• İstanbul 16 °C
  • Ankara 21 °C

Bir Kitaptan Öğrendiklerim

Önder SAATÇİ

Kitaplar bilgilerimizin temel kaynağı. “Söz uçar yazı kalır” sözünün belgeleri. Kitaplar birbirimize aktardığımız tecrübelerimiz. Kitaplar bu yüzden en değerli varlıklarımız.

Bugüne kadar pek çok röportaj yayınladım. Başkaları da röportaj türündeki yazıları çeşitli dergilerde yayınladılar veya kitaplaştırdılar. Bu edebî türü çok sevdiğimdendir ki nerede buna dair bir kitap görsem ilgimi çıkar. 

Röportajlar sıradan insanlarla değil de belli bir alanda yetişmiş veya tanınmış kişilerle yapıldığından, o kişinin aktaracağı bilgilere ve onun hayat tecrübelerine ulaşmamızı sağlıyor. Bu, bir bakıma bazı bilgilere kestirmeden ulaşmanın da yolunu açıyor. İşte, yakın zamanda okumuş olduğum ve kalburüstü şahsiyetlerin ilk ağızdan verdikleri bilgilerle dolu bir röportaj kitabı: Hasbihâller. Kitabı yayınlayan Zeynep Uluant. Eserde 18 kişi ile yapılan görüşmelerin kayıtları var. Bu isimler arasında edebiyatçılar, musıkişinaslar, akademisyenler, sanatkârlar var. Her birinin hatıraları ve anlattıkları okuyucuya birer hayat dersi gibi. 

Kitabın konuklarından biri değerli Yeni Türk edebiyatı profesörü Orhan Okay. Onunla olan röportajı okuduğumda, O güzel insanlar, o güzel atlara bindiler gittiler,  sözünün nerden kaynaklandığını öğrendim. Meğer Necip Fazıl Urfa’da askerliğini yaparken oranın yaşlılarından birinden atlara, süvarilere dair hikâyeler dinlemiş. Sonra o yaşlıya sormuş. “Ne oldu, onlar nerede?” demiş. Urfalı ihtiyar da o meşhur cevabı vermiş.  

Türk dilinin eski çağlarının aydınlatılmasında büyük emeği geçmiş eski Türkçe profesörü Kemal Eraslan ile yapılan görüşmeden de şunları öğrendim: Kemal Hoca, yazarla görüşmesinde Fuzuli’nin şu beytini hatırlatıyor: 

Dest-bûsı arzusıyla ger ölsem dostlar
Kûze eylen toprağım, sunın anınla yâre su   

Bu beyitteki “yâre su verme” geleneğinin Diyarbakır’da geçirmiş olduğu çocukluk yıllarında yaşatıldığını bildiriyor. Meğer, o yıllarda Diyarbakırlılar, Mardin kapısı civarındaki bir testiciden testiler alıp içine su doldurup bunlarla perşembe akşamları mezar ziyaretine gidenlere, sevap olsun diye su ikram ederlermiş. Bu satırları okuyunca, “Divan edebiyatı sosyal hayattan kopuktur” diyenlerin çatlak seslerini duyar gibi oluyorum. Ayrıca, bu geleneğin ne kadar köklü olduğu da bu beyitten anlaşılıyor. Nitekim şimdilerde, mezarlıklarda adım başı rastladığımız çeşmelerin de aynı geleneğin devamı olduğunu anlıyoruz. 

Kitabı okudukça Eski Türk edebiyatı profesörü Ali Alpaslan’ın da talik yazısında icazet sahibi bir hattat olduğunu, icazetini de ünlü hattat, ebru ustası, okçu ve gül yetiştiricisi Necmeddin Okyay’dan almış. Alpaslan Hoca ayrıca, fakülte öğrenciliği sırasında ünlü Yeni Edebiyat profesörü Mehmet Kaplan’ın askerliğini ifa etmekte olduğunu, birkaç kere derslere askeri kıyafetle girdiğini anlatıyor. Merhum babam da 1960 İhtilalinden sonra bir hocalarının bakan olduğunu ve bakanlığın makam aracıyla derslere gidip geldiğini anlatırdı. Bugünden bakınca ne garip değil mi… Alpaslan Hoca bir de şunu anlatıyor? Eskiden hattalar yalnızca eserlerini satarak para kazanır, ders verdikleri talebelerinden para almazlarmış…      

Kitap vasıtasıyla tanıdığım bir şahsiyet de Yaşar Tunagür oldu. İsmini daha önce hiç duymamıştım. Kendisi ilahiyat tahsili yapmamış; ancak islami ilimleri çok küçük yaşta babasından öğrenmiş, tapu dairesinde çalışırken Diyanet İşleri Başaknlığına geçmiş, müftülüklerde bulunmuş ve bir süre de Diyanet İşleri Başkanlığını vekâleten yürütmüş. Kendisi 12 Mart’ta hapse atılanlardanmış. Kovuşunda sol kesimin ve devrin önemli isimleri (Mümtaz Soysal, Doğan Avcıoğlu, Ali Sirmen, Madanoğlu) de bulunuyor. Kovuşta ayrıca bazı dindar üniversite öğrencileri de varmış. Yaşar Hoca bir gün onlara Hz. Ömer’in adaletinden bahsediyorken Doğan Avcıoğlu, alaycı bir şekilde “Bu anlattıkların doğruysa ya sen komünistsin ya ben Müslümanım” demiş. Avcıoğlu’nun inançlarında, sonraki yıllarda bir değişiklik oldu mu bilmiyoruz; ancak Hz. Ömer’in adaletine Müslümanlar hâlâ ulaşabilmiş değiller… İktisat profesörü Sabahaddin Zaim de ashab-ı kiramın, borç verdikleri kimselerin evlerinin gölgesinde, faiz olur kaygısıyla gölgelenmekten dahi kaçındıklarını anlatıyor. Öğreniyorum ki Müslümanlar ashabın kaygılarının da çok çok gerisinde…  

