İnsanın fikrî hassalarını ve aksiyonunu tatil eden bu mekanda halk içerisinde mutlu olamayacağımı, böyle bir mutluluğun zımnında avamın haz ve konfor içerisinde bir istirahat anlayışının olduğunu fikirlice ifade ettikten sonra, ehl-i dil olanlar her anıyla ulvi hüzün ve sızı içinde olmalı demiştim.
Dostumun konuşması, ılıcada ne yaptığım üstüne fikrî ve edebî vecd duyduğum suallerle devam etti ve lisanî bir meydan savaşına girmiştim. Açılmış, kendime gelmiş ve dirilmiştim.
Anlattığına göre, dostlarımın bir kısmı, devlet kesesinden kaplıca tatiline çıktığımı zannetmişler. Halbuki birkaç yıl önce gerçekleşmesi gereken zarurî bir şifa arayışı üzerine kendi imkanlarımla gelmiştim bu sözde istirahat ve miskin hayat mekanına.
Bir sinir harbi imtihanındaydım her dakika. Âcizane bir fikir müptelası için mahpesti bu bedenî şifa yurdu. Halkıma, yani köklerime tahammül talimi yapıyordum. Dört nüfus hane halkımla bir göz odada yirmi dört saat birlikte olabilme mücadelesini inkıtaya ve bozguna uğratmadan muvaffakiyetle tamamlamaya çalışıyordum.
Hane halkıyla birbirimizi tanımaya, her Müslüman gibi bir arada oturup yaşamaya ve halleşmeye çalışıyorduk. Sinir harplerinden sonra bir parça muvaffak olmuştum bir arada olmaya. Bu huyum yanlıştı ve fildişi kulemdeydim. Bu halimi iyice öğrenmiş oldum. Hane halkı teamüllere uygun olanı sürdürüyordu ve bir kitap tiryakisiyle, yani kabilesine yabancılaşan bir aykırı ile bir arada nasıl kalınabileceğine dair bir müddet sıkıntılı anlar yaşamıştı.
ATATÜRKÇÜ ZİHNİYETLİ TÜRK MİLLİYETÇİSİ HEMŞEHRİMLE KONUŞACAK
TEK KELİME BULAMADIM
Kaplıcada bu minval üzere günlerin geçmesini beklerken çevremde çok sayıda bulunan Atatürkçü zihniyetli Türk milliyetçisi hemşehrilerimle konuşacak tek kelime bulamadım. Âcizane fikri istikametimizi bilen bir dostun vesilesiyle Batmanlı bir Kürt ve Siirtli iki Arap milletdaşla tanışıp sohbet etme imkanı kazanınca dilim fikir dünyasını bulmuş, sinir ve baş ağrılarım geçmişti.
Muhteşem Osmanlı devri millet yapımızın birleştiriciliği üstüne ve Kemalist Cumhuriyet Batılılaşmasının millet-i hakime'ye verdiği zararlar hakkında birkaç saat dilleşmiş, hasbıhal etmiştim onlarla.
GÜNEYDOĞULU ÜÇ MİLLETDAŞLA MİLLET OLUŞUMUNUN HÂMİSİ
TÜRKLERİ KONUŞTUK YÜREKTEN
Bizleri bir araya getiren dostun, tanıştırma sırasında yarı muzip bir şekilde fakîr hakkında “filan Türkçülerden…” gibi, geçmişte kalan bazı sıfatlar kullanması, Güneydoğulu üç milletdaşımızda bir müddet haklı bir çekingenlik oluşturmuştu. Bu fakîr, Müslüman kavimleri muazzez medeniyetinin potasında eriten Osmanlı'nın millet tarihini esas alan dille yürekten hasbıhal edince birbirimize tarihteki gibi sarılmıştık.
Bu samimi heyecanla, Atatürkçü cumhuriyet ideolojisinin, yani Ankara rejiminin milletle bunca zamandır uyum sağlayamadığını anlattıktan sonra, İslam zemininde Osmanlı devri irfanıyla yeniden donanmış bir Türkiye Devleti üst kimliğinde bir büyük Müslüman millet, bir yüce medeniyet olmak üstüne doya doya konuşmuştuk. Onlara İslam manasıyla milleti, yani şeriat anlamı içinde millet oluşumunun hamisi olacak olan Türklerin asıl hususiyetlerini Said Nursî Hazretlerinin dilinden anlatmıştım.
Öyle ki, Osmanlı'dan tevarüs ettiğimiz kültür ve medeniyet anlayışının sosyal-hukuk sistemi haline getirilmesi durumunda, medeniyetin banisi ve tarihî tecrübeye sahip Türk adını taşıyan bir devlet sistemi gerçekleştirildiğinde asla rahatsız olmayacaklarını, tarihteki gibi bir arada millet olacaklarını yürekten söylemişlerdi.
Güneydoğulu üç milletdaş sohbetin samimiyete dönüşmesiyle, “geçmişimde Cumhuriyet Türkçüleri gibi düşünen bir milliyetçi iken, bin yıllık İslamlaşmış tarih şuuru ve gerçekliğine istinat eden millet fikrine nasıl eriştiğimi” de sual etmişlerdi.
Masamızda bizi bir araya getiren dostun bir arkadaşı sohbete güya şöyle bir katkıda bulunmuştu: “Her şeyi iyi güzel anlatıyorsunuz da, Cumhuriyet'in kazanımlarını da unutmamak gerek…”
Fakîr, o kişinin sıradan bir Atatürkçü Cumhuriyet zeminli bir milliyetçi olduğunu anlamış ve Ankara oligarşisinin seksen küsur yıldır millete verdiği zararları bir bir ispat ederek tez zamanda onu saf dışı etmişti.
Hasıl-ı kelam; etraftaki insanların da meraklı dinleyişleri arasında, Türkiye'nin Güneydoğusundan üç milletdaşımla musafaha ederek ayrılırken, “İşte tarihteki millet bu masadaki gibidir; millet budur işte!” demiştim vecidli bir ifadeyle.
----------------------------------------------------
İLÂVE YAZI:
GÖNLÜME DÜŞENLER
Mahmut Yardımcıoğlu; nizam-ı alem Türklerinden. Akademisyen. Fikir Dükkanı'nın, yani Mekteb-i İrfan'ın müdavimlerinden. Önce Cüneyt, sonra İsmail kolundan bağlı. Orta gurbet alıp götürmüştü bu cehd ve enerji sahibi dostu. Dünyalık mesleğinde istikrarlı biri. Gurbetten döndü, fakat akademik talimin yorgunluğundan olacak ki, fikir ve gönül taliminin saflarından uzak kaldı. Dilinin şişmesini, gönlünün daralmasını bekliyor olmalı. İnşallah o da olur. Gönlünün inşirah bulması için meslekî telaşı dilinden savıp fikir ve hal diliyle gelmesi gerek. Dostluğun pîrleri ondan razı olsun.
17.07.2012 Habervaktim

























Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.