Kara tren dağların altında en mahrumiyetli yerlerden gidiyordu. Hüzünlendim hızla akıp giden bir araçta olmaktan. Keşke kara trende olsaydım, dedim. Kara tren Yemen'e seferlerine giden Mehmet'leri, Memişleri aklıma düşürdü. “Ulukışla” yol ayrımındayız. Trenler İstanbul'dan çıkıp bu kışlalarda durup giderdi ta Yemen'e, Bağdat'a. Hüzün ve gözyaşı götürürdü. MEDENİYET KURAN ECDÂDIMIZ GİBİ GEÇTİM BOZKIRDAN Dağlar bitmiş, bozkır başlamıştı. Önümüzde bozkır. İlk kez bozkırdan geçecektim. Oysa ecdadım asırlar önce bu bozkırları geçip medeniyet inşa etmişler kapkara topraklarda. İsmail Göktürk, bozkırdan geçerken üstüme üstüme geliyor: “Atalarımız bu bozkırı geçip medeniyet inşa etmişler. Sen, yaylalardan bozkıra inmeye cesaret edemeyip, dağların serinliğinde Karacaoğlan gibi Türkmenlerin arasında dolaşıp durdun.” Fakirin ne haddinedir Konya ve bozkırı tasvir etmek. Tanpınar söyleyecek söz bırakmamış: “Konya, bozkırın tam çocuğudur. Onun gibi kendini gizleyen esrarlı bir güzelliği vardır. Bozkır kendine bir serap çeşnisi vermekten hoşlanır. Konya'ya hangi yoldan girerseniz girin sizi bu serap vehmi karşılar. Çok arızalı bir arazinin arasından ufka dalma bir ışık oyunu, bir rüya gibi takılır. Serin gölgeleri ve çeşmeleri susuzluğumuza uzaktan gülen bu rüya, yolun her dirseğinde siline kaybola büyür, genişler ve sonunda kendinizi Selçuk Sultanlarının şehrinde bulursunuz. Dışardan bu kadar gizlenen Konya içinden de böyle kıskançtır. Sağlam ruhlu kendi başına yaşamaktan hoşlanan, dışarıdan gösterişsiz, içten zengin Orta Anadolu insanına benzer.” Bozkır baştanbaşa hüzün ve yalnızlıkla çevriliydi. Bozkırın insanının muhayyilesini düşündüm. Geceleri ne hissederler bu ağaçsız, tepesiz, ırmaksız, vadisiz dümdüz boz ovalarda. Şair Ali Akbaş'ın “Biz bozkır çocukları hala köyde yediğimiz un helvasını mukaddes Selva ve çocukluk yıllarımda içtiğim pekmez şerbetini, Bezm-i elest'te içilen şerbet sanarak onun hazzıyla sarhoş dolaşırız” sözleri dilime geldi birden. Bozkır'dan çok müteessir oldum. Cengiz Aytmatov'un “Bozkır uçsuz bucaksız, insan ise küçüktür. İnsan çok güçlü ve hünerli olmalıydı burada” sözlerini şimdi anlayabiliyordum. Yüreğime indi bozkır. Nefsime ağır geldi. Utandım sonra. Bozkır'da yaşayanlar daha hüzünlü olmalıydı. Türküleri daha yanık, daha feryatlı olmalıydı muhakkak. Rus hikayeci Çevhov'un yazdıkları tam da söylemek istediklerimdi şimdi: “Bozkırda gidersiniz, gidersiniz, yüksekliklerin nerede başlayıp bittiğini anlayamazsınız. Ne ufak bir esinti, ne küçük bir çıtırtı, ne de kıpırdayan bir bulutçuk. Gecelerinde bıldırcınlar, çalıkuşları ötmez. Orman vadilerinde bülbüller şakımaz, türlü çiçekler kalmaz. Ama bozkır gene de güzeldir, hayat doludur. Güneş batar batmaz gündüz ki eziyetler unutulmuş, boğucu sıcağın çektirdikleri bağışlanmış gibi ince bir sis tabiatı kaplar, engin bozkır geniş göğsüyle hafif hafif soğur. Uçsuz bucaksız, görülmeyen sisli ufuklar. Sanki dünya bu şekilde rutin dümdüz. Her yer aynı ve serap var sanki. Kımıltı yok...” BOZKIRDA HÜZÜN VARDI Evet, bozkırda çiçek yok, ev yok, ırmak yok, dağ yok, insan yok, kapkara topraklar. Her şey sükut halinde, ses ve gürültü, tabiat ve mekan sınırı yok. Her şey apaçık, gizlisi saklısı yok. Bu duygular içinde merhum Osman Yüksel Serdengeçti mısraları üşüşdü yüreğime: “ Topraktan ve güneşten gelen sonsuz saltanat / Bozkır sükun, bozkır ruh, bozkır bir derviş gibi / Kendi kendinden geçmiş, Allah'ı görmüş gibi.” Bozkır'ın ortasında bir vaha gibi duran Karapınar ilçesinde konaklayıp Mimar Sinan'ın eseri olan 2. Selim Külliyesi'nde vakti eda ettik. Selçuklu mimarisinin nişanesi kesme taştan yapılan külliyede cami, imaret, arasta, kervansaray, medrese kalbimi alıp Selçuklu zamanlarına götürdü. Konya'ya yatsıdan önce dahil olduğumuzda dilimde Hz. Mevlana, Şems Hz.leri ve despot cumhuriyet dönemi Konya ulemasının en kahramanı Hacıveyis Efendi vardı. Bütün gayem bu zatları ziyaret edip manen ellerini öpmekti. Konya Yazarlar Birliği Şubesi ve Büyükşehir Belediyesi beraberce bütün misafirleri hoşça karşılayıp Selçuklu'nun başşehrine yaraşır bir şekilde hazırlıklar yapmışlar. İki gün iki gece ulvî ve tarihî mekanları iki katlı otobüsle adım adım dolaştırdılar. Her mekanda görgülü ve malumatlı ev sahipliğinin yanında işinin uzmanı bir rehber olarak Kur'an okuyup, toplu dua etmemize vesile oldular. Bir hayli yazarı bir arada gördüm. En çokta Türkiye Yazarlar Birliği Şeref Başkanı D. Mehmet Doğan ağabeyin bu güzide insanlar arasında olmasına sevindim. KONYA DEMEK HZ. MEVLÂNA VE HACIVEYİS EFENDİ DEMEKTİR Konya demek, Mevlana dergahı demekti. Hz. Mevlana Türbesi'nde vecd içindeydim. Türbe üzerindeki kubbe, “Kubbe-i hadra” (yeşil türbe) denilen külah biçiminde on altı dilimli kubbeydi. Hz. Pîrin yanında babası Bahaeddin Veled, oğlu Sultan Veled, Katibi ve Halifesi Hüsameddin Çelebi, talebesi Selahaddin Zerkubi, torunları ve yakınları yatıyordu. Dergahın içinde asırların ulvî ruhaniyeti dolaşıyordu. Mescid, Semahane, derviş hücreleri, matbah (mutfak) ve ateşbaz-ı veli'nin ocağına dokunurken Hz. Mevlana'nın insanı bu mekanda inşa edişinin arka planının öyle kitaplarda okunan gibi olmadığını anladım. Ateşbaz Veli'nin Türbesi'nde fazlaca heyecanlanıp, dua sonrasında “bizim ateşbazımız da İsmail Göktürk'tür” diye ortalığa zarf atmışım, sonradan hatırlıyorum. Hasan Paşa, Sinan Paşa, Hürrem Paşa, Murad Paşa Kızı ve Mehmet Bey türbelerine dokundukça Selçuklu ecdadın ellerine dokunmuş gibi oldum. Şems Hz..leri Camii ve Türbesi'ne yaklaşırken aşkın ve dostluğun en yücesine sahip Şems-i Tebrizi Hz. lerinin ulvî hüzünle örülü hayatını düşündüm. Konya'nın kalbiydi bu mekanlar. Vecd içinde ecdadın kapılarında, kirli zamanımızın vebalini taşımanın mahcubiyetiyle bir bir diz çöküp halimi arz ediyordum. Sadreddin Konevi Camii ve Türbesi'nde, İplikçi Camii'nde, Sahip Ata Camii'nde aynı ezik duygular içinde başım önümdeydi. Alaaddin Camii'ni dışarıdan seyrettim ve önündeki Sultan Alaaddin'nin Sarayı'nın duvarlarını yıkan Kemalist Cumhuriyet haramîlerine Allah affetsin ağır hakaret ettim içimden. Karatay Medresesi'ni zaman kıtlığından dokunup geçtim. Bu vecd içinde ev sahiplerimize, “fakiri, Hacıveyis Efendi'nin Tek Parti dönemi ve sonrasında vazife yaptığı camiye götürün” dedim. İkindiyi o kahraman ve mazlum, o güzel ve asil alim hocanın adını taşıyan camide geçirdim. Erbabı bilir ki, Hacıveyis Efendi deyince, zulüm ve kan kokan kirli cumhuriyetin 40'lı yıllarındaki Konya'sında la-dinî Kemalistlerin eziyetlerine rağmen alim asaletini kaybetmeyen bir kahraman akla gelir. Evsahiplerime “Bu alimin, ikinci veya üçüncü kuşak bir torunu veya yakini varsa götürün ki yürekten bir zarf atayım. Dedeleri Hacıveyis Efendi'nin damarını ve dilini sürdürüyorlar mı bir sorayım?” Dediler ki: “Onu anlatabilecek bir torunu var, o da İstanbul'da ilahiyatçı öğretim üyesi Mustafa Fayda'dır.” Ev sahiplerimiz bu ulvî gıdanın ardından Konya'nın diğer gıdası olan Meram Bağları'nda hususi yemekleriyle ağırladılar. Meram'a tırmanmadan önce Tavusbaba Türbesi'ni ziyaret ettik ki, hikayesi erbabınca malumdur. KARAMAN'DA HZ. YUNUS'U VE TAPDUK ŞEYHİ GÖRDÜM Karamanoğlu Mehmet Bey'in yurdundayız. Şehre girer girmez Karamanoğlu'nun yaptırdığı Selçuklu taş yapı mimarisiyle içinde cami, medrese ve birçok özelliği olan külliye tarzındaki “İmaret”i gördük. Doğruyu söylemek gerekirse Karaman'da Karamanoğlu Mehmet Bey'den ziyade Ak Tekke (Mader-i Mevlana) Camii ile Yunus Emre Camii ve Türbesi çekip aldı ve heyecanlandırdı beni. Mevlana'nın annesi Mümine Hatun., abisi Alaaddin Çelebi ve yakınlarıyla Karamanoğlu Seyfeddin Süleyman'ın sandukalı mezarları yana yanaydı Ak Tekke Camii cemaat mahfilinde. Ehli bilir ki, yedi asırlık taş yapısıyla fakiri hüzünlendiren Yunus Emre Camii'ndeki Yunus Emre ve Tapduk Emre'ye ait mezarlar birer makamdı. Meşreben Mevlevîlerden daha çok Hz. Yunus'a yakınlığımdan olacak ki, acizane pek duygulandım bu mekanda. Karaman'dan sonra 1650 metre yükseklikteki Güney Torosların zirvesindeyiz. Torosların başı yine dumanlı ve karlı. Bozkır'dan sonra adeta göklerde kanat çırpıyoruz türküler ve ilahiler eşliğinde. Kıvrım kıvrım iniyoruz Akdeniz iklimine doğru. Önümüzde Mut platosu. Yüce Torosların çevirdiği zeytin ağaçlarıyla dolu geniş bir ova. Bozkırın ardından Torosların arasında 1300 metre yükseklikteki yemyeşil ve serin ovada olmanın duygusunu türkülerin nağmeleriyle yaşadım. Sağ yanımızda adıyla müsemma Göksu Irmağı başını taştan taşa, vadiden vadiye vura vura bize eşlik ediyordu. Göksu arada bir kayboluyordu Torosların derin yataklarında. Sonra yeniden kendini gösteriyordu. İsmail Göktürk, habire zarf atıyor yüreğime yüreğime. “Ben, Göksu ile olduğu gibi Kızılırmak'la, Fırat'la da biliş oldum zamanında. Senin Karacaoğlan bu dağlarda ve yaylarda dolaşmış hep. Bozkırı dolaşmaya cesaret edememiş, buralarda gönlünü eğlemiş” diyor. “ İyi de aziz dost, bu fakir meşreben Karacaoğlan'dan ziyade bozkırda medeniyet kurmuş Hz. Mevlanalara, Yunuslara, Ahî Evranlara daha yakın” diyorum. TOROSLARIN ZİRVESİ 1650 METREDEN BİR METREYE TÜRKÜLER EŞLİĞİNDE İNDİM Nihayet, 1650 metreden 1 metreye ayak basıyoruz Akdeniz'in Akkent ilçesine. Sahilde modernizm vardı ve vecdimi anında kaybettim. İsmail anladı bunu, yönünü Cennet ve Cehennem Ziyareti'ne ve Astım Mağarası'na çevirdi. Modernizmden uzaklaştırıverdi ruhumuzu. Sahilden bir kilometre kadar yamaçlara tırmanıyoruz. “Buralarda Yörükler yaşar ve deve olur” der demez karşımıza iki tane deve çıkmasın mı? İsmail, tutturdu “sen de keramet var, bu develerle fotoğraf çektirmelisin” dedi. Kırmadım, Efendimiz s.a.v'in ve ayetlerin adından övgüyle bahsettiği mübarek develerle fotoğraf çektirdim. ASTIM MAĞARASINDA HİSSETTİKLERİM Manevî manada ve Batı'nın ideolojik ve felsefî mağaraları hakkında bir dosya yazı hazırlayan fakir, hayatında bir mağaraya hiç girmemiş. Bu garabeti Yaradan'ın kullarına ibret için oluşturduğu Astım Mağarası'nda çektiğim eziyetleri, zihnimde oluşan fikrî ve manevî çağrışımları yaşayınca anladım. Bir minare merdiveni çapında daracık bir kuyu ağzından doksan basamak iniyorum yer altına. Her yer nem ve karanlık, kadîm zamanlardan, bilmediğimiz dünyalardan hayaller ve semboller çağrıştıran onbinlerce çeşit sarkıtlar, figürler, şekiller, motifler kayadan duvarları ve yerleri doldurmuştu. Bir pozitivist ve materyalist için bu manzara Dante'nin Cehennemi'ne benzeyebilir, Batılıların zihniyeti için “dehşet” uyandırabilirdi. Fakat, tasavvufî bakışla bir Müslüman için Allah'ın kainat üzerindeki ibretli ve ulvî tecellilerinden bir manzaraydı. Fakir de bu mana da dokundu ve seyretti, Allah'ın tecellisinden doğan bu sanat eserlerine. Şunu söylemek gerekir ki, mağarada hapis olmanın veya çileye çekilmenin, öyle sözle, yazıyla ifade edilen bir keyfiyet olmadığını titreyerek hissettim. Evet, bir şehir münzevîsi olarak Konya'yı ve çevresini Toroslar'dan Akdeniz'e bir daire çizerek dolaşıp geldim. İsmail Göktürk'ü mahcup etmedim. Sağ olsun başım dönerken elimden tuttu, söyleşti, bildiğini anlattı, yedirdi, çaya perişan etmedi, acemiliğime örtü oldu kafile içinde ve mekanlarda.
01.05.2012 Habervaktim

























Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.