Eserlerini zevkle dinlediğim ve hâlen hayatta olan Alââddin Yavaşça’nın anlattıkları da oldukça ibretlik. Ondan, devrin en önemli musikişinaslarından biri olan Münir Nureddin Selçuk’un, ileri yaşta olmasına rağmen emekli maaşının olmadığını, konser gelirleriyle ve İstanbul Belediyesi Konservatuvarındaki mukavelelerle geçindiğini, Bekir Sıdkı Sezgin’in İzmir Radyosunda çalıştığı yıllarda bir taraftan da marangozluk ve ilaç tanıtımcılığı (reprezant) yaptığını öğreniyorum. İnsan bunları okuyunca düşünmeden edemiyor: Sanatta yükselmek için hayatın çileyle mi dolu olması gerekiyor… 

Kitapta bir başka musıkişinas Nevzad Atlığ ile yapılan röportajdan da Batılı müzisyenlerin klasik Türk musikisinin kıymetini nasıl kavradıklarını öğreniyorum. Almanya’daki bir konserden önce oradaki müzikoloji öğrencilerine ve hocalarına musıkimiz hakkında geniş bilgi verdikten sonra, birkaç eser de icra ettiklerini, akşamleyin konsere başlamadan önce de Alman müzik hocasının “Şunu unutmayın ki bu dinleyeceğiniz, bir büyük medeniyetin bir büyük sanatıdır”. Konser 5-6 program dışı 5-6 parça icra etmeden bitmemiş.  

Sanat Tarihi profesörü Oktay Aslanapa’nın anlattıkları ise içler acısı. Hoca, Diyarbakır’da yazlık Artuklu Sarayı’nın askeri bölgeye dahil olmasından önceleri pek ümitlenmiş. Nasılsa ören yerine defineciler, yağmacılar giremez de o alan korunur diye düşünmüş. Gelgelelim, devrin komutanı bu yazlık sarayın üzerine bir bina kondurmuş, fakat sıcaktan dolayı binanın fayansları çatlamış. Onun yerine gelen komutanın da o yıl terfisi varmış. Harap durumdaki inşaat teftişte görülürse terfiinin engelleneceğini düşünerek binayı temeliyle birlikte yıktırmış; böylece yazlık saray da yok olup gitmiş. 

Kitabın bana kazandırmış olduğu en değerli bilgi ise Dış Türkleri romanlarında genişçe konu edinen Emine Işınsu’nun “Tutsak” romanının Kerkük’le ilgili olmasıydı. Yıllardır Emine Işınsu’nun Kerkük’ü romanlarından birinde işleyip işlemediğini merak eder dururdum. Fakat nedense bu hususu araştırmaya bir türlü sıra gelmemişti. Kitap vasıtasıyla bunu da öğrenmiş oldum ve kitapçıma “Tutsak”ı acilen ısmarladım. Yazar Uluant’ın, Işınsu’nun “Tutsak” kitabını okuduktan sonraki düşünceleri şöyle: “Tutsak romanı hislerime âdeta tercüman olmuştu. Bu roman bence, modern bir hoyrat, dünden bugüne usta dönüşlerle ve hamasi diliyle mükemmel bir tezli roman örneğiydi”. Yazar, kitapta romandan genişçe bir pasaj da veriyor. Bununla birlikte, kitapta Işınsu’dan aktarılan bir başka hatıra da çok dokunaklı. Işınsu’nun dedesi olan Avnullah Kâzımi Bey (H. Nusret Zorlutuna’nın babası), Kerkük Mutasarrıfı iken, hanımı doğum yapıyor. Zamanın geleneğine göre, tellal tutup bu mutlu hadiseyi ilan etmesi bekleniyor. Ancak Kerküklülerin hediye getireceği kaygısıyla tellal dolaştırmıyor ve çevreden gelecek hediyelerin beklentisi içindeki eşine, “Hayır hanım, ben sana ne istersen alırım; fakat hediye kabul etmek yok.” diyerek hem eşine hem o günkü çevresine hem de bize ve bizden sonra geleceklere hiç unutulmayacak bir insanlık ve ahlak dersi veriyor.                           
Uzun sözün kısası, hayatını dolu dolu yaşamış, çevresine mum olmuş, ışık olmuş insanlar bu dünyadan göçüp gitseler de onlarla bir zamanlar yapılmış mülakatlar, röportajlar kâğıda döküldüğünde, seneler sonra da olsa sonsuzluğa gönderilmiş bir mektup gibi bizlere ulaşıyor. Bize düşense kıssadan hisse çıkarmak.  

Bu yazı toplam 405 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim