• İstanbul 13 °C
  • Ankara 14 °C

Abdulvahit İmamoğlu: Mehmed Âkif’in Müslümana Bakışı

Abdulvahit İmamoğlu: Mehmed Âkif’in Müslümana Bakışı
Mehmed Âkif, İslâm dünyasında İslâm şairi, ülkemizde İstiklâl Marşı şairi ve milli şairimizdir.

Yaşadığı toplumu çok iyi analiz edebilen, İslâm’ı yaşayan ve yaşatmaya çalışan samimi bir şahsiyet ve edebi yönü kuvvetli bir düşünür ve yazardır.

M. Âkif’in Müslümana bakışını değerlendirmeden önce onun dindara bakışını dile getirmek gerekir. O’na göre dindar; inancı bütün, dini fiil ve ibadetleri hayatında uygulayan, bedenen uzvî iptilâlardan uzak kalabilen ve ruhunu faziletlerle donatmış olabilen kişidir.

Bir başka ifadeyle Âkif’in öngördüğü dindarlık; Kur’an ve Sünnete gönülden bağlı, İslâm’ın ruhuna sadık, tarihi hakikatlere uygun, ilme ve akl-ı selime dayalı, hurafe ve bid’atten uzak bir dindarlık olmalıdır.

O’nun gözünde ideal Müslüman; Allah’a gönülden inanan, Hz. Muhammed’in yolundan gidebilen, alın teriyle kazanarak hayatını devam ettiren, fikir ve düşünceyi etkin kullanabilen, aklını arındıran ve taklitten koruyabilen, İslâm’a ters düşen hurafe ve yanlış inanışlardan arınmış, gönül kırmayan, tevekkül ve kaderi doğru anlayabilmiş kişidir.

Mehmed Âkif’in, İslam’ı çok iyi araştıran, düşünen ve yazan birisi olması itibariyle İslam alemi karşısında eli kolu bağlı, düşündüğünü söylemeyen bir kimse olması beklenemez. Nitekim onun mısralara dökerek dile getirdiği ifadelere bakıldığında sanki önüne çekilen her bendi yıkmaya çalışan bir sel görünümünde ve İslam âlemini saran amansız dertlere çözüm arama arzusuyla dolu olduğunu görürüz. Şiirlerinde bu duygularla örülen düşünceleri; Müslümanları uyandırmayı, cahillik, tembellik ve uyuşukluğu gidermeyi, kesin bir kurtuluşu ne pahasına olursa olsun kucaklamayı hedeflemiş bulunmaktadır.

M. Âkif’in üzerinde durduğu ve Müslümanları ikaz ettiği konuların başında iman konusu gelmektedir. Âkif’e göre; imanın insanlar için öyle bir değeri vardır ki, Allah katında ondan daha değerli hiçbir şey tasavvur edilemez. İşte bu değeri ruhunda ve belleğinde taşımayan insanların kalplerini paslanmış farz etmekte ve paslı bir kalbin taşınmasının insanlara yük olmaktan öteye bir fayda vermediğini söylemekte ve şöyle demektedir;

“İmandır o cevher ki İlahi ne büyüktür

İmansız olan paslı yürek sinede yüktür!” (Safahat I, s.16).

Zira Âkif’e göre iman, inanan insanın özünü ortaya koyan bir cevherdir. Bu, insanı öncelikle Allah’a yönelten böylece yüce ve mutlak bir varlık karşısında kendi benliğini dengelemeye götüren asli özelliktir. İnsan, iman sayesinde Allah’ın belirlediği esasların yanında dünyada onun yarattıklarına muhabbetle yaklaşabilecek, böylece gönül huzuru ve tatmini ile yaşayacaktır.

Mehmed Âkif’in Allah’a güçlü bir imanla bağlı olduğunu yaşayışıyla ve yazdıklarıyla bize yansıttığını görüyoruz. Eserlerine baktığımızda bunun mükemmel bir şekilde örüldüğünü rahatça görebiliriz. ‘Alan sensin, veren sensin senin hükmündedir dünya’ derken O’nun külli iradeye sonsuz bağlandığını, yani Allah’a teslimiyetini görmekteyiz. M. Âkif “istiğrak” adlı şiirinde tecelli etti artık, anladım: sensin bütün dünya... Diyerek kâinatın Allah’la var olduğunu, hatta ondan ibaret olduğunu söylerken bir bakıma tasavvufa meyletmekte, burada dünyada bütün hareketlerin Allah’ın tasavvurunda olduğunu dile getirmektedir. Esasen o Allah’ın kudretini ortaya koyarken, O’na olan samimi ve içten bağlılığını da belirtmektedir.

Mehmed Âkif’in Allah’a bağlılığı ve teslimiyetini iman ve ilhamının zenginliği ve derinliğini Safahatında özellikle Hakkın Sesleri ile Hatıralar bölümünde çok açık bir şekilde görüyoruz. Bütün bunlar hiç şüphesiz kaynağını Allah’ın kelâmından yani Kur’an’dan, bir de sünnetten almaktadır.

Hakkın Seslerinde birinci manzumeye Al-i İmran suresinin 26. ayetini ve mealini vererek başlar ve “ilahi emrinin avare bir mahkûmudur âlem” derken Allah’ın ilahi kudretini sergiler. İkinci manzumeye yine Neml suresinin 52. ayetinin ilk yarısını ve mealini vererek başlar. Burada düşman istilasının Müslümanlara çok pahalıya mal olduğunu belirtmeye çalışır. Üçüncü manzumeye bir hadisle başlar ve Müslümanların parçalanıp bölünmelerinin acı akıbetleri getirdiğini vurgular. Dördüncü manzumede yine Yusuf suresi 87. ayet alınmıştır. Burada ise Allah’ın inayetinden ümit kesilmeyeceği üzerinde durulur. Zira Allah’ın inayetinden, yardımından kâfirlerden başkası ümidini kesemez. Beşinci manzumenin başına, A’raf Suresi 155. ayetin bir kısmı alınmıştır ve bu manzumede Allah’ın emirlerinden uzaklaşıldığını, bir kaç beyinsiz inanç ve düşüncesizin yolundan gedildiğini ve kötü hallere düşüldüğünü tasvir etmektedir. Altıncı manzumeye Zümer Suresi 9. ayet ile başlar. Burada bilenlerle bilmeyenlerin farkını Âkif ayete bağlı kalarak vermeye çalışır. Yedinci manzumenin başında Al-i İmran Suresi 110. ayetin ilk kısmı vardır. Burada Allah’a inanan milletlerin hayırlı milletler olduğunu tasvir etmektedir. Sekizinci manzumede Bakara suresi 11-12. ayetler alınmış ve manzumede fesat ve fitne çıkaranların Müslümanlığa büyük bir darbe vurduğunu ve parçalanma sebebi olduğunu belirtmektedir. Dokuzuncu manzume Rum Suresi 50. Ayettir. Burada da Allah sonsuz kudreti ele alınmaktadır.

‘Hatıralar’da ise birinci manzume, Bakara Suresi 286. ayetin bir kısmıdır. Allah’tan insanlar için bir dua ve niyaz söz konusudur. Üçüncü manzumede Al-i İmran suresi 102. ayetin bir kısmı alınmış ve burada da Allah’tan nasıl korkulması gerekiyorsa o şekilde korkmak gerektiği üzerinde durulmuştur. Dördüncü malzeme bir hadisle başlar. Müslümanların derdini her Müslüman’ın kendine dert edilmesi gerektiği üzerinde durulur. Beşinci manzume İsra suresi 72. ayetle başlar ve burada dünyaya da ahiret kadar değer verilmesi söz konusu edilir. Altıncı manzumede ‘Müslümanlık huyun güzelliğinden ibarettir’ hadisinin izahı vardır. Yedinci manzume Al-i İmran suresi 173. ayetle başlar. Burada gerçek Müslümanlığın değeri üzerinde durulmakta ve Allah’a bağlılığın önemi vurgulanmaktadır.

Bunu onun her hâlinde görmek mümkündür. Nitekim Akif’in Allah’a dua ederken bazen sanki isyankâr gibi görünen bir ruh hâli göstermesi bile Allah’a olan bağlılığının ifadesidir. Bir şiirinde;

“Ey bunca zamandır bizi tedib eden Allah

Ey âlem-i İslam-ı ezen inleten Allah! .

Bizler ki senin vad-i İlahine inandık;

Bizler ki bin üç yüz bu kadar yıl seni andık” (Safahat V, s.245).

diyerek, Müslümanlarla birlikte kendi ruhunun derinliklerinde uzun zamandır biriken ve ruhunu iyice bunaltan acıdan şikâyet etmektedir. O şikâyetini, acıyı kendilerine vermiş olan Allah’a bildirmektedir. Bununla Âkif, içinde bulunduğu memnuniyetsizliği ve ruhen bunalmışlığını dile getirmekte ve kurtuluş çarelerini yine samimiyetle O’ndan beklemektedir. Âkif’e göre İmparatorluğun başına gelenlere bakarak Allah Müslümanları uzun zamandır cezalandırmaktadır. Bu öyle üzerinde durulmayacak ve önemsiz bir cezalandırma değil, aksine İslam âleminin derinden ve ciddi anlamda izlenmesi ve inletilmesidir. Ancak Âkif onların başına gelen felaketleri hak etmediklerine inanmaktadır. Bundan dolayı büyük bir samimiyet ve büyük bir beklenti içinde ruhunda duyduğu şikâyeti dile getirerek; Yarabbi sen bizi eziyorsun, inletiyorsun; ama biz senin ilahi va’dine inandık, 1300 yıldan beri hep seni andık, hep sana yaslandık” demekte ve bunun arkasından, “Bizim teslimiyetimizin, bağlılığımızın karşılığı bu olmamalıydı” demeye getirerek Müslümanları himayesi altına almasını onları kendi hâllerine bırakmamasını istemekte ve ümitle beklemektedir.

Müslümanların Kader ve Tevekkül Anlayışına Bakışı

Âkif, bazı kişilerin her şeyi kadere yüklemelerine karşı çıkmakta, Allah’ın zulmetmeyeceğine ve insanların hür iradeleri sayesinde sorumlu olduklarına inanmaktadır. Hiç çaba sarf etmeyip, devamlı beklenti içinde olanların ya da zora düşenlerin bu durumu kadere yüklemesine karşı çıkmakta ve şöyle demektedir;

“Kadermiş! Öyle mi? Hâşa, bu söz değil doğru

Belânı istedin Allah da verdi... Doğrusu bu" (Safahat IV, s.215)

Esasen kişilerin yaşadığı olumsuzlukların temelinde kendi ihtiyarının etkisi olduğunu belirtmektedir. Zira insan iyi ve kötüyü seçme hürriyetine sahiptir ve fiillerin ortaya çıkışı ve gelişiminde sorumluluk almış olmaktadır.

Şair, tevekkül anlayışını da kadere bağlayan ve her şeyi Allah’tan bekleyenlere tepki gösterir.

“Görür de hâlini insan fakat bu derbederin,

Nasıl günahına girmez tevekkülün, kaderin?" (Safahat IV, s.216)

diyerek, hayatta kendisine düşen vazifeleri yapmak yerine, kendini bırakıveren, irade ve şuurunu dağıtan, aklını kullanmayan ve böylece perişan hallere düşen kimselerin, tevekkül ve kaderi yanlış anladıklarını ortaya koymaktadır. Esasen Allah, kulunun ‘derbeder’ bir hale düşmesini istemez, istemeyince onun kaderine Allah’ı ortak göstermenin bir mânâsı yoktur. Bir gün Âkif’le Nevzad Ayas karşılıklı kader konusu üzerinde konuşurken N.Ayas bu konuda; Einstein’ın ‘felsefi mânâsı ile hürriyete inanıyorum’ ve Schopenhauer’un ‘şüphesiz bir insan istediğini yapar, fakat her istediğini de isteyemez’ sözlerini bu konuya örnek verince; M. Âkif bu sözlere karşılık Kur’an’dan; ‘Ancak Allah’ın istediğini isteyebilirsiniz’ (İnsan Suresi, 30) mealindeki ayeti okumuştur. N. Ayas bundan sonrasını şöyle değerlendirmektedir: "... Âkif’in yazılarında İslâmî rasyonalizm çeşnisi bulunmakla beraber, kader inancına da bağlı kaldığını gösteriyor. Onun iki Avrupalı mütefekkirin sözü karşısında hemen o ayeti hatırlayıvermesi, bahsi ne kadar derinden kavradığını, Kur’an’a ne kadar samimiyetle bağlı olduğunu da anlatır” demektedir. (Ayas, M. Âkif Zihniyeti, s. 558)

Şair özellikle Müslümanlardaki yanlış tevekkül anlayışına karşı çıkarak; Müslümanlar arasında zaman zaman başa gelen her olumsuzluğa hiçbir tedbir almadan rıza gösterme eğilimini düzeltmeye çalışmaktadır. Hatta bu konuda o, daha da ileri giderek bu yanlış tevekkül anlayışının Allah’a iman eksikliğinden kaynaklandığını, bunun ileri götürülmesinin insanı şirke sokacağını ve sanki Allah’a tahakküm etme gibi bir durumu getireceğini söyleyerek uyarılarına şöyle devam etmektedir;

“Senin bu kopkoyu şirkin sığar mı imana?

Tevekkül öyle tahakküm demek mi Yezdan’a” (Safahat IV, s.216).

Burada Âkif, Müslümanı öncelikle Allah’a içten gelen ve samimi bir imanla bağlanan kişi olarak görmek istemekte, Allah inancına bağlı olarak İslamiyet’in öngördüğü diğer iman esaslarını da Müslümanların gönülden kabullenmelerini ve buna uymalarını arzu etmektedir. Aynı zamanda ona göre imanlı insan, imanın gereği gibi kuvvetli bir ruhi yapıya sahip, azimkâr, sıkıntıları göğüsleyebilen gayretli ve sabırlı insandır.

Buradan hareketle, diyebiliriz ki, Âkif, İslâm’ın kader anlayışına uygun olarak insanın fiillerini yaratanın Allah olduğuna, böylece kadere ve Allah’a tevekkül etmenin şart olduğuna inanmaktadır. Yalnız, tevekkülü yanlış anlayanlara karşı çıkmakta, bunu tembellik, miskinlik ve vurdumduymazlık olarak benimseyen Müslümanları bu hallerinden kurtarmaya gayret sarf etmektedir.

Mehmed Âkif’in Kur’an Sevgisi ve Müslümanların Kur’an’la İlişkisi

O, hayatı boyunca Kur’an’ın yolundan ayrılmamaya gayret gösteren bir şahsiyet örneğidir. Nitekim onun basılan ilk şiiri olduğunu bildiğimiz “Kuran’a hitap” adlı şiiri Kur’ana olan sevgisinin bir ifadesidir. Mehmed Âkif’e göre, Kur’an’ın muhatabının insan olduğunu bilmeyenler onu yanlış anlayanlardır. İnsanları doğru yola iletmeye çalışan Kur’anı Kerim böyle anlaşılmadığı müddetçe insanların ilerlemesi hayal olacaktır. Nitekim;

“Kimin hesabına inmiş düşünmüyor Kur’an

Cenabı Hak çıkacak sorsalar, muhatap olan” (Safahat V, s.216).

diyen Âkif, insanı muhatap alan Kur’an’ın insanlar tarafından sadece kutsal sayılan ilahi özelliğiyle kabul edildiğini fakat onun ikaz ve teşviklerinin bir tarafa bırakıldığını belirtmeye çalışmaktadır.

O, Kuran’ı anlamak istemeyenlere öfkelendiği kadar, onu yanlış anlayanlara ve bu yanlışlığı bazen bilmeyerek bazen de kasıtlı olarak çevresine empoze etmeye çalışanlara da öfkelenmektedir. Kuran’ın dışına çıkıp da dalâlete düşenler ve hurafeye kapılanlara seslenerek;

“Kolay mı ümmeti ıdlal edip sefil etmek?

Kolay mı dini hurafat içinde inletmek?”

diyerek, Müslümanları ikaz eden Âkif, Müslümanların kendi içinde dalâlete düşürülmelerini bir türlü hazmedememektedir. O, duygu ve düşüncesindeki isyanı şiirine yansıtarak bu gibilerin Müslümanları yanlış yola sevk etmeye hakları olmayacağı gibi buna güçlerinin de yetmeyeceğini söylemektedir. Bu şiirin devamında Âkif bu gibilere seslenmeye devam ederek, onların bu şekildeki davranışlarını Allah’ın kitabını ayaklar altına almak ve murdar elleriyle İslamiyet’i kirletmek olarak nitelendirmektedir. Çünkü bu gibiler Kur’an’ın hükmüne göre zaten kötü olarak belirlenmiş kişilerdir.

Âkif Kur’an’ı değerlendirirken; O’nu sadece yüzüne okumak hatta ezberlemenin yeterli olmayacağını, anlamak ve özünü kavramak gerektiğini söylemektedir. Bu konuda o;

“İbret olmaz bize, her gün okuruz ezber de!

Yoksa bir maksat aranmaz mı bu ayetlerde?” (Safahat II, s.144).

diyerek Kur’an-ı Kerime Müslümanların gösterdiği ilgiyi sadece yüzüne okuyarak yerine getirmeye çalıştıklarını bunun da Kur’an’ın anlaşılmasına yetmeyeceğini ifade etmektedir. Çünkü anlaşılarak okunan ayetlerde insanlar için hikmetler olduğunu ve onlara ne derece faydalı olacağını ima etmeye çalışır.

Hadis Uyduran Müslümanlara Kızgınlığı

Âkif Safahat’ın birçok yerinde Hz. Peygamberden söz ederken onun hadislerini bazen manzumelerinin başında ve bazen de manzumelerin içerisinde konuya uygun düşecek şekilde kullanmaktadır. Aynı zamanda hadis olmadığı halde Hz. Peygamberin ağzından yalan hadis uyduranlara da kızgınlığını ifade etmekte; Peygambere atfedilerek binlerce hadis uydurulduğunu, böylece İslam’ın prensiplerinin yıkılmaya çalışıldığını ve bu işin cüretle yapıldığını söyleyerek: O hâli buldu ki cüret: ‘yecuzu fit-tergib’ ifadesiyle bunun sanki ibadete teşvik için yapılıyormuş gibi gösterildiğini, hâlbuki bu tür ifadelerin Hz. Peygamber tarafından yasaklandığını belirterek ‘Cihanı titretiyorken nidayı men kezebe’ demekte ve böylece yalan hadis uyduranın yalancı olacağını bizzat Hz. Peygamberin hadisi ile ortaya koymaktadır.

Esasen Hz. Peygamber’e atfederek yalan hadis uydurmanın İslam dinine verdiği zarar aşikardır. Zira bu hadislerin uygulanmasında çeşitli fırka ve hizipleri, kabilelerini, cinsiyet ve dillerini, memleketlerini övmek, halife ve emirlerin nezdinde itibar sahibi olmak, camilerde vaaz ettikleri cemaatin teveccühünü kazanmak gibi faktörlerin rol oynadığı bir gerçektir. Bundan dolayı Mehmed Âkif de haklı olarak yalan hadis uyduranları hoş karşılamamakta hatta İslam’ın kanına girmekle suçlamakta ve bir bakıma onların bu hâlini ifşa ederek İslam dinine verilecek zararı önlemeye çalışmaktadır.

Âkif Müslümanların Ümitsiz Olmalarına Karşıdır

Müslümanın imanında ve bağlandığı İslam inancında, hangi şartlarda olursa olsun Allah’tan ümit kesilmez. Bu ümidi sürekli olarak besleyen temel de Allah’a olan imanın kendisidir. İman Müslümanların hayatını ömür boyu motive eden bir güçtür. Aslında böyle azimsizliğe, uyuşuk ve tembelliğe hayat hakkı yoktur. Ancak bunların Müslümanlarda meydana getirdiği miskinlik ve durgunluğa karşı Mehmed Âkif mücadele etmektedir. Onlara karşı derinden tepki göstermekte ve Müslümanlar adına hayıflanmaktadır. Hatta Bu vurdumduymazlığın Müslümanı İslami olmayan hayat anlayışına sürüklediğini vurgulamakta, şiir ve yazılarında işte bu gibilere şuurlu bir şekilde tepki göstermektedir.

M. Âkif, ye’sin insanı etkileyen ve uyuşturan hâlinin, Müslümanların ruhuna öyle kolaylıkla zerk edildiğini belirtmekte ve şöyle demektedir;

“Ye’sin bulanık ruhunu zerk etmeye kalktı,

Mel’un aşı bir nesli uyuşturdu, bıraktı!” (Safahat VII, s.390)

Burada şair, Müslümanların sadece kendilerini ye’s çukuruna atmayıp, aynı zamanda kendilerinden sonra gelecek müstakbel bir nesli de peşlerinden sürüklediğini vurgulamaktadır. Ona göre imanlı olan kişiler asla ümitsizliğe düşmemelidir. ‘Ye’se hiç düşmeyecek zerrece imanı olan’ (Safahat II, s.155) diyerek, Müslümanın Allah’tan ümidini asla kesmeyeceğini ifade etmektedir.

Âkif, Müslümanların ümitsizliğe düşmesine karşı olduğu gibi Müslümanların matemine, devamlı üzüntü duymalarına, her şeyden el etek çekmelerine ve feryat etmelerine de karşıdır.

Âkif’in Müslümanların İbadet ve Ahlâki Yaşantılarına Bakışı

İbadetlerin yerine getirilmesi ve uygulanabilmesi hususunda Âkif’in üzerinde durduğu önemli konulardan birisi cehalet konusudur. Ona göre cahil bir Müslümanın ibadetini tam olarak yerine getirebilmesi mümkün değildir. Hatta bu gibilerin İslam’ın emrettiklerinin ve yasaklarının neler olduğunu tam olarak ayırt edemediği de bir gerçektir. O, bu gibiler hakkında şöyle demektedir.

“Muhtasar gayrı müfid ilmi kadardır dini;

Ne evamir, ne nevahi, seçemez hiçbirini” (Safahat VI, s.317).

İşte cahil kişilerin dindarlığı ve onların kapsamı içine giren ibadetleri de cahilliklerinin sınırı kadardır. Zira dinî prensiplerin hakkıyla ve sağlıklı bir şekilde yerine getirilebilmesi, Allah’ın emir ve yasaklarının mahiyetini iyi kavramakla mümkündür. Bu emir ve yasakların uygulanışında, yani inananın inancını pratiğe dönüştürmesinde bilginin, anlamanın ve bilinçli bir şekilde istenileni yerine getirmenin sağlanması için cahillikten kurtulmak gerekir.

Âkif, ibadet yönünden Müslümanı değerlendirirken onun bir taraftan Allah’a ibadet etmesini istemekte, diğer taraftan ibadetlerin insanî ve içtimaî özelliklerini de dikkate alarak, Müslümanları bu yönde yönlendirmeye gayret sarf etmektedir. Sadece Allah’ın Müslümanlardan yapmasını istediği farz ibadetleri değil, bunların yanında insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen ve ahlaki özellikleri taşıyan bütün faaliyetleri de ibadet olarak telakki etmekte aynı zamanda Müslümanların temiz bir vicdan ve ruha sahip olarak hareket etmelerini arzu etmektedir.

Âkif ahlâkî davranışları değerlendirirken fertleri menfaatleri yönünden ele almakta, menfaat düşkünlüğünün bazı insanları şahsiyetsizliğe ittiğini şöyle tasvir etmektedir;

“Bir külâh kapmaksa şayet bunca hırsın gayesi,

Kendi namusun olur er geç onun sermayesi” (Safahat III, s.183).

Burada Âkif hayatta bir şeyler elde etmek için şahsiyetinden taviz veren insanların er geç elde ettiklerinin karşılığını, şahsiyetlerini kaybederek hatta bazen namusları ile ödediklerini söylemektedir. Onun üzerinde durduğu en önemli prensiplerden biri herkesin lâyık olduğu iş ve mevkide çalışmasıdır. Bu durum gerçekleşmediği ve insanlar hak etmedikleri mevkilere geldikleri zaman artık toplumun düzeni bozulacaktır. İnsanlar tarafından hırs uğruna bir şeyler elde etmek için verilen tavizler toplumun ahlaki dengesini bozarken hiç şüphesiz fertleri de etkileyecek ve onların ahlaki yaşayışına yön verecektir.

Âkif bir toplumun yükselmesini toplumdaki fertlerin ahlaki durumuna bağlar. Namuslu, dürüst, görevini hakkıyla yapan insan ahlâk üzere yaşayan insan demektir. Şair, ailede ve fertler arasında izzet ve ikramın bulunmasını, insanların kötülüklerden arınmasını ister. O, bu kötülükleri; zulme meyletmek, adaleti kaldırmak, hak ve hukuka hiç aldırmamak, sözünde durmamak, yalandan çekinmemek, riyakârlık, bölücülük, fırkalara ayrılmak olarak bize tanımlamaktadır. Âkif, ‘Müslümanlık huyun güzelliğinden ibarettir’ hadisine bağlı kalarak meseleye yaklaşmakta ve bir milletin bekâsını yine o milletin ahlâkına bağlayarak şöyle demektedir;

"Gökten inmez bir de hiçbir şey... Bütün yerden taşar,

Kendi ahlâkıyla bir millet ölür, yahut yaşar.” (Safahat V, s.256).

Burada şair toplum hayatında önemli bir noktaya parmak basmaktadır. Eğer bir milletin fertleri kendi benliğine ve ahlakına sahip olmazsa, (burada kastedilen ahlak anlayışı tamamen İslam ahlakıdır) yok olmaya mahkûmdur. Ahlakın bozulması ferdi ve sosyal, ruhi ve bedeni yaşayışın bozulması demektir. Buradan hareketle Şair; ‘ruh-i izmihlâlimiz ahlâkın izmihlalidir’ diyerek bu durumu daha belirgin hale getirmektedir. Şu halde ahlaki çöküntü Ruh-i çöküntüyü ve giderek ferdi ve sosyal çöküntüyü beraberinde getirmektedir. Milletin varlığını ve istiklâlini kaybetmesi onun ahlakını kaybetmesi ile yakından ilişkilidir.

M. Âkif milletin sözü edilen çöküntüden kurtuluş imkânlarını aramakta ve problemin çözüm yolunu göstermeye çalışmaktadır. ‘Bir halas imkânı var: Ahlakımız yükselmeli’. O, burada ferdi ve sosyal ahlakın düzelmesini ve İslami ahlaka sarılmayı gerekli bulmaktadır. O, kurtuluş ümidini de İslami ahlakın prensiplerinin yerine getirilmesinde görmektedir.

Âkif’in Müslümanın günlük hayatlarını ele alırken üzerinde durduğu konu İslam’ı bilmeden yaşamaya kalkmaktır. Bu yaşayış,‘dedemizden böyle gördük’ ifadesini bulan halkın geleneksel dini yaşayışıdır. Bu anlayış, Müslüman halk arasında realize edilen daha çok Müslümanların önceki nesillerden aktarılan din anlayışına dayanmaktadır. Âkif’e göre böyle bir din anlayışı yeterince bilinmeden, anlaşılmadan körü körüne taklide dayanan ve bilinçsizce yaşanan bir dini anlayıştır. O, buna reaksiyon göstermekte ve böyle bir din anlayışının ileriye değil geriye dönük bir anlayış olduğunu, görenekle yaşanan dinin, üretici ileriye dönük olmasının söz konusu olamayacağını belirtmektedir. Nitekim o;

“Çin’de Mançurya’da din bir görenek, başka değil,

Müslüman unsuru gayet geri gayet cahil” (Safahat II, s.144)

diyerek Çin ve Mançurya’dan örnek vermekte oradaki Müslümanların yaşayışları ile oldukça geri ve bilgisiz olduklarını söylemektedir. Bu örnek sadece oraya mahsus değildir. Esasen Mehmed Âkif gelenek ve göreneklere körü körüne bağlanırsa bütün İslam âleminin benzer olduğunu üzülerek belirtmektedir. Hatta ‘böyle gördük dedemizden’ diyerek İslam’ı uygulayan milletlerin yok olmaları da bizim doğruyu bulmamıza ve İslam’ı tam anlamıyla bilmemize yetmemiştir. Dolayısıyla bu şartlarda İslam’ı yaşayan ve cahilliğine razı olan milletler artık eskisi gibi ilim adamları yetiştiremez olmuşlardır. Nitekim Şaire göre bir İbn Sina gibisi artık yoktur ve yetişmemektedir.

Mehmed Âkif’in Müslümanların günlük hayatlarını ele alırken üzerinde durduğu bir diğer husus vatan duygusunun zayıflığıdır. O, Müslümanların vatan tehlikede ve zor durumda iken kayıtsız kalmalarını bir türlü hazmedememekte ve devamlı olarak uyuşukluk gösteren Müslümanları uyandırmaya ve şuurlandırmaya çalışmaktadır. Nitekim bir beytinde;

“Ey Cemaat uyanın elverir artık uyku

Yok mu sizlerde vatan namına hiçbir duygu” (Safahat II, s.151).

demek suretiyle onlara hitap etmekte ve vatan duygusuna sahip olunması gerektiğini, vatana karşı hissiz davrananların Müslümanlığının da zayıflığına işaret etmiş olmaktadır. Çünkü İslamiyet vatan için ölümü en büyük mertebe olarak göstermiş ve şehitleri ölü olarak değil Allah’ın katında diri olarak belirtmiştir.(A’li-İmran Suresi,169). Buradan hareketle diyebiliriz ki İslamiyet’e sadakatle bağlı olan Müslümanlar yine ona bağlılığın gereği vatan için canını feda etmekten geri kalmazlar. Bundan dolayı Âkif vatan konusunda kayıtsız kalmayı bir türlü hazmedemez ve Milli Mücadele’ye bizzat katılır. O, Balıkesir Zağanos Paşa Cami’nde verdiği vaazda Ey Müslümanlar memleketi kurtarmak için sürdürdüğünüz mücadelelerinizde bir noktaya dikkat çekmek istiyorum; bu hareketin, bu hizmetin sadece din ve vatan savunmasına yönelik olduğu dost ve düşman tarafından tamamen anlaşılmalıdır demektedir. Mehmed Âkif daha da ileri giderek Bütün İslam âleminin felaketler içinde olduğunu bu durumda yurdumuzun daha ehemmiyet kazandığını söylemekte ve;

“Müslüman mülkünü her yerde felaket vurdu

Bir bu toprak kalıyor dinimizin son yurdu” (Safahat II, s.161)

diyerek, memleketimizin tehlikeye maruz kalan son Müslüman yurdu olduğunu ve bu yurdun ilelebet kalması isteniyorsa Müslümanların artık bu gaflet uykusundan uyanmaları gerektiğini belirtmektedir.

Sonra Müslümanlar öyle bir zaman ve duruma gelmişlerdir ki, bunlar arasında İslam’ı tutup kaldıracak bir el, bir kuvvet görülmemektedir. Sadece feryat eden Müslümanlar vardır. Halbuki “Nâ-hak yere feryat ediyor: Âcize hak yok!” Mısralarında şair üzülerek ne yazık ki âcizin zaten hakkı yok, ama kuvvetli ise daima hak sahibidir, demekte ve Müslümanları bu acizlikle ancak feryat etmeye müstahak görerek, onların yürekler acısı halini gözler önüne sermektedir. Âkif, acizlik göstermenin, merhamet dilenmenin Müslümanların karşısındaki güçleri etkilemeyeceğini vurgulayarak, aklın önderliğini göstermiş olmaktadır.

Müslümanların Birlik Olamayışı

Âkif’in Müslümanlarda gördüğü yanlış tutumlardan birisi de Müslümanların birlikte görünmelerine karşılık, gönüllerinde birlik ve beraberlik içinde olmayışıdır. Âkif Müslümanların kalben ve ruhen bir araya gelmeyişini“nifak alameti bunlar kuzum tamamiyle” diyerek dile getirmekte ve bundan kurtulmak için “nifaka buğz ediniz halisen li-vechillah” diyerek Müslümanlara yol göstermektedir. Esasen Müslümanların bugünkü kötü duruma düşmelerinin sebeplerinden birisi aralarında ayrılık tohumları ekilmesi ve Müslümanların bunu hissedememeleridir. Bunun için parçalanma, bölünme ve zayıf düşmeleri kaçınılmaz hale gelmiştir. Âkif bu hususu daha açık olarak şöyle dile getirmektedir;

“İslam’ı evet tefrikalar kastı, kavurdu.

Kardeş bilerek bilmeyerek kardeşi vurdu” (Safahat VII, s.395).

İşte Müslümanların en büyük düşmanı olan tefrikayı, ayrılığı böyle tasvir eden Âkif Müslümanların sadece canlarını değil aynı zamanda vatanlarını da bu yüzden kaybettiklerini ve son olarak Müslümanların dinlerine sıra geldiğini söylemektedir.

Bir başka hedef olarak Âkif Müslümanların istikbali ihmal etmemelerini devamlı olarak telkin etmektedir. Bu nasıl olacaktır. Müslüman ne sadece din ne de sadece dünya ile meşgul olan kişidir. O her ikisini de aynı potada eritebilen insandır. Yani Müslüman istikbali düşünerek hareketlerini buna göre ayarlayan kişidir. Bu da ancak gayretle, ümitle, arzuyla ve çalışma sayesinde mümkündür. Bunun için Âkif;

“Bekayı hak tanıyan sa’yi bir vazife bilir

Çalış çalış ki beka sa’y olursa hakkedilir” (Safahat IV, s.204)

demekte ve Müslümanı bu şekilde yönlendirmeye çalışmaktadır. Âkif burada insanın aklına hitap etmektedir ve insan geleceğe inanıyorsa ona göre kendini ayarlamalıdır. Bu da ancak çalışma ile mümkündür. Esasen, Âkif’in insanlara gösterdiği gelecek basit bir gelecek değil, çalışmayla kendisine bir yer edinebildiği gelecektir.

O, Müslümanları kendi ferdi hayatında ve toplum içinde birlik ve dirlik içinde tutacak yaşayış programını sunmakta ve ;

"Allah'a dayan sa'ye sarıl, hikmete ram ol...

Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol” (Safahat VII, s.390)

beytiyle programının özünü mükemmel bir ifade ile vermektedir. Ona göre kişi kula kulluk etmeyecek, Allah’a kulluk edecektir. Çünkü insan sarsılmaz güce sahip değildir ve ona dayanılamaz. O her zaman yıkılmaya mahkûmdur. Müslüman için tek dayanılacak, itaat edilecek ve bağlanılacak yalnız Allah’tır.

İslam Birliği ideali

İslam birliği idealinin oluşmasında M. Âkif’in üzerinde etkili olan birkaç faktörden söz edilebilir. Bunlardan biri şüphesiz İslam düşünürlerinin fikirleridir. Bir diğeri onun doğduğu ve yaşadığı aile çevresidir. Üçüncüsü ve belki de en etkili olan, içinde yaşadığı Müslüman toplumun yaşadığı ağır problemlerdir. O ülkenin ve İslam’ın kurtuluşunu Müslümanların güçlerini birleştirip bir bütünlük oluşturmalarında görmüştür. Bundan dolayı imparatorluğun kurtuluşunda çözüm yolu olarak ortaya çıkan fikir akımlarından Osmanlıcılık ve Türkçülük akımlarına fazla itibar etmemiş, ancak yukarıda da ifade ettiğimiz üç sebebin birleşmesi neticesinde o kendini İslamcılık akımı içinde bulmuştur.

Nitekim Âkif, İslam âlemindeki İslam’a yeni bir anlayışla yaklaşmaya çalışan İslamcılık hareketi içinde hem Kitap ve Sünnete dayanan hem de bunların tefsirinde akıl ve ilmi esas alanların safında yer almaktadır. M. Âkif’in bu konudaki görüşleri, Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşad’da C. Afgani’nin müdafasına dair yazdığı makalelerde, M. Abduh, Ferid Vecdi ve Abdulaziz Çaviş’in birçok eserini tercüme etmek suretiyle, onların fikirlerinin Türkiye’de yayılmasına yardımcı olmasında kendini göstermektedir.

Âkif’in M. Abduh’dan yaptığı tercümelerden biri, Hanotaux’un hücumuna karşı şeyh M. Abduh ve İslamı Müdafası bk. SM. sayı 57-71 arası tefrika edilmiştir. Asr suresi tefsiri için bk. SM. sayı 73-77 arasında tefrika edilmiştir. Ayrıca M. Âkif’in M. Abduh’dan yaptığı bazı tercümeler Sırat-ı Müstakim’de “Sadi” mahlasıyla neşredilmiştir. Bu makalelerin sayısı otuz ikidir. Bu konuda geniş bilgi için bk. Eşref Edib, M. Akif I. Bas. S. 661-662; krş. Tansel, M. Akif s. 53. Ferid Vecdi’den yaptığı tercümelerden biri, daha sonra kitap olarak basılan “Müslüman Kadını”dır ve Sırat-ı Müstakim’de, sayı 3-19 arasında tefrika edilmiştir. “Hadika-i Fikriye” SM. sayı 28-48 arasında tefrika edilmiştir. “Müslümanlıkla Medeniyet” yine SM. sayı 125­163 arasında tefrika edilmiştir. Krş. Eşref Edip, M. Akif . bas: s. 663-665, Abdulaziz Çaviş’den yaptığı tercümeler ise “Alem-i İslam Hastalıkları ve Çareleri”, Sebilürreşad’ın 355-364 arası sayfalarda tefrika edilmiştir. “Anglikan Kilisesine Cevap” SR. Sayı 530-539 arasında tefrika edilmiş daha sonra kitap halinde basılmıştır. “Müslümanlık Fikir ve Hayata Neler Bahşetti” SR. Sayı 530-539 arasında tefrika edilmiştir. “İçkinin Hayatı İçtimaiyede Açtığı Rahneler” SR. Sayı 522-527 arasında tefrika edilmiş ve sonra kitap halinde çıkmıştır. “Kavmiyyet ve Din, İslam ve Medeniyet” SR, sayı 335-340 arasında tefrika edilmiştir. (bk. Eşref Edeb, M. Akif I. Bas. S.666-669)

İslâm’ın özüne dönüş

İslamcıların İslam âleminde gördükleri eksiklikleri düzeltmek yoluna giderken üzerinde durdukları önemli konuların başında; Müslümanların İslam’ın özünden uzaklaşmış olmaları, içine düştükleri cehalet ve bilgisizlik, bilinçsizce ve körü körüne taklit, İslam’da içtihat problemi, dışarıya karşı ekonomik bağımlılık gibi hususlar gelmektedir. Buna harici sebep olarak, Batının Müslüman ülkeler üzerindeki kendi çıkarları doğrultusunda yapmış olduğu baskıyı eklemek mümkündür.

M. Âkif de İslâm’ın özüne dönülmesini canı gönülden arzu etmektedir. Bu görüşü destekleyen önemli delillerden birisi onun bizzat Kur’an ve hadislerden hareket etmesi, ayetlerin tefsirini ve hadislerin anlam ve yorumunu yapmaya çalışması ve Müslümanlara bu yolla örnek olmaya yönelmesedir. Bunun bir örneğini o Muhammed Abduh’dan çevirdiği Asr Suresinin tefsiri ile göstermiştir. Daha sonra bazı ayet ve hadislerden Safahat’ın üçüncü kitabında bazı manzumelerin içinde ihtiyaç duyduğu oranda bahsetmektedir. Âkif’in Hakkın Seslerindeki manzumelerinden biri dışında diğerleri ayetlerle ve bir tanesi de hadisle başlamaktadır. Ayrıca Âkif Safahat’ın dördüncü kitabında Vaiz Kürsüde başlığıyla yazdığı manzumeye Ahzap Suresi 56. ayet ve A’raf suresi 85. ayetin bir kısmını okuyarak başlamakta manzumenin bütününde ise Müslümanların Allah’a ve Peygambere itaat etmeleri, istikbale ancak çalışmakla varabilecekleri, tevekkülü tamamen yanlış anladıkları ve bundan vazgeçmeleri, bilgisizlik ve cehaletin Müslümanın en büyük düşmanı olduğu ve bundan kurtulması gerektiği, vatan sevgisinin önemi, tefrikanın ve kavmiyet fikirlerinin zararları üzerinde durmaktadır.

Âkif Müslümanları, İslâm’ın aslına, gerçek İslâmiyet’i anlamaya ve yaşamaya çağırırken, aynı zamanda bütün Müslüman milletlerin kuvvetli bir bağla birbirlerine bağlanmalarını, birlik ve bütünlük içinde hareket etmelerini istemektedir. Böyle bir birlik ve bunun getirdiği kuvvet sayesinde Müslümanların dış güçler karşısında sağlam ve güçlü olacağını ifade ile Müslümanlara seslenmekte;

“ Eğer çiğnememek isterseler seylabı eyyama

Rücu etsinler artık Müslümanlar Sadr-ı İslam’a” (Safahat V, s.258).

diyerek Müslümanları İslam’ın özüne dönmeye, onu duyarak, bilerek ve isteyerek yaşamaya davet etmektedir. Burada Akif’in Sadr-ı İslam’dan kastettiği yalnızca Kur’an’a ve sünnete dayanmak suretiyle İslâm’ı yaşamaya çalışmaktır.

Akif’in İslam Birliği düşüncesinde Müslümanların içine düştükleri cehaletle bilgisizliğin giderilmesi düşüncesi önemli bir yer tutmaktadır. Bunun için her Müslümanın okuması, öğrenmesi, kendini yetiştirmesi gerektiği üzerinde önemle duran Âkif,‘Din de dünya da, ahiret de eğitimle. Hele dinimizin cehalete asla tahammülü yok’ diyerek bilgisizliğin Müslümanlar için en büyük engel olduğunu izaha çalışmaktadır. Zira ona göre bilim ve teknik ile ilgili olarak ortaya çıkan yeniliklerin Kur’an ve hadise ters düşen hiçbir yanı bulunmamaktadır.

Akif, Sebilürreşad’da yayınlanan ‘Kavmiyet cereyanı en medeni en ileri cemiyetleri birbirine düşürüyor. Bizim gibi kendini teşkil eden unsurları istisnasız cahil bulunan bir cemaati ise tarumar eder’. Sözleriyle kavmiyet karşısındaki duygularını dile getirmiş olmaktadır. Yine Akif’in A. Çaviş’ten yaptığı bir tercümede “Aslında Müslümanlar arasındaki din kardeşliği hiçbir Müslümanı kendi kavmiyetinden ayrı bırakmayacağı gibi onları milliyetlerinden gelen husus ve meziyetlerinden de koparmamaktadır. İslam’ın yaptığı ırklara ya da kavimlere dini bir istikamet vermekten ibarettir.” ifadelerine şairimizin de katıldığını görmekteyiz. Esasen Âkif’de milliyet fikri İslam’la meczedilmiş bir hüviyet taşımaktadır. Öyle ki, o kavmiyete karşı çıkarken İslamiyet’e bağlılığını şöyle dile getirmektedir:

“Hani milliyetin İslam idi... Kavmiyet ne

Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyetine” (Safahat III, s. 173).

O burada milliyet mefhumlarından İslâm milletlerinin birliğini anlamakta ve buna Müslümanların sıkıca ve yürekten bağlanmalarını ve birbirine kenetlenmelerini istemektedir.

Batı Taklitçiliği

Âkif’e göre İslam birliğini engelleyen bir diğer problem bilinçsizce Batıyı taklit ve bunun beraberinde getirdiği dine karşı takınılan olumsuz tavırdır. Şair Müslümanların Batıdan sadece ilim ve teknik alanındaki yenilikleri alabildiğini bunun dışında kendi kültürümüze inanç ve ahlaki yapımıza ters düşen hiçbir şeyin alınmamasını özellikle istemekte ve bu manada “sırr-ı terakkimizi başka yerlerde taharriye heveslenmeyiniz” diyerek ilerlemenin ve gelişmenin sırrını dışarıda aramanı anlamsız olacağını bunu yükleyecek her milletin kendi benliğinde ve manevi değerlerinde araması gerektiğini söylemektedir.

Ayrıca o, Batının insanlık anlayışının sadece kitaplarda kaldığını, uygulamada ise Müslümanları bir düşman olarak gördüklerini Abbas Halim Paşa ile Hersekli Hoca Kadir Efendi arasında Paris’te geçen bir sohbet sırasında Abbas Halim Paşa’nın sözlerine dayanarak vermektedir.

Esasen Âkif, her ne şekilde olursa olsun Müslümanların yabancıların etkisi ya da hâkimiyeti altında kalmasını kabul etmez. O İslâm âleminde İslamcı düşüncenin başlıca savunucuları olan C.Afgani ve Muhammed Abduh’un görüşlerini yansıtır mahiyette Müslümanlığın ancak millî hâkimiyet ile korunabileceğini ifade etmektedir. Ayrıca Muhammed İkbâl’in, “Günümüzde her Müslüman devlet kendi öz varlığının derinliğine dalmalıdır.” fikri de Âkif’in bu konudaki görüşünü destekler mahiyettedir.

Âkif, Müslümanların kendi içlerinde taklidi bir yaşayış içinde bulunmalarını da hoş karşılamaz. Ona göre din işini taklit ile kaim bilmenin kötü neticesidir ki, nesilden nesile birer ikişer bid’at, üçer beşer hurafe miras olarak gelerek bugün inançlarımız, itaat ve ibadetlerimiz adeta hurafeler toplamı bid’at yığını hâline gelmiştir! Böylece Âkif kendi özünden uzaklaşan veya kendi özüne yabancılaşan bir toplum haline gelmenin olumsuz sonuçlar doğuracağını hatırlatmaktadır.

Kaynaklar

Ayas, Nevzad, “Mehmed Akif Zihniyeti ve Düşünce Hayatı”, Eşref Edib, Mehmed Akif Hayatı, Eserleri ve 70 Muharririn Yazıları, Asarı İlmiye Kütüphanesi Neşriyatı, İstanbul 1938, s. 507-580.

Ersoy, Mehmet Akif, Safahat Edisyon Kritik, Haz. M. Ertuğrul Düzdağ, Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul 1987.

İmamoğlu, Abdulvahit, İman ve Aksiyon Adamı Mehmed Akif, Ravza Yayınları, İstanbul 1997.

Sebilü’r-Reşad Dergisi, “Müslümanlık Fikir ve Hayata Neler Bahşetti”, Sayı 530-539, Kastamonu Matbaası, Kastamonu 1336.

Sırat-ı Müstakim Dergisi, “Hanotaux’un Hücumuna Karşı Şeyh M. Abduh ve İslam’ı Müdafası, C.3, Sayı 70, Matbaayı Hayriye, İstanbul 1325, s.273-274.

 

80 Yıl Sonra Mehmed Âkif Ersoy, 2017
Bu haber toplam 1214 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim