ bakmayı başardı.

On üç  yaşında babasız kalmanın sızısı ve zorluklarından olmalı; kalemi hep yetimlerin, öksüzlerin, garibanların, fakir fukaranın sesi sözü, gözü oldu.

Pek bilinmez; Refiğ ve Erksan’la birlikte ‘Ulusal Sinema’nın içinde yer aldığı, birçok senaryolar yazdığı; söz konusu harekette ‘kendini bulamadığı’ndan bir süre sonra ‘kendine kaçtı’ yine. Yine pek bilinmez; ‘Mavi Kuş’tan ‘Kapıları Açmak’a kadar birçok TV ve sinema filminin de

senaryolarını o yazmıştır.

O önce ‘Hareket’ adamıdır; ta öğrenciliğinde Erzurum’da bir kahve köşesinde Ezel Erverdi’ye eleştiri ile başlayan ‘Hareket’çiliği, onu İstanbul’a derginin merkezine getirecek; kader bir süre sonra ona Cağaloğlu’nda ‘Dergâh’ını da kurdurtacak; çeyrek asırdır gönül dergâhından hepimize leziz eserler tattırtacaktır! Hareket ve Dergâh’la bizlere bir ‘Ülke’ sunacaktır bir ömür!

Yazarlıktan çok önce, ressam olmak için İstanbul’a gelen ‘Çocuk Mustafa’, ‘İstanbul beni bozar’ korku ve endişesiyle nasıl kaçmışsa geriye, kırk yılı aşan İstanbulluluğunda da hep ‘İstanbul’dan kaçan çocuk’tur aslında; onun kalbi daima ‘İstanbul’daki Anadolu’dur; bütün eserlerinde… Duruşu, yazışı, hissedişi gibi. 20. yüzyıl Türkiye’sinin en büyük sosyoloğu sayılabilecek Nurettin Topçu’nun çıkarttığı ‘Hareket mecmuası benim fikir dünyama, hissiyatıma denk düşen

bir mecmuaydı. Yani hem Müslüman hem sosyal adaletçi. O zamanlar sosyalist bile olmuştum; ama ruhçu sosyalist! Zira adalet düşüncesi bende çok köklüdür; nitekim kitaplarımın hepsinde vardır’ demektedir. ‘Dar alanda çalım atmak’ diye nitelediği hikâyesi de, sözü de kısadır; ‘azda çok’u gören, ‘azda çok’u veren adamdır Kutlu. Zaten ‘kesretten vahdete gitmeyi temel

aldım’ diyerek poetikasını da ortaya koyacaktır. ‘Varlığını bilinmezlik toprağına göm’ (‘Levha’, II), ‘hayat bir imtihandır’ (‘Siyah Gemiler’), ‘Hayatım her gün kazandığım yeni yalnızlıklarla zenginleşiyor’ (‘Tenhalık Basınca’) türünden hükümferma hikmetler hiç eksik olmaz

Kutlu hikâyelerinden.

Hikâyelerinde hemen daima ‘fingirdeşen serçeler’, ‘akasya dalı’, ‘pencerenin pervazında bir çift kumru’ (‘Aksyalar Açar mı’), ‘filbahriler, hanımelleri, güller’, ‘sığırcık çığlıkları’, ‘o göbekli kokusuz karanfilleri’, ‘Kandilli sırtlarında bir ev, ıhlamurlar açılmış her yerde sevinç’,

‘kesik kesik öten kanaryayı’, ‘- Kanarya sever misiniz?’ (‘Yoksulluk İçimizde’) ‘belli belirsiz seçilen çiçeğin Begonya olduğunu’ (‘Siyah Gemiler’), ‘yaşlı dut ağaçları ile’, ‘şu kışı

da sağ selâmet atlatıverse diye başından ayrılmadığı kanarya’, ‘karşı binaların çatılarına yorgun güvercinler tünemiş’ (‘İhtiras Enginleri’), ‘akasyaların salkım saçak açtığı bir bahar günü (‘Kalbimin Dâsitânı’), ’ben de çöktüm karaağacın dibine’ (‘Sır’) bulunur; zira anlatıcının (Kutlu)

içinde capcanlı yaşayan bir doğa, bir tabiat, bir düzen vardır.

Bakmayın siz onun yetmişine merdiven dayadığına, palabıyıklarına, fırça sakallarına; eşi Sevgi

hanıma, kızı Pınar, oğlu Murat’a, torunlarına; yüzlerce hikâyesine, onlarca senaryosuna, kitaplarına, binlerce ansiklopedi maddesi yazdığına; bakmayın, inanmayın,

aldanmayın sakın ha; Mustafa Kutlu bir ömür boyu ‘sekiz yaşında bir çocuk’tur aslında: Gönlü, kalbi, dili daima ‘sekiz yaşındaki Mustafa’nındır; o kadar temiz, o kadar duru, o kadar sahih! Telefonsuzluğu, protokolsüzlüğü, ortalıksızlığı hep bundandır, bunadır, buncadır; o hep altında bisikleti, elinde sapanı, gönlünde sevgisi bir ömür ‘içindeki dünyaya kaçan’ sekiz yaşındaki çocuktur da ondan!

Sade sapsade; duru dupduru; yalın yapyalın; saka kuşuyla ve küpe çiçeğiyle hemhâl, hemdem, hemgün bir hayattır onunkisi.

Dağıtan adam; hiçbir şey biriktirmez; kitap, para, konfor, şöhret, ödül… hepsini dağıtır; o kendinde kaybolan; kaybolmak için de veren, dağıtan adamdır.

Radyo tutkunudur; kanalı daima tektir: TRT-4.  Bilir ki o kanal Anadolu’dur; çobanı şoförü emeklisi bağlanır; türkü ister şarkı isterler; çoğunu sesinden tanır Kutlu; çoğu onun hikâye kahramanlarıdır zira.

Ümmi adam; ümmiliği meslek, ümmiliği sanat, ümmiliği hayat edinmiş adam; ne daktilo bilir ne bilgisayar; ne cep telefonu kullanır ne kredi kartı: çağ’dan, çağdaş’dan çağsıl’dan hoşlanmaz; o bir tek ‘özü’ bilir; ona dönük yaşar.

Ne röportaj verir ne imza gününe gider; ne ödüller alır ne plaket kabul eder; aldığını verir, getirileni dağıtır. Ona göre bunların hepsi tribündür, sahnedir; o hep uzlette ve uzviyettedir; işi olmaz böyle şeylerle.

Dostu, arkadaşı, kardeşi, okuldaşı M.Selahaddin Şimşek, 1972’de kurduğu tiyatrosuna ‘Beyaz Leke’ adını vermişti; okuyan, tanıyan herkes şahadet eder ki Mustafa Kutlu, çağdaş Türk hikâyesinin hiç tartışmasız ‘beyaz lekesi’dir; aydınlık, toplumcu, isyankâr…

Bu yazı toplam 1318 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim