Genel çerçevede bu sorular şu şekilde sıralanabilir: Herhangi bir kavramın tanımı yapılamadan onu tasvir etmek mümkün müdür? Özellikle söz konusu olan somut olmayan unsurların, çoğunluk olarak içerisinde yer aldığı bir çerçeve ise. Tanım bu çeşitlilik ve soyut unsurlar içerisinde neye göre, hangi alana göre yapılacaktır? Yapılması için bir eksen belirlemek, sınır çizmek gerekli midir?
Düşünce bizde, toplumsal sorunlara çare ararken bulunmuş bir şeydi. (Ülken, 2011:7) Düşünce üzerine ilk adımın gerekmedikçe atılmaması diğer konularda da doğal olarak gecikmeye sebep oluyordu. Bu cesaret ve veri yetersizliği kavramların genişliği ve kaypak zemin üzerinde olması nedeni ile kişileri çözümleme ve olayları kısa yoldan yorumlama adına “bu konuların üzerinde fazla durulamayacağı” sonucuna götürüyordu. Oysa her kavram her olay kişiler için konu kabul edilebilir ve gelecek kuşakların faydalanacağı genellemelere varılabilir hale getirebilirdi. Düşünce uygarlığın bilinci olduğu için, düşünce tarihi de uygarlık tarihinin özeti ve ruhu demektir. (Ülken, 2011:7)
Geçmişte kültür üzerine fikir üretmiş birçok araştırmacı kültürün sahip olduğu kimi özellikler nedeniyle tanım ve tasvirinin mümkün olmayacağını, yapılsa bile eldeki verinin doğruları yansıtmayacağını ileri sürmüşlerdir. Bu isimlerden Cemil Meriç kültürü; unsurlarının sonsuzluğundan tahlil edilememesi, hiçbir yerde durmadığından tasvir edilememesi, manasının kelimelerle belirtilememesi gibi nedenlerle kaypak bir kavram olarak değerlendirir. (Meriç, 1986: 9) T. S. Eliot ise kültürü, aslında herhangi bir toplumun dininin vücut bulmuş bir şekli olarak ifade eder. Din kültüre muhtaç olduğu çerçeveyi oluşturur ve bütün insanlığı bunalım ve ümitsizlikten kurtarır. (Eliot, 1981: 20-27) Bu iki farklı görüşten yola çıkarak Doğu-Batı Medeniyeti karşılaştırmalarında kültürel unsurların ikincil planda olması düşüncesi ileri sürülebilir. Zira Meriç’in düşüncesinden hareketle yerel anlamda bile değişkenlik gösterecek kültürel verilerin, kapsayıcı özelliği olan medeniyet kavramını değerlendirmede doğru olmayacağı sonucuna ulaşılabilir. Eliot’a göre ise bu, doğrudan bir dinler karşılaştırması; yani Müslümanlık ile Hıristiyanlığın karşılaştırması olacaktır.
Türk aydınları, 19.yüzyılda ve 20.yüzyılın başında Batı düşüncesinin başlıca özelliklerini toplumsal eyleme bağlı olarak tanımışlardır ki bunun önemi yadsınamaz (Ülken, 2011: 11) ‘İla-yı kelimetullah’ anlayışının hâkim olduğu yıllara kadar Batı horlanan bir konumda iken sanayi ve tekniğin ilerlemesi ile yani 17.yüzyıldan sonra örnek alınması gereken bir kültür ve medeniyet dairesi olarak görülmeye başlanmıştır. Tanzimat’tan sonra ortaya çıkan Batılılaşma tabiri ise artık sınırları korumak için kullanılan yöntemin diğer adı olur. Bu sorunsalın ortaya çıkışı itibari ile aydınlar arasında da görüş farklılıkları görülmeye başlanmıştır. Biz bu çalışmada siyasî tarihe bakarak ortaya çıkan farklılıkların tespitini yapmayacağız. Edebi eserde bu soruna yaklaşan edebiyatçılardan yola çıkarak değişik ya da benzeşen Doğu tasvirini bulmaya çalışacağız. Tabi burada batılılaşma meselesinde aydınlarla sanatçılarımızı; “taraftar olanlar” ile “karşıtlar” diye kesin çizgilerle iki gruba ayırmak doğru değildir. Çünkü onların Batı karşısındaki olumlu veya olumsuz tavırları farklı seviyelerde olmuştur. (Gür, 1997: 30) Bu bağlamda bahsedilebilecek ayrılıklar ya da marjinal bakış açıları anlatılan kavramı zenginleştirmek dışında başka bir şeye yaramayacaktır.
Batı medeniyetine bakış aslında Doğu’nun içinde bulunduğu durum ile alakalıdır. Öyle ise “Doğu’yu nereden ve nasıl öğreneceğiz?” sorusu üzerinde düşünülmesi gereken bir sorudur. Amacı, “İslam olan “Doğu”nun içinde bulunduğu durumun edebi eserlerdeki görünüşü” şeklinde özetlenebilecek bu çalışmada Doğu’ya öncelikle din ekseninde bakmak doğru olacaktır.
İslam inancı ile şekillenen Doğu coğrafyasının sosyolojik ve kültürel yapısı savaşlar, gerilemeler ile değişikliğe uğramıştır. Gerilemeleri önlemek için alınan tedbirler yalnız siyasi ve sosyal düzeni değiştirmemiş, kültürde meydana gelen değişiklikleri de peşi sıra getirmiştir. Medeniyet krizi bu ikilem arasında kalanların yaşadığı bir sorun olmuştur. Bu sorunu yazar ve şairlerimiz eserlerinde irdeleyerek karakterleri aracılığı ile gözler önüne sermeye çalışmışlardır. Mehmet Âkif Ersoy ve Ahmet Hamdi Tanpınar bu soruna temas eden yazarlar arasında gelir.
Mehmet Âkif, sanat hayatının en başından itibaren Doğu-Batı karşılaştırması yapmış; Ahmet Hamdi Tanpınar da romanlarında Batılı yaşam karşısında değerleriyle çatışan Doğu’yu ve modernleşme adına dayatılan kimi yeniliklerin toplumda görülen çelişkisini ironik bir dille ele almıştır.
Mehmet Âkif, Safahat’ın yedinci kitabı olan Gölgeler’de sadece Doğu toplumu açısından düştüğü ümitsizlik kadar bireysel anlamda yaşadığı küskünlüğünü de dile getirir. Ahmet Hamdi’nin Mahur Beste romanında ise alt karakterlerden bazıları Doğu algısında ümitsizliğe kapılan bakış açıları ile Doğu’yu bir yaşam zenginliği kabul eden iyimser bakış açılarını karşılaştırır. Bu çalıma ise, romanın kurgu karakterleri ile şiirlerinde özne olabilen şair arasında birtakım benzerliklerin olduğu tespit edecektir. Çalışmada, gerek Gölgeler’in şiirlerine gerek Mahur Beste romanındaki bazı karakterler ve bunların en yoğun diyalogla buluşturulduğu “Garip Bir İhtilalci” bölümüne ilginç ekseninde bakılacaktır.
Gönlüm uçmak dilerken semavi ülkelere
Ayağım takılıyor yerdeki gölgelere...
Necip Fazıl
“Sağır Kubbe”de Hangi “Gölgeler”
Nurettin Topçu, Mehmet Âkif’i anlattığı kitabında “büyük adam eseri ile hayatını birleştiren adamdır.” (Topçu, 1993:15) ifadesini kullanır. Bu bakış açısına göre şairin her eserini düşünce dünyasının bir parçası gibi görmek yanlış olmaz. Aynı zamanda eserin ortaya koyduğu düşünceler bütünü şairin gerçekliğini de gözler önüne serer. Bir anlamda Mehmet Âkif, hem yazdığı gibi yaşayan hem de yaşadığı gibi yazan bir isim olmuştur.
Sosyal bozukluğun esasını gelenekten ayrılmada, inançların kaybolmasında bulanlar batıcılığın yıkıcı bir hareket olduğunu ilan etmişlerdir. Bu hücumları yapanların arasında Mehmet Âkif’de vardır. (Ülken, 2011: 160) Ancak, Âkif’i yalnız batıcılığa hücum eden şair saymak doğru değildir. Çünkü aynı şair vatanseverlikte, yobazlığa hücumda Fikret’le de birleşir. (Ülken, 2011: 218)
Mehmet Akif ait olduğunu gizlemediği Doğu medeniyet dairesinin yanlışları karşısında acımasız eleştirilerini söylemekten çekinmemiştir. Bir başka deyişle “hissiyatına mahrum olmamış” (Gür, 1997: 33) tır. Şairin temel sorun olarak gördüğü bu durumu anlayabilmek için hem dönemin öncesi ve sonrası ile siyasî halini bilmek hem de çağın getirdiği, gerektirdiği değişimleri görmek gerekmektedir. Şair, eserlerinde ve siyasî mücadelesinde bu hususları dikkate alarak davranmıştır. İlk kitaptan itibaren Safahat’ta bu düşünsel yapının panoramasını görmek mümkündür.
Samimi bir vatansever olduğu herkesçe malum olan şairin bu iyi niyetli tavrı eserlerinde tam zıttı bir tepki zannedilecek söylemlere sebep olmuş; şair, “hayalle alış verişi olmadan” gerçekleri ve gözlemlerini oldukça sert bir üslupla dile getirmiştir. Şiirlerini yazdığı dönem milleti binbir sıkıntı içerisindedir. Bu duruma karşı hassas davranması ondan beklenen bir şeydir. Ancak Mehmet Âkif’te ayırıcı nokta yalnız tespitle kalmaması, aynı zamanda sorun olarak tanımladığı hususların çözümünü de önermesidir. Ama öncelik onun için tanımlamadan geçer. Bunu Gölgeler kitabının ilk şiirlerinde de görebiliyoruz. Gölgeler, Safahat’ın yedinci ve son kitabıdır. 1919-1933 yılları aralığında yazdığı şiirlerden oluşmaktadır. Kitabı kendi içerisinde acıyı dile getirme, yarayı bulma ve tahlil etme, tedavi yöntemleri ve tedavi sürecini anlatma şeklinde bölümlemek mümkündür.
Şairin şiirine gömdüklerini bulmak başat görev olarak durmaktadır. Gölgede kalanlar gömmek zorunda kaldıkları mıdır? Elem ve azap duymasının sebebi dili bağlı bakıp durmasıdır. Karşısından koca bir medeniyet göçüp gitmektedir. Sınırların küçültülmeye çalışıldığı, dolayısıyla kendiliğin kaybolduğu ve başkalaşmanın zorunlu hale geldiği bir yere çevrilmeye çalışılmaktadır coğrafyası. Batı bunu iyi başarmaktadır. Ancak sahipsiz kalan yurdun evlatları da sessiz kalmaktadır. Şair ilk olarak kendini suçlar, suçu çağlayıp akamamasıdır ona göre. Oysa yazdığı her mısrada sorun çözüme işaret edecek biçimde ele alınmıştır.
Hasan Aydın, Mehmet Âkif Ersoy’un şiirsel söyleminde Doğu’nun geri kalmışlığının felsefi çözümlemesini yaptığı yazısında, şairin şiirlerinden yola çıkarak bu geri kalmışlığın nedenlerini daha çok yanlış dinsel algı (kadercilik), sosyal gelişimi hiçe sayma, toplumsal çözülme, parçalanmışlık, çağdan uzak kalma, emperyalizm, tarihe nesnel bakamama gibi nedenlere dayandırmıştır. (Aydın,2008)
Şairin şiirlerinin geneline bakıldığında yukarıdaki tespitlerin mevcudiyeti görülecektir. Bununla birlikte Mehmet Âkif’in Doğu-Batı değerlendirmesinde üç farklı dönemin olduğunu söylemek mümkündür.
İlk dönem Millî Mücadele yılları öncesidir. Büyük bozgunun yaşandığı yıllarda Mehmet Akif, Doğu’yu salt nesnel gerçekliğiyle değil şair ruhunun hissiyatıyla da biraz ümitsiz algılar.
Şark şirinde “Ne gördün şarkı çok gezdin?” diyorlar sorusu şairin Doğu ile ilgili gözlemlerini anlatması için bir vesile olmaktadır. Ancak bu soru, cevabı hiç de iç açıcı şeyler olmayan bir sorudur. Çarpıcı betimlemeler burada başlar.
Harap iller; serilmiş hanümanlar; başsız ümmetler;
Yıkılmış köprüler; çökmüş kanallar; yolcusuz yollar;
Buruşmuş çehreler; tersiz alınlar; işlemez kollar;
Cemaatsiz imamlar; kirli yüzler; secdesiz başlar;
“Gaza” namıyla dindaş öldüren biçare dindaşlar;
Ipıssız aşiyanlar; kimsesiz köyler; çökük damlar;
Emek mahrumu günler; fikr-i ferda bilmez akşamlar. (Âkif, 1999: 411)
Safahat’ın daha önceki bölümlerinde de dile getirilen konular tekrarlanır, fakat tablo daha kötü sahnelerle daha can acıtıcı düzeyde seyredilmektedir.
O dönemde şair, Şark’ta genel olarak bir kimsesizlik, tembellik fark etmiştir. Öyleki birlik beraberlik yok aksine nerede ise herkes birbirine düşmüştür. Bu Şark’ta ümmet anlayışının da kalmadığını gösterir. İnsanlar duyarsızdır. Oysa bu âlem insanlığın mehdi sayılan bir âlemdir. Yıkık bir rüyadır şimdi o zaferlerin yaşandığı yerler. İnsanlar bu kâbustan uyanmalıdır.
Serilmiş sineler kâbusu artık silkip üstünden
”Hayat elbette hakkımdır!” desin, dünya “değil” derken? (Âkif, 1999: 412) Olumsuz tablo sadece maddi varlığa ait unsurlarda değil şairin bakış açısında da görülür. Şu dizeler, şairin psikolojisini anlamak açısından önemlidir:
Mezarlar, ahretler, yükselen karşında duradur;
Ne topraktan güler bir yüz, ne göklerden güler bir nur!
Derinlerden gelir feryadı yüz binlerce alamın;
Ufuklar bir kızıl çenber, bükük boynunda İslam’ın! (Âkif, 1999: 411)
Gölgeler’de yer alan Şark şiirinde geçen bu dizeler 19 Eylül 1919’da yazılmıştır. 19 Eylül’de İstanbul sosyal hayatına devam ederken Osmanlının diğer topraklarında birkaç gün öncesinden o güne büyük bozgunlar yaşanıyordu. 16 Eylül’de Azerbaycan bir günlük Osmanlı hâkimiyetinin ardından tekrar kaybediliyor, 19 Eylül’de Yıldırım Orduları bütünüyle tahrip ediliyor, Mareşal Liman Von Sanders istifa ederek dört gün sonra yerine Mustafa Kemal Paşa tayin ediliyordu. Ülkenin gidişatı şairi ümitsizliğe düşürecek bir nokta da idi. Oysa sonraki yıllarda Doğu’nun fiziki tasviri değişmese bile Mehmet Akif’te bakış açısı değişecek, İstiklal Marşı’nın ilk sözcüğünü “Korkma” emriyle başlatarak ümit vaat edecektir. İşte bu dönem
Mehmet Âkif’in Doğu algısında ikinci dönem olarak ele alınabilir. Artık duyguya dayanan iyimserlik yanında akılcı çözüm önerileri de geliştirir. Asım’a “Berlin’e giderek Batı’nın bilimini alması” yönündeki tavsiye, bir anlamda Doğu’nun kurtuluşu için Mehmet Akif’in sunduğu reçete olur.
Üçüncü dönem olarak Mısır yılları kabul edilebilir. Doğal bir refleks mahiyetinde şairin tekrar karamsarlığa kapılması sadece Doğu’nun değişmeyen durumu kadar Mehmet Akif’in bireysel küskünlüğünden de kaynaklanır. Gölgeler’den önce başkalarını konuşturmasına rağmen burada artık kendisinin konuşuyor olması da ruh halinin göstergesidir.
Mısır’da yazdığı şiirler, şâirin iç dünyasını daha özel dizelerle yansıtır. Öncekilerden farklı olarak adetâ İslam ideolojisini yayma misyonunu üstlenmiş bir şair gitmiş; yerine vatan özlemi çeken idealine ulaşamamış bir mistik şahsiyet gelmiştir. Çevresinde olup bitenlerden ziyade kendi iç dünyasını şiirlerine yansıtmaya başlamıştır.(Ürün, 2002: 87) Safahat, onun hayat anlayışının ve dünya görüşünün tam bir sentezi olmuştur. Rabbini arayan ruhunun çile ve dua devresinden murada erme devresine geçtiği eserdir. Allah’a intikal için hazırlık tamam olmuştur. İdeal âlemi arayışın en kuvvetli terennümlerini, mistik ruhunun feryatlarına sarılmış olarak yedinci Safahat’ında (Topçu, 1998, 24-25) görülebilir.
Nurettin Topçu da “lakin sonra Gölgeler peyda oldu.” derken bu son dönemin özel yanına vurgu yapar. Bunlar, hakikat âleminden dünyamıza uzanan gölgeler miydi? Akif bu eserle yeniden dünyaya geldi ve yepyeni bir hüviyetle geldi denilebilir. Bu son eserde ahlaki milliyetçilik ve din davaları, şimşekli, yıldırımlı, fırtınalı bir âlem içinde vecdin lisanı ile, hakikatin sanki bizzat kendi diliyle halledildi... Safahat’ın ilk altı kitabına nazaran Gölgeler’de büsbütün yeni olan din ve Allah anlayışıdır. (Topçu, 1998: 69)
5 Ocak 1925’te yazdığı Gece şiirinde
“Ömürler geçti, sen yoksun, gel ey bir tanecik Ma’bud
Gel ey bir tanecik gaib, gel ey bir tanecik mevcut!” (Âkif, 1999: 444)
dizeleriyle yalnızlığını İlahi olanla paylaşmaya çalışan şair; Resmim İçin dörtlüğünde
“Rahmetle anılmak, ebediyet budur amma
Sessiz yaşadım, kim beni, nerden bilecektir?” (Âkif, 1999: 450)
dizeleriyle bir yarın korkusuna kapılacaktır. Nitekim Bir Ariza şiirinde “Haydi sen, kumda biraz oyna!” diyenlere seslenecektir:
Siz, canları örter sakınırken cereyandan,
Biz, bodruma sarkar da kaçarken galeyandan!
Siz, mercanın a’lasını attıkça şişerken;
Biz, kumlarda çirozlar gibi piştikçe pişerken!
Siz, Marmara afakını dürbünle süzerken;
Biz, poyrazı görsek diye, damlarda gezerken!
Siz, yelkeni açmış, suyun üstünden akarken;
Biz küplere binmiş, size hasretle bakarken!
İnsaf ediniz: Kopmayacak şey mi kıyamet?
Elbette kopar. Dinle Paşam, ceddine rahmet: (Âkif, 1999: 454)
Mehmet Âkif’in sadece Doğu algısında değil genel geçer her türlü kavram ve fikir eksenine kadar genişletilebilecek yaşadığı değişim, Mahur Beste’nin alt karakterlerinden Sabri Hoca’da da görülür. Gerçi hayatları çerçevesinden bakıldığında bir roman karakteri ile Mehmet Âkif bambaşka yerlerden geçmişler, farklı dönemlerde yaşamışlardır. Fakat eserlerinde ironiye sıkça başvuran Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Mahur Beste romanındaki Sabri Hoca’sında ümitsizliğe düşmüş Mehmet Âkif’i; Doğu’yu estetik merkezli değerlendirerek güzellikleri ön plana çıkaran İsmail Molla’da ümit vaat eden, iman dolu göğüslerle övünen, akılcı çözüm önerileri geliştiren iyimser Mehmet Âkif’i bulmak mümkündür.
Yaşayan Kültür “Mahur Beste”
Ülkeler için kriz dönemleri daha çok medeniyet değişikliğinin zorunlu ve/ya doğal süreçte işlemeye başladığı anlardır. Kişiler ve toplumlar da bu zorunlu veya doğal süreçten ister istemez etkilenirler. Öyle ki bu süreç içerisinde intihar oranlarının arttığı, suçun çoğaldığı, toplum düzeninde kargaşa ve kaosun zirve noktalara geldiği görülebilir. Bunlar toplumun sosyal, siyasal havasını etkilediği gibi kültürel unsurlarında da yansımalarını açıkça ortaya çıkarır. Medeniyet değiştiren kişilerin/milletlerin psiko-sosyal düğümlenişlerini entelektüel kaygılar ve estetik biçimlerle yapıtlaştıran çok boyutlu ve özgün yazarlarımızdan birisi Ahmet Hamdi Tanpınar’dır. (Kurukafa, 2001:5)
Tanpınar’ın bütün eserlerinde yukarıda bahsedilen kriz ortamının etkisini fark edebiliriz. Mahur Beste, yaratılan karakterleri ile bu kriz anlarını en iyi örneklendiren romanlardandır. Çünkü Doğu ve Batı’nın kıskacında kalan insanlar çözümü ya içe kapanarak kendini sorgulamada bulur ya da dışa dönük hayatı benimseyerek değişen yapıya küsmeden mevcut olanı sorgulamaya yönelirler.
Mahur Beste 1944-45 yılında yayınlanır.(Ünlü-Özcan, 1988: 153) Roman İsmail Molla’nın oğlu Behçet Bey’in hikâyesini anlatır. Ancak bu hikâyenin başkahramanı zannedilen Behçet Bey romanın bazı bölümlerinde geri planda kalarak rolü daha etkin karakterlere bırakır. Bu durum yedi bölümden oluşan romanda her bir bölümün daha özerk bir yapıya sahip olduğu sonucunu doğurur.
Tanpınar, Mahur Beste’nin ‘Garip Bir İhtilalcı’ bölümünde Behçet Bey’in babası İsmail Molla ile Sabri Hoca’nın[1] karşılıklı konuşmasını verir. Yapmak istediğimiz şey buradaki karakterler ile Gölgeler’in anlatıcısını birebir benzetmekten öte, dönem içerisinde oluşan fikirlerin ne derece paralel ya da ne derece zıt olduğunu ortaya çıkarabilmektir.
Ahmet Hamdi Tanpınar, Osmanlı toplumunun batılılaşmasının ilk adımı sayılan Tanzimat döneminde oluşan değişiklikleri Behçet Bey’in hikâyesi ile başlayan fakat asıl “Garip Bir İhtilaci” bölümü ile ortaya konulan olaylar ve düşünce zincirinde anlatmaya çalışmıştır.
Safahat’ın yedinci kubbesi altına sığdırılan felsefe ile Mahur Beste’nin Garip Bir İhtilaci bölümünde dile gelen felsefi düşünce dönemin doğu algısı hakkında bize yardımcı olmaktadır.
Romanda sunulan haliyle Sabri Hoca garip bir adamdır. Etrafındakilere güven veren bir yapısı vardır. Gariptir çünkü...
İslam âleminin geçirdiği buhran, Cemiyet-i Tedrisiye-i İslamiye’nin faaliyetleri, yeni fikirleri benimsemiş birçok büyük bilginlerin mevcudiyeti, adeta ihtilalci adı verilebilecek bir yığın müderris, onun bu devirde cemiyet meselelerini menfi tarafından tutmasına engel oluyordu. (Tanpınar, 2003: 71)
Sabri Hoca gibi aynı görüşte olmayanların bile saygı duyduğu ve güvendiği Âkif de İslam olan Doğu’nun yaşadığı sıkıntılara duyarsız kalamamaktadır. Hemen bütün şiirlerinde buna işaret eder. Zaman zaman yakın arkadaşlarıyla bile bazı konularda aykırı düşmekten çekinmez. Sabri Hoca da Âkif gibi mücadelenin içinde birebir bulunan bir kişidir. Onun gibi sürgüne gönderilmiş ve unutulmuştur. Batı’yı tanıma fırsatı bulmuştur her ikisi de. Ancak Sabri Hoca’nın Dilsiz Hoca’dan Dinsiz Hoca’ya uzanan lakabının aksine Âkif daima dini bütün bir Müslüman olarak tanınmış ve sevilmiştir.
Fikirlerimiz onları taşıyacak kudrette olduğumuz nispette bizimdirler. Sabri Hoca da bu kuvvet yoktu (Tanpınar, 2003: 82) der Tanpınar. Oysa Âkif inandığı gibi yaşamayı ve söylediklerinin daima arkasında durmayı bilmiştir.
Sabri Hoca’nın medeniyet ve insan görüşü geçirdiği talihsiz çocukluk, ardından gelen yetimlik ve dışlanan adam konumuna sürüklenişi ile biraz fevri ve saldırganca ifade edilir.
Oğlum Behçet, sen bir medeniyetin iflası nedir bilir misin? dedi. İnsan bozulur; bir medeniyet insanı yapan manevi kıymetler manzumesidir. Anlıyor musun şimdi derdin büyüklüğünü. Cahilsin; okur, öğrenirsin. Gerisin; ilerlersin. Adam yok; yetiştirirsin, günün birinde meydana çıkıverir. Paran yok; kazanırsın. Her şeyin bir çaresi vardır. Fakat insan bozuldu mu, bunun çaresi yoktur. Sen cilt yapıyorsun; şiraze nedir bilirsin. Bizde insanoğlu şirazesiz kalmış. Hayat onun için ahenksiz, birbirini tutmayan, günün hayatına cevap veremeyen bir yığın ölü kıymetler tarafından idare ediliyor. Dünyaya baktığımız zaman ayrı görüyor, kendi kendimize kaldığımız zaman ayrı düşünüyoruz. Yığınlarca tezat içinde yaşıyoruz, bütün şark dünyası bir ıstırap içinde. (Tanpınar, 2003: 87)
Sabri Hoca, şark dünyasının içinde bulunduğu durumun aynı coğrafyaya ait olan insan tarafından bu hale geldiğini düşünmektedir. Âkif de benzer bir düşünce ile şarkın kötü halini kendi insandan kaynaklı tembelliğe bağlamaktadır. Şüphesiz Mehmet Âkif ile Sabri Hoca arasında birçok farklılıklar vardır. Sabri Hoca’nın var olma ve varlığını kabul ettirme çabası onun gerçek insan sevgisinden uzaklaşmasına, aslında fikirlerine uygun olmasa da -Jön Türkler gibi- kişisel kaygılar nedeni ile onlardan imiş gibi davranmasına neden olmuştur. Şair ise hiçbir döneminde “imiş” gibi davranmamıştır.
Sabri Hoca’nın şark hakkındaki menfi görüşleri ve II. Abdülhamit’e olan düşmanlığı İsmail Molla’nın dikkatini uyandırır ve hocanın Şark’a olan düşmanlığının sebebini sorar. Hoca ise; Şark yok, şark öldü. Bizler yetimiz. Unutmaktan başka çaremiz yok. Yetimlikten kurtulmak için unutmalıyız. (Tanpınar, 2003: 89) diyerek Şark’ı büsbütün siler.
Öncesinde Şark’a düşman olmayan Sabri Hoca şark diye bir şeyin kalmadığını söyler. Geriye kalan artıklardan bir medeniyet kurulmaya çalışıldığını sihirli nefes ortadan kaybolduktan sonra elindeki çerçöp yığınından (Tanpınar, 2003: 91) bir şey çıkmayacağını düşünür. Yazar, Sabri Hoca’nın bu görüşlerinin karşısına İsmail Molla’yı çıkarır. İsmail Molla’nın Şark’ın bitmiş olduğunu düşünen eski arkadaşına verdiği cevap oldukça manidardır:
Bana kalırsa ortada öyle ne şark var, ne de açıkta kalmış ölüsü var. Demin şarkı müdafaa eder göründüm. Maksadım sana fikrini açıkça söyletmekti. Ben şarka bağlı değilim, eskiye de bağlı değilim, eskiye de bağlı değilim; bu memleketin hayatına bağlıyım. Bu Müslümanlık mıdır, şarklık mıdır, Türklük müdür? Bilmiyorum........................................................................................ Sen garptan geri olduğumuzu söy
lüyorsun. Zaten herkes bunu söylüyor; elbette doğru bir söz olsa gerektir. Fakat ben daha mühim bir şey söyleyeceğim. Ben hemen etrafımızdaki hayattan geri olduğumuzu söyleyeceğim. Bence ne şark, ne şu, ne bu vardır. Etrafımızdaki hayat vardır. Bizi biz yapan bu hayattır. Bütün hususiyetlerimiz oradan gelir. Bu ise kitapta okuduklarımız gibi bir kere için olup bitivermiş şeylerden değildir; daima değişen değiştikçe bizi de değiştiren bir şeydir. Çünkü arkasında eline geçen her meyvayı iştahla ısırmasını bilen bir cemaatin zevk hayatı vardır. (Tanpınar, 2003: 91)
Bu görüşler Doğu düşüncesi hakkında yazarın orijinal bakışını gösterir. Molla İsmail’in kişiliğinde yazar, yaşadığı coğrafya ile harmanlanan din anlayışı ve zenginleşen medeniyet unsurlarının, Şark’ın yeni tanımı olması gerektiği düşüncesini ileri sürer.
Gene anladım ki bizim şark; Müslümanlık, şu bu diye tebcil ettiğimiz şeyler, bu toprakta kendi hayatımızla yarattığımız şekillerdir. Bize ulûhiyetin çehresini veren Hamdullah’ın yazısı, Itri’nin Tekbir’i, kim olduğunu bilmediğimiz bir işçinin yaptığı mihraptır. (Tanpınar, 2003: 92)
Mehmet Âkif de söyleminde Şark’ın yükselen değerlere ulaşması için gerekenleri kendi coğrafyasından ve kendi insanından beklemektedir. Bu aslında İsmail Molla’nın da adına gönderme yaptığı Anadolu Müslümanlığıdır.
Peygambere böyle “efendim” diye ve bu teşrifatla hitap edebilmek için evvela Türkçe konuşur doğmak, sonra bizim Türkçemizin içinde doğmak, bizim teşrifat ve adabımızdan geçmek lazımdır. Ta Asya içlerinden kopacaksın, bir çığ gibi bu sahillere düşeceksin.; orada tıpkı bizimki olan bir imparatorluk kuracaksın, bu toprak üstündeki hayatı nizamlayacaksın; dört asır lüfer, kalkan, barbunya yiyeceksin; badem, gelincik şurubu içeceksin; samur kürklere, beyaz bürümcüklere bürünüp yaşayacaksın; hayat arızalarının üstünde bir vahdanilik fikri ile yaşayacak, onu türbende, camiinde, sebilinde bir üslup haline getireceksin; tekkelerin asırlarca Allah’la sevgiliyi birleştirecekler; dini raşe bir zarafet ve nezaket ayini haline girecek ve sen Peygamber’e hitap için bu dili bulacaksın.( Tanpınar, 2003: 94)
İsmail Molla, Sabri Hoca’nın öldü dediği medeniyetin ölmüş olsa bile yeniden dirileceğini düşünmektedir. Ait olduğu bu yok olma halindeki kültüre o kadar bağlıdır ki fakiriz, cahiliz, şuyuz, buyuz, doğru atıl bir zihniyette yaşıyoruz. Hoş ben o zihniyete de kötü demem. Öldüğüm zaman sarılacağım kefeni otuz sene beraberimde gezdirmiş bir ihtiyarım. Hislerimle etrafımdaki şeye bağlıyım. Onların içine gömülmek isterim. Ne ise...( Tanpınar, 2003: 94) demektedir.
İsmail Molla’nın iyimserliği Âkif’in beklediği şeydir. Ne yapsın, na-ümid olsun mu Şark’ın intibahından (Akif, 1999: 412) Çünkü Âkif İsmail Molla gibi toplumu tutan mayaya inanır. Ce- maattten uzaklaşmak, uzaklaşmaktır Allah’tan (Akif,1999: 414) diyerek toplumun uhreviyatla bağının güçlülüğüne vurgu yapar.
Niçin serpilmesin, hala, ufuklardan bir aydınlık?
O “aydınlık”ki, sönmek bilmeyen ümmid-i işrakı, “vücudundan peşiman, ölmek ister”sadığın Şark’ı, Füsunkar iltima’atıyla döndürmüş de şeydaya;
Sürükler, bunca yıllardır, o sevdadan bu sevdaya. (Akif, 1999: 431-432)
Şark’a ya da Garb’a bağlı olmayan İsmail Molla’nın bugünkü hayat hakkında da görüşleri vardır. Kendisinden yüz sene sonra bile yukarıda bahsettiği ayrıntıların bir damga gibi çağına gereken ruhu vereceğini ve bizi biz yapan şeylerin yine bir şekilde varlığını koruyacağını düşünmektedir. Bu görüşler ile Molla’nın ne kadar iyimser bir tablo çizdiği görülür. O, Şark’ın coğrafya ile bütünleşen ve dini anlayışı bile kendi zevkleri ile harmanlayarak yaşayan hayatını sever.
Mahur Beste, medeniyetlere özgü statik karakter hâkim olduğu için, aksiyonun ve heyecanın olmadığı düşük bir tempo ile seyreder.(Kurukafa, 2001: 6) Romana heyecan katan tek bölüm fiziksel bir hareketlilikten ziyade düşüncelerin çatıştığı ve çarpıştığı bölüm olan Sabri Hoca ile İsmail Molla’nın diyaloglarıdır. İsmail Molla makul ve mantıklı yapının sesi olmaya çalışırken medeniyetin zevk tarafını ön plana çıkarır. Onun Şark’ı coğrafya ve o coğrafyanın ürettiği değerlerle bağlantılıdır. Sabri Hoca ise siyasetin içinde eritilmeye çalışılan ancak kişisel özellikleri ile aksiyondan çıkmayan bir karakterdir. Sabri Hoca’nın bu özelliği İsmail Molla gibi karşı karakter ile ortaya çıkarılmıştır.
Romanda anlatılan zaman Abdülhamit ile Abdülaziz dönemidir. İçinde bulunulan zamanı değerlendirirken yapılan eleştirilerin odak noktası insandır. Aslında insan çağına, dönemine hatta coğrafyaya göre değişmeyen belli başlı özellikleri temsil eder.
Mahur Beste romanı bir medeniyeti temsil eden insan topluluğunun hayatlarına ait kesitlerin, seçme ve yoğunlaştırma yoluyla anlatıldığı metin halkalarından oluşur. Roman türünde doğal olarak metin halkalarını olaylardaki kırılmalar oluştururken Mahur Beste’de belirleyici konumda olan olay değil kişilerdir. (Kurukafa, 2001: 5)
Safahat’ta da çağa, döneme ve coğrafyaya yönelik yapılan eleştirilerde sorun ve çözüm noktası hep insandır. Çünkü medeniyeti kuran ve medeniyeti iflas ettiren insandır. Her iki eser de insanın bu gelişme ve gerilemede oynadığı rolü anlatmaya çalışmaktadır. Bu noktada Mahur Beste’deki başkahramanın neden yeterince medeniyete katkı sunamadığı sorulabilir. Behçet Bey medeniyeti kuran olmadığına gören onun iflasına sebep olan bir mirasyedi midir?
İsmail Molla, cinsinin asilliğinden gurur duyan bir hayvan insiyakıyla, boyu kendisinden en aşağı kırk santim küçük olan bu cılız omuzlu, sakat çocuğu bir türlü beğenmiyor, onda kendi levent, atılgan, uçan, çapkın ve gerçekten efendi hayatının hiçbir tarafının devam etmeyeceğini anlıyordu. (Tanpınar, 2003: 28)
Babasına göre o bir insandan ziyade kendi ördüğü ağa takılmış çırpınan büyük bir yaralı örümcektir. (Tanpınar, 2003: 29) İsmail Molla ölçülü davranışları, açık yürekli, çevresine ve olaylara hâkim noktada bulunan bir karakterdir. Oğlu ise tam tersi bir çizgide başlar hayata. Pısırık, utangaç, olayların gerisinden yürüyen bir kişidir. Bu hali ile medeniyetin çöküşüne sebep olan insan gibidir.
Romanda insanın insana yaptığı kıyımda anlatılır. Eğer İsmail Molla gereken zamanda müdahale etmese idi tıpkı medeniyeti yok eden zevk tanımazlar gibi Behçet Bey de gelini Atiye’nin hayatını mahvedecekti. Atiye hassas yapılı bir kişi idi. Genç kadın musikiyi seviyordu. Bu belki onu tüketebilirdi; fakat bu kadar güzel bir şeyin içinde onunla beraber tükenmek mukadderse bundan ne diye kaçmalı diye düşünüyordu.( Tanpınar, 2003: 61) İşte bu haller tam da Molla’nın medeniyet anlayışına uygundu. Ona göre Behçet Bey yabani hisleri ve duygudan yoksun hayatı ile çöküşü temsil ederken gelini Atiye zevkin, medeniyetin devamını simgelemekte idi.
Son Söz
Ahmet Hamdi gibi Mehmet Âkif de sadece güncelin yahut estetiğin dar alanlarında sınırlı kalmamış, toplumun sorunlarını bireysel sorun haline getirmiştir. Tanzimat’la birlikte başlayan Doğu-Batı kıyaslamalarını, daha doğrusu Batı karşısında kaybetme sürecine girmiş Doğu’yu; Ahmet Hamdi dönemlerden hareketle analiz etmeye çalışırken Mehmet Akif, genellikle döneminin sıcak örnekleri ekseninde ele almıştır. Her iki ismi birleştiren ve başkalarından farklı kılan başlıca unsursa analiz ve ele alışlarında tespitten ibaret kalmayıp ortaya bir yargı, çözüm önerisi koymuş olmalarıdır.
Ne var ki toplumsal arenada görülen değişikler Mehmet Âkif’te de bir değişime yol açar. Bu değişimin adı “Gölgeler” de kalmış bir şairin küskünlüğü şeklinde ifade edilebilir. Küskünlük zamanla yerini bir yarın korkusuna bırakmıştır. Ahmet Hamdi Tanpınar ise, tek kitabıyla şairlik rüştünü ispat etmiş olsa bile romancılık yönüyle farklı bir tavır sergiler. Çünkü Karacaoğlan’dan Rıfat Ilgaz’a şairlerde bir yarın korkusu varken; romanlarda, dün korkusu ağır basar. Geçmişin değerlerinin unutulması, kültürün yarınlara taşınamayacak olması; Peyami Safa’nın Fatih-Harbiye’si, Yakup Kadri’nin Kiralık Konak’ı, Ahmet Hamdi’nin Huzur’u gibi birçok romanda bu korku bir endişe şeklinde yansıtılmıştır. Bu noktada Mahur Beste’nin iyimser bir örnek olduğunu söylemek mümkündür. Yukarıda da belirtildiği üzere İsmail Molla aracılığıyla dile getirilen düşünceler, Doğu’nun değişimi kendine benzeterek varlığını sürdüreceği şeklindedir.
Günümüz penceresinin duyarlı bireyleri mahiyetinde geçmişe dönüp baktığımızda Mehmet Âkif’in yanılgısını, Ahmet Hamdi’nin haklılığını görmekten mutluluk duyduğumuzu söyleyebiliriz. Şairin döneminde beklediği atılımı göstermeyen insana rağmen bu toprakların mayası saklı kalmış ve zamanı gelince yeniden yeşermiştir. Bu topraklar bu mayayı tutacak güce sahiptir. Tanpınar’ın coğrafyaya bağlı olarak anlattığı o ümitli ruh hali bundan kaynaklanır.
“Gölgeler”de yaşamış o büyük şair “Sessiz yaşadım, kim beni nerden bilecek” dese de unutulmadı, unutulmayacak. Zira zamanın hükmü büyük söze ve şairine sahip çıkar. Ahmet Hamdi’nin iyimser fikirlerinin haklılığını ise yine aynı duyarlı “ben”lerimizde Doğu’nun çocukları olarak görebiliyoruz.
Kaynaklar
AYDIN, Hasan (2008), Mehmet Âkif Ersoy’un Şiirsel Söyleminde Doğu’nun Geri Kalmışlığının Felsefi Çözümlemesi, I. Mehmet Akif Ersoy Sempozyumu 19-21 Kasım 2008.
ERSOY, Mehmet Âkif (1999), Safahat, Şule Yayınları (Haz. Ertuğrul Düzdağ).
GÜR, Alim (1997), Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S.4.
KURUKAFA, Vedat, Mahur Beste Üzerine Bir İnceleme ve Çözümleme Denemesi, Muğla Üniversitesi, SBE Dergisi Bahar 2001 Sayı:4, Alıntı yapılan internet sitesi Çukurova Üniversitesi-Türkoloji Araştırmaları Merkezi, 06.11.2013.
TANPINAR, Ahmet Hamdi (2003), Mahur Beste, Dergâh Yayınları.
TOPÇU, Nurettin (1998) , Mehmet Âkif, Dergâh yayınları.
ÜLKEN, Hilmi Ziya (2011), Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Ülken Yayınları.
ÜNLÜ, Mahir-Özcan, Ömer (1998), 20.Yüzyıl Türk Edebiyatı, Cumhuriyet Kuruluş Dönemi 1923-1940, İnkılap Kitabevi.
ÜRÜN, Ahmet Kazım (2002), Ahmet Şevki ve Mehmet Akif’te Ortak Unsurlar, Nüsha, Yıl:II, S:7.
Özet
Batı ile temasların artması beraberinde Doğu-Batı karşıtlığını da getirmiştir. Birinin diğeri yanında üstünlüğü tartışılırken her iki medeniyetin olumlu ve olumsuz özellikleri samimi ve tarafsız bir üslupla çok az konuşulmuştur. İşte Mehmet Âkif Safahat’ında bu tasviri yapma gayreti içerisinde olmuştur. Eserlerinde sistemsiz batı hayranlığına, Batı ile körü körüne yapılan kültürel ve teknik alış verişe karşı çıkan Mehmet Âkif, Batılaşmanın modernleşme zemininde ülke üzerinde yanlış kodlanmasına karşı çıkarken Doğu’nun bilinmeyişi üzerinde de durur. Hatta asıl meselenin aynı topraklar üzerinde yaşayan insanların doğuyu tanımaması olduğunu vurgular. Bu nedenle şairin yanlış batılılaşmanın karşısında olmasından çok yapmış olduğu Doğu tanım ve tasvirine dikkat çekmek gerekir.
Doğu’nun tanım ve tasvirini yapan bir başka yazarımız Ahmet Hamdi Tanpınar’dır. Yazar, kültürün sentez yapısını idrak eder ve bunu eserlerine yansıtır. Romanlarındaki karakterler bu sentez yapının temsilcisi konumundadır. Özellikle Mahur Beste romanında karşımıza çıkan karakterler Âkif’in tartışmaya açtığı Doğu imgesini yeniden irdelerler. Bu çalışmada Mehmet Âkif’in Safahat’ın son merhalesi Gölgeler kitabında ve Tanpınar’ın Mahur Beste romanının “Garip Bir İhtilalci” bölümünde anlatılan Doğu üzerinde durulacaktır. Yapılan doğu tasvirlerinin net olarak ortaya konulabilmesi için Tanpınar ve Âkif’in bütüncül yapısı dikkate alınırken özelde şiirde konuşan dil ile romanda yaşayan karakter dikkate alınacaktır.
Abstract
Along with contact to West, it has brought opposition between West and East. While discussing supperiority one another, it has little discussed positive and negative issues between each civilizations in a geniue and objective manner. In this case Mehmet Akif efforted to describe this depiction in his Safahat. While Mehmet Akif who opposited to unsystematic West wonder, cultural and technic custom blindly with West, objects to West’s modern issues encodes to the country wrongly, he underlined unknown issues of East. Even he un- derlined that the unique issue people who lived in same terriorities didn’t know East. Thus it must point out his depictions and descriptions of East, not his opposition to Westernisation.
The other writer who depicted and described of East was Ahmet Hamdi Tanpınar. The writer comprehended the culture’s synthesis structure and reflects it to his pieces. The characters in his novels were agents this culture’s synthesis. Especially in his Mahur Beste novel, the characters investigated the East image which discussed by Akif. In this study it is emphasised on the East which mentioned in Mehmet Akif’s Gölgeler last stage of Safahat and Tanpınar’s Garip Bir İhtilalci” stage of Mahur Beste. In order to exhibit East description openly it is considered Tanpınar’s and Akif’s holistik structure naunling language of poem and characters in novel.
[1] Aslında Sabri Hoca ile benzerliği buluna bir başka isimde Hoca Kadri’dir. Aslen Bosnalı olan Hoca Kadri, Paris’te Yahya Kemal’in dikkati çekmiş İttihatçılardandır. Muhtemelen Tanpınar hocası Yahya Kemal’den dönemin hem kendi yandaşlarına hem de Abdülhamit yönetimine zaman zaman ters düşen bu şahsiyeti hakkında bilgi vermiş olabilir. Canan Olpak Koç Hoca Kadri için bknz: (Ülken, 2011: 219-221)
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.