• İstanbul 17 °C
  • Ankara 22 °C

Doç. Dr. H. Harika Durgun: Mehmet Âkif’in ve Süleyman Nazif’in Umudu/Umutsuzluğu

Doç. Dr. H. Harika Durgun: Mehmet Âkif’in ve Süleyman Nazif’in Umudu/Umutsuzluğu
Mehmet Âkif ile Süleyman Nazif’in tanışmaları 1908 yılına tesadüf eder.

II. Meşrutiyet’in ilânından hemen sonra Hüdavendigar/Bursa mektupçuluğu görevinden istifa ederek İstanbul’a gelen Süleyman Nazif, Mithat Cemal vasıtasıyla Mehmet Âkif’le tanışır ve her iki şairin dostluğu Süleyman Nazif’in vefatına kadar devam eder.1

Mehmet Âkif ile Süleyman Nazif’in gerek karakter özellikleri gerekse edebiyat anlayışları, edebiyattan beklentileri birbirine yakındır. Her ikisi de II. Meşrutiyet’in ilânından sonra yöne­timi üstlenen İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin politikasını başlangıçta benimsemiştir. İttihat ve Terakki’ye katılan Âkif, yemin metninde bir değişiklik yaparak “cemiyetin her dediğini” değil, “makul olan dediklerini” yapacağına dair söz vermiştir. Prensiplerinden taviz vermeyen bu tavrı Süleyman Nazif’te de görürüz. Trabzon valiliği görevinden azledilip İstanbul’a döndük­ten sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından kurulan Hak gazetesinin başmuharrirliğini, yeri geldiğinde İttihatçıların aleyhinde de yazabilmek şartıyla kabul etmiştir.[1] [2]

II. Meşrutiyet’in ilânından sonra toplum hayatına yönelen Türk şiiri, insan-toplum ilişkisinin yanı sıra siyasetle, politikayla meşgul olmuştur. Mensubu bulunduğu Sırat-ı Müstakim dergi­sinin yayın politikasına uygun hareket ederek Türk ve İslâm dünyasının meseleleriyle ilgile­nen Mehmet Âkif, “Kendimi milletimin huzurunda gördüğüm günden beri sanattan ziyade cemiyeti düşünmek istedim” diyerek şiirini bir fikrin hizmetine vermiştir.[3] 1911’de Safahat adıyla yayınladığı ilk şiir kitabının başında yer alan manzum önsözde şiirdeki tek hünerinin “samimiyet” olacağını belirtir. Şiirin gerçekliği olduğu gibi yansıtmasını ister:[4]

-     Hayır, hayâl ile yoktur benim alışverişim...

İnan ki: Her ne demişsem görüp de söylemişim.

Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek:

Sözüm odun gibi olsun; hakîkat olsun tek!

Orhan Okay’a göre Mehmet Âkif, “cemiyet için yazmaktan başka gayesi olmayan”, “edebi­yatımızın tek sosyal şairi”dir. Tevfik Fikret ve Ziya Gökalp ile aynı dönemde hemen hemen aynı sosyal konularda şiir yazmasına karşılık Mehmet Âkif’in şiirlerindeki samimiyet ve iman gücü, onu diğerlerinden ayırmıştır.[5] Mehmet Âkif’e göre sanat “birtakım hasis emellere, se­fil ve müstekreh maksatlara âlet” olmaktansa “ulvî, pâk, asîl, necîb duygulara, düşüncelere” hizmet etmelidir. Toplumun ahlâkî yönden ıslah edilmesini amaçlayan Mehmet Âkif’in bu görüşü, Namık Kemal’in edebiyat anlayışıyla örtüşür.[6]

Servet-i Fünun şairlerinden olan Süleyman Nazif de Namık Kemal’in etkisinde kalarak hi­tabet üslûbunun ön plana çıktığı şiirler kaleme almıştır[7]. Süleyman Nazif, ilk şiir kitabı Gizli Figanlar’da (1906) ferdî konularla birlikte toplumsal meselelere de yer vermiş ve şiirlerde Servet-i Fünun’un dil ve üslûp özelliğini muhafaza etmiştir. Ancak II. Meşrutiyet’in ilânından sonra tamamen sosyal konulara yönelerek bunları Servet-i Fünun’un vokabülerine göre daha sade yazmıştır: Fırak-ı Irak[8] (1918) ve Malta Geceleri (1924).

Süleyman Nazif, edebiyat hakkındaki görüşlerinde[9] diğer Servet-i Fünun yazarları gibi Hip- polyte Taine’in “ırk, ortam, an” teorisinden yola çıkarak edebiyatın çevreyle, toplumla olan ilişkisinden bahseder. Günlerin, mevsimlerin, hayatın “tarik-i tekâmül”üne paralel olarak “edebiyat da her şey gibi ve her şeyle beraber” değişir. Ona göre bir edebî eserde sanatkârın şahsiyetiyle beraber zamanın ve mekânın da şahsiyeti vardır.[10] [11] “Şiir insanın gıda gibi, hava gibi, kati bir ihtiyacıdır. Bu ihtiyaç daima bir zemin-i istîfa arar ki, o da güzelliktir.” Edebiyatın estetik bir gaye taşıdığını ifade eden Süleyman Nazif, şairin, tabiatı istediği gibi şekillendir­diğini ve “hayalî güzellik”i ortaya çıkardığını belirtir. Aynı zamanda sanatkârın “gördüklerini, duyduklarını, düşündüklerini” aksettirmesine değinerek edebî eserde hissetmenin gerekli olduğunu vurgular:11

Malum-ı fâzılâneleridir ki sanat yalnız sanat için, yani fıtrat-ı beşerdeki ihtiyac-ı bedâyi-perestîyi tatmin maksadıyla vücuda getirilir. Bunun ahlâk ile doğrudan doğruya hiçbir münasebeti yoktur. (...)

Ulvî bir mebhas fena tasvir olunduğu takdirde nasıl celb-i takdir edemezse iyi görülmüş, iyi duyulmuş ve iyi ifade olunmuş bir mevzu da -velev en korkunç veya şenî elvah u safahât irae etsin- harîm-i samîm-i şi’r ü san’ata kabul olunmakta öyle tereddüt gösterilemez.

“Âkif’in dehasının zirvesi”[12] kabul edilen Âsım, Mehmet Âkif’in Safahat üst başlığı altında yayınladığı altıncı şiir kitabıdır. Hemen hemen yarısı 1919-1924 yıllarında farklı aralıklarla Sebilürreşat’ta tefrika edilmiş, manzum bir hikâyeden daha doğrusu manzum bir diyalogdan oluşan Âsım’ın tamamı kitap olarak 1924’te yayınlanmıştır.[13] “İçinde yaşadığı devri bütün te­ferruatı ile gören ve gösteren”[14] Mehmet Âkif’in şiirlerinde sosyal ve siyasal hayatın bir pano­raması verilir. İlk şiir kitabı Safahat’ı 1911’de yayınlasa da Âkif’in II. Meşrutiyet’ten önce belli bir çevre tarafından tanındığını biliriz. Dolayısıyla İstibdat, II. Meşrutiyet, Mütareke ve Milli Mücadele yıllarına şahit olan Mehmet Âkif’in şiirlerinde savaş önemli bir yer tutmaktadır.[15] I. Dünya Savaşı’nda Çanakkale cephesinde önemli bir başarı sağlansa da Osmanlı İmpara­torluğu, savaştan yenilgiyle çıkmış ve İstanbul fiilen işgal edilmiştir. Fakat Anadolu’da baş­layan Milli Mücadele hareketi zaferle sonuçlanmıştır. Bu bakımdan Âsım’ı okurken Mehmet Âkif’in umut ve isyan noktasında gidip geldiğini görürüz. Bazen mevcut durum karşısında ümitsizliğe kapılıp isyan eder bazen de Anadolu’daki ölüm-kalım mücadelesinden zaferle çıkılacağına inanır.

Süleyman Nazif’in son şiir kitabı Malta Geceleri de 1924 yılında yayınlanmıştır.[16] I. Dünya Savaşı neticesinde imzalanan Mondros Ateşkes antlaşmasıyla devlet, mağlubiyetini kabul etmiştir (30 Ekim 1918). Mütareke döneminde Osmanlı İmparatorluğu’nun menfaatlerini müdafaa etmek amacıyla Süleyman Nazif ile Cenap Şahabettin Hâdisat gazetesini çıkarırlar (20 Ekim 1918). Süleyman Nazif’in bir vatanperver olarak Mütareke ve Milli Mücadele döne­minde hükümet yönetimine, Ermeni meselesine, memleketin gidişatına dair yazdığı yazılar bugün bile değerini korumaktadır. Özellikle Hâdisat’ta yayınlanan “Kara Bir Gün” başlıklı ya- zısı[17], ona Türk edebiyatı ve basınında ebedî ve müstesna bir yer kazandırmıştır. Netice itibarıyla Süleyman Nazif’in Hâdisat’taki sert yazıları ve Pierre Loti hakkındaki toplantıda yaptığı konuşma (23 Ocak 1920) İngilizlerin dikkatini çeker ve onu Mart 1920’de Malta’ya sürgüne gönderirler.[18] Süleyman Nazif, Malta’da kaldığı yirmi ay süresince parçalanmış, işgal edilmiş yurdu karşısında çaresizliğini, ümitsizliğini, vatan hasretini, esaretini şiirlerinde dile getirmiş­tir. Yurda döndükten sonra bunları Malta Geceleri adıyla yayınlamıştır.

Biz bu yazıda Mehmet Âkif’in Âsım’ı ile Süleyman Nazif’in Hâdisat’taki makalelerini ve Malta Geceleri’ni birlikte ele alarak, her iki şairin olaylar karşısındaki umutlarını ve isyanlarını de­ğerlendirmek istiyoruz.

Âsım da Süleymaniye Kürsüsünde ve Fatih Kürsüsünde gibi uzun soluklu tek bir manzume­den oluşur. Ancak Mehmet Âkif, monotonluğu önlemek adına diyalog, tahkiye gibi an­latım vasıtalarından istifade ederek eserini “manzum hikâye”, “manzum tiyatro” şekline dönüştürmüştür.[19] Köse İmam, II. Abdülhamit devrinin temsilcisi olup, “Mehmet Âkif’in Çanakkale Savaşlarına kadar bedbin olan ruh hâlidir”. Hocazâde ise “büyük mücadeleler sonunda II. Meşrutiyet’in ilânını sağlayan ve hürriyeti elde eden yeni neslin temsilcisidir”, “Âkif’in Çanakkale Savaşlarını görerek ümitsizlikleri imanla değiştiren ruh hâlidir”.[20] Âsım, iki farklı ruh hâlinin “ümit-ümitsizlik” veya “umut-isyan”ın çatışmasını anlatır. “Bir muhavereden ibaret” olan Âsım, zaman itibarıyla I. Dünya Savaşı’nda Çanakkale zaferinden biraz sonra Köse İmam’ın, Hocazade’nin Fatih Sarıgüzel’deki evine gelişiyle başlar. Aslında Köse İmam, oğlu Âsım[21] hakkında konuşmak için gelmiştir. “Lâkin, Komşunun derdi dururken bunu açmak çirkin” olacağından birtakım olaylar, hikâyeler, fıkralar anlatarak aile kurumundan, köylünün perişanlığından, toplumun ahlâkî çöküşünden, medrese-mektep ikiliğinden bah­seder. Konuyu yöneticilerin basiretsiz ve tutarsız davranışlarına, savaşlar neticesinde perişan olan halka ve memlekete getirir, sorar: “Bu harbin sonu” ne olacak?[22]:

- Aklım ermezse de evlâd, bu işin bitmesine,

İki şeyden biri lâzım...

- O nedir?

- Dinlesene:

İngiliz yok mu, o hâin, ya doyup patlamalı;

Yâhud aç kalmalıdır. Yoksa bizim fal kapalı.

Süleyman Nazif, çoğu baş makale olan Hâdisat’taki yazılarında ülke yönetimindeki aksak­lıklar, Ermeni meselesi, din, Türkçülük cereyanı gibi konuları ele almıştır. Bu yazılar aslında bugün de geçerliliğini koruyan yazılardır. Özellikle büyük ümitlerle beklenen İttihat ve Te­rakki yönetiminin görevini yerine getirememesi ve bunun sonucunda İstanbul ve İzmir’in işgal edilmesine dair yazılar oldukça fazladır. Süleyman Nazif, Hâdisat’taki ilk yazısından, “Subhâneke Yâ Muhavvile’l-Ahval”den, itibaren Mütareke döneminde memleketin parça­lanmasından duyduğu üzüntüyü anlatarak hükümetin bu durum karşısındaki umursamaz, lakayt duruşunu eleştirmiştir. Özellikle “geçmiş günlerin huzur ve refahını tahassürle” aradı­ğını, “hep keşmekeş” içinde olduklarını, mevcut hükümet çalışsa bile buna dair ortada “bir zerre-i muvaffakiyet” görülmediğini belirtir.[23] Bu sebeple İttihat ve Terakki’nin kurucuların­dan olan Talat Paşa ve hükümetinin değiştirilmesini talep eder:[24]

Bu devletin altı yüz senelik vakayiname-i mevcudiyetine bugünkü kadar sütur-ı mehalikderc ve kaydeden hiçbir devr-i idbar görülmedi. (...) Vatanın menafi-i âliyesini fırkaların ve eşhasın âmâl ve ihtirasatı fevkinde tutanlar -reisinin ismi ister “Ahmet Tevfik Paşa” olsun ister “Ahmet İzzet Paşa” veya bir diğeri- kuvvetli bir hüküme­tin her zaman, hususiyle bu tarihî günlerde teşekkül ve istikrarını arzu ederler. Kuvvetli olmak için de tek bir şeye ihtiyaç var: Terfih-i ahali!...

Süleyman Nazif, “Tarihî Muhakeme”[25] başlıklı yazısında -Talat ve Enver Paşaları hedef alarak- ülkeyi yönetenlerin “çılgın bir hırs ve tehalükle” memleketi bir “harb-i facia”ya sürükledikleri­ni bunun neticesinde “bin üç yüz senelik mukaddesatıyla devlet-i muazzama”yı paramparça ettiklerini anlatır. Ancak ülke ne kadar harap olursa olsun Türk milleti “derin ve muazzam bir maziden mütevellid”, dinî ve millî değerlerine bağlı, fedakâr bir millettir:[26]

Türk’ün tevekkülü, tahammülü, hüsn-i niyet ve hüsn-i hareketi bu secaya-yı makbuleden istifade etmek isteyen her kuvvete pek ziyade nâfi olabilir. Akdeniz’den Çin hududuna kadar olan akvamın en meziyetlisi Osmanlı Türküdür. Bu ırk öldürüle­mez. Ve uzun asırların bin türlü vakayi ve hadisatı gösterdi ki ölemez. Bizim toprak­larımızı temellük etmek isteyenler hem kemiyet hem de keyfiyetçe dûnumuzdadırlar. Erzurum’da, Bitlis’te, Diyarbakır’da, Sivas’ta Mamuretü’l-aziz’de, Van’da, Musul’da ve her yerde köylünün dini her ne olursa olsun ufk-ı rü’yeti gibi ufk-ı idraki de birdir. Şehir­lerde ve yüksek tabakalarda böyle Türk’ün, Kürt’ün, Arab’ın efsane-i cehl ve mezalimini diyar diyar ve kıta kıta dolaştıran husema-yı din ve ırk, kendilerinin daha âlim ve daha adil olduklarını manzum ve mensur neşaid-i hiciv ve mersiyeden başka vesail ve delail ile ispat edebilir mi?

Mehmet Âkif de Âsım’da Çanakkale Savaşları’nın anlatıldığı bölümde Türk milletinin hiçbir en­gelden korkmayan, vatan ve millet için ölümü göze alan bir millet olduğunu vurgulamıştır:[27] Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;

Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı;

Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;

Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.

Yerin altında cehennem gibi binlerce lâğam.

Atılan her lâğamın yaktığı: Yüzlerce adam.

Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;

O ne müdhiş tipidir:Savrulur enkâz-ı beşer...

Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,

Boşanır sırtlara, vadilere, sağnak sağnak.

(.)

Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler.

Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!

Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;

Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat îmân?

Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?

Çünkü te’sîs-i ilâhî o metîn istihkâm

Süleyman Nazif’in Hâdisat’taki “Kara Bir Gün”[28] başlıklı yazısı hem edebiyat tarihimiz hem de basın tarihimiz açısından ayrı bir değer taşımaktadır. 8 Şubat 1919’da İtilaf ordusunun baş­kumandanı Fransız Generali Franchet d’Esperey’nin İstanbul’a gelişiyle yabancıların, Rum ve Ermeni azınlıkların yaptığı taşkınlıklar ve sevinç gösterilerini oldukça onur kırıcı bulan Sü­leyman Nazif, ertesi günü siyah bir çerçeve içinde “Kara Bir Gün”ü yayınlayarak yaşananlara isyan eder. Azınlık gazeteleri, generalin İstanbul’a gelişini Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethedişine benzetip onunla mukayese ederek anlatırken Süleyman Nazif, bu çılgınlıklar karşısında İstanbul halkının üzüntüsüne, matemine tercüman olur:[29]

Fransız ceneralinin dün şehrimize vürudu münasebetiyle bir kısım vatan­daşlarımız tarafından icra olunan nümayiş Türk’ün ve İslâm’ın kalbinde ve tarihinde müebbeden kanayacak bir ceriha açtı. Aradan asırlar geçse ve bugünkü hüzün ve id- barımız şevk ve ikbale münkalib olsa yine bu acıyı hissedecek ve bu hüzün ve teessürü evlat ve ahfâdımıza nesilden nesle ağlayacak bir miras terk edeceğiz.

(.) Biz ise mevcudiyet-i lisaniye vü milliyeler[ini] bizim ulüvv-i cenabımıza medyun olan bir kısım halkın hay ü huy-ı şemameti ile matem-i muazzezimize en acı hakaretlerin birer tokat şeklinde atıldığını gördük. “Buna müstahak değildik” di­yemeyiz. Müstahak olmasaydık bu felâkete dûçar olmazdık. Her kavmin sahaif-i ha­yatında birçok ikbal ve idbar sayfaları vardır. Fransa Kralı Birinci François’yı Şarlken’in mahbesinden kurtarmış ve koca Viyana şehrini kerrat ile sarmış bir ümmetin defter-i mukadderâtında böyle bir satr-ı elîm de ezelden mestur imiş. Her hâlde mütehavvildir. Arapların güzel bir sözü vardır:

“Isbir fe inne’d-dehre la-yasbir”[30]**

Mehmet Âkif’in Batı medeniyetine bakışı “seçici”dir. Ona göre iki Batı vardır: “Çalışma” disip­lini olan ve ilim-fen noktasında ilerleyen Batı ile savaşıp mücadele verdiğimiz Batı.[31] Bu tezat Âkif’in şiirlerine de yansımıştır. Yeri geldikçe Batı medeniyetini yücelten Âkif, onun sömürge­ci tavrını da eleştirmiştir:[32]

Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?

En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi,

-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-

Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.

Ne hayâsızca tahaşşüd ki ufuklar kapalı!

Nerde -gösterdiği vahşetle “Bu bir Avrupalı”

Dedirir- yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,

Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yahûd kafesi!

İtilâf devletlerinin mütareke şartlarına uymayarak İstanbul’u askerî yönden işgal etmelerinin ardından Yunanlılar da İzmir’i işgal etmişlerdir. Bunun üzerine Süleyman Nazif, Hâdisat’ta ka­leme aldığı yazısında Avrupalıların İzmir’i Yunanlılara işgal ettirmekle bu şehri onlara verme­yeceğini açıklar. Çünkü şehrin ticarî konumundan elde edilecek menfaatler Avrupa’nın işine yarayacağı için Yunanlılar burada “aracı” konumundadır. Süleyman Nazif’in İzmir halkından isteği, sükûnetlerini muhafaza ederek temkinli davranmalarıdır:[33]

İzmir’in ne suret ve sebeple işgal olunduğu hükümet-i seniyenin tebliğ-i resmi- yesinden münfehim olmuştur. Payitahtımızın bile bir işgal-i askerî altında bulunduğu sırada İzmir Körfezindeki kılâ ve mevaki-i müstahkemeye kuva-yı itilafiye ikame etmek haddizatında o kadar mühim bir hadise telakki olunamaz. (...) İzmir şehrini Yunanîlere işgal ettirmek, oradaki hakk-ı tarihi ve ırkîsi gözle görülecek ve elle tutulacak kadar bariz bulunan “Türk’ün” hayat-ı milliyesine bir idam-ı nagehanî ile hitam vermektir. Bununla beraber zannetmeyiz ki hu hali idame için düvel-i muazzama-i itilâfiye fazla ısrar göstersin. Çünkü Avrupa’nın insafına ve hususiyle basiretine itimadımız olduğu gibi Wilson düsturlarının hayalnüvaz bir nazariye gibi kalmayacağına da hâlâ ümitvar bulunuyoruz.

Süleyman Nazif, bir başka yazısında Aydın valisi İzzet Bey’in “şahsı ve meslek-i idaresi”nin İzmir’in işgal edilmesine sebep olduğunu söyleyenlere cevap vermiştir. Kendisi her ne kadar İzzet Bey’le vakti zamanında anlaşmazlık yaşadıklarını belirtse de İzmir’in işgal edilmesinde asıl sorumlu kişilerin İttihat ve Terakki yöneticileri olduğunu ve bunlardan özellikle Enver Paşa’nın yetkisini kötüye kullandığını itiraf eder:[34]

İtiraf etmekten men-i nefs edemeyiz ki biz bu Harb-i Umumi’de düşmanlarımız için muzır ve müsbet bir âmil-i devam olduk. Çarlık Rusya’sının iki yüz elli seneden beri hayatımıza kasteden tecavüzat-ı mütevaliyesi, Almanya için kabil-i istifade bir sebeb-i iğfal olmuş ve Enver’le hem-paları Guillaume’un yed-i idlâlinde, Ruslardan ziyade Türklere mühlik birer unsur-ı felaket kesilmiş.

İttihat ve Terakki merkez-i umumisi azasının Divan-ı Harb-i Örfî huzurunda cereyan eden muhakeme-i aleniyesinde de sabit oldu ki bizim harbe duhulümüzden hükümet-i seni- ye haberdar bile edilmemiş ve o vakit sadrazam bulunan Said Halim Paşa aza-yı merkumeyi Yeniköy’deki yalısına celb ile harbin devamı aleyhinde tehditkârâne vesâyâda bile bulunmuştur.

İstibdadın aleyhinde olan Mehmet Âkif, II. Abdülhamit’ten sonra ülkeyi yönetenlerin âdeta II. Abdülhamit’i arattığını belirterek bunu eşek-semer hikâyesiyle anlatmıştır. Eşekler semer­ci ustasından çok şikâyetçidirler ve ölse de kurtulsak diye dua ederler. Bir gün semerci ustası vefat eder, yerine geçen kişi ise acemidir. Böyle olunca bütün eşeklerin sırtı yara olmuştur. Şair buradan hareketle eşeklerin önceki semercinin kıymetini bilemediklerinden dolayı piş­man olduklarını belirtir.[35] Köse İmam’ın anlattığı bu hikâyeye karşılık Hocazade, geçmiş ile bütün bağları kopardıklarını, gelenekten uzaklaştıklarını “iskeleden ayrılan bir gemi”yle tas­vir eder. Köse İmam, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra “hürriyet” denilen başıboş, anarşi orta­mında hükümetin plansız, programsız bir şekilde idare edildiğini bu “gemi” imajıyla anlatır. Haritası, pusulası olmayan gemide düşünülen son çare “şahadet getirmek”tir[36]:

Bocalarken bakar üstündeki kaptan acemi,

Sarılır bir kayanın boynuna bîçâre gemi.

“Bu nedir, Beybaba, bittik mi, ne olduk?” derler;

Kimi evrâd okur üfler, kimi lâ-havle çeker.

“Yok canım!” der Hacı Kaptan, biriken yolculara:

“Su tükenmiş, haberim yok, buyurun işte kara!”

Siz de oğlum, bu mahârette, bu cür’ettesiniz:

Gemi yüzdürmek için kalmadı meydanda deniz!

Bu hikâyeye istinaden Hocazâde de aynı “gemi” imajından yola çıkarak İttihat ve Terakki’nin zaten kötü bir miras devraldığını ifade eder:[37]

Bize devlet diye teslîm olunan şey neydi?

Çarpacak sâhil arar kupkuru bir tekneydi!

On sekiz mil mi gideydik? Batırırdık...

Mehmet Âkif, Âsım’da Çanakkale Savaşlarının anlatıldığı bölüme kadar genelde karamsar, kötümser bir ruh haline sahiptir. Ancak geleceğe dair umudu vardır. Milleti oluşturan “ta­rih, dil, din” gibi manevî unsurları harekete geçirerek devletin haksızlıklardan, kötülüklerden kurtulup refaha, istikbale kavuşacağına inanır. Özellikle Kur’an-ı Kerim’den aldığı iman gücü ile Mehmet Âkif, bir Müslüman olarak, durum ne kadar kötü olursa olsun kendisini karam­sarlığa kaptırmaz. Allah’ın en ümitsiz bir anda dahi kullarını selâmete ulaştıracağına inanır:[38] Beşerin Hakk’a refîk olmak için vicdânı, Beşeriyetle berâber yürümektir şânı.

Yürümez dersen eğer, ruhu gider İslâm’ın O yürür, sen yürümezsen, ne olur encâmın? (...)

İşte “lâ havfe aleyhim” dîye Kur’ân-ı Hakîm, Bu velî zümreyi etmektedir ancak tekrîm. Hâlik’ın nâ-mütenâhî adı var, en başı: Hak. Ne büyük şey kul için hakkın elinden tutmak! Hani, Ashâb-ı Kirâm, ayrılalım, derlerken, Mutlaka “sûre-i Ve’l-Asr”ı okurmuş, bu neden? Çünkü meknûn o büyük sûrede esrâr-ı felâh; Başta îmân-ı hakîkî geliyor, sonra salâh Sonra hak, sonra sebat. İşte kuzum insanlık. Dördü birleşti mi yoktur sana hüsrân artık.[39]

Süleyman Nazif de İslâmiyet’in birleştirici gücünden bahsederek bu durumu “aranmakla bulunmaz bir menba-yı hayr u fevaid” olarak nitelendirir. Özellikle dünyadaki bütün Müslü­manların bizi hâlâ “büyük birader ve en büyük rehber” olarak kabul etmelerine değinerek bu “mevkimizi” muhafaza etmemiz gerektiğini söyler:[40]

Bizim itikadımızca din, ahiretten evvel dünyaya taalluk eder. Çünkü vakayiini tarihin zaptedeme- diği asırlardan beri akvamın hissiyat u harekâtını hâkimane tanzim ve intizamını idame etmeye mümkün olduğu kadar çalışmıştır. Tesisat-ı içtimaiyesi dinin tesiratından en çok kurtulmuş olan yerlerde bile, enbiya-yı salifenin nüfuzu az çok hissolunur. Bizde ise her sınıf tabakadaki halkımı­zın terbiyesine ve vicdanına hâkim olan din-i İslâm’ın kavaid-i mevzuasıdır. Yarım yamalak bir­kaç söz öğrenmiş olanların fikrine aldanılıp da din kuvveti birdenbire ortadan kaldırılırsa yerine herc ü merc-i umumiden başka bir şey kalamaz. Çünkü kitle-i nasın yalnız akidesi değil, vicdanı, terbiyesi, namusu da dine ittikâ ediyor. Bu kalkarsa neuzübillâh hepsi devrilir.

Fenalıklardan ictinab eden halkımızın yüzde doksan dokuzu Allah korkusuyla muhafaza-i ismet ediyor. Ve bunları iyiliğe saik olan da yine Allah’ın muhabbetidir. Mahafetullahla muhabbetul- lah, bu ümmetin hem menfi hem müsbet ef’alini tanzim eder.

Mehmet Âkif’e göre imparatorluk bir çöküş sürecine girmiş ve uzun süreli savaşlar neticesin­de toplumun manevî değerleri de zarar görmüştür. O bakımdan milletin ikbali için iki şeye ihtiyaç olduğunu belirtir: “marifet ve fazilet” yani “ilim ve ahlâk”. Önceleri her ikisine sahip­ken bilgi yönünden geri kalmakla beraber ahlâkî yönden de zaafa uğramışızdır. Mehmet Âkif, ruh ve ahlâkımızda inkılâp istemiştir ve ahlâkta yapılacak inkılâbın esaslarını Kur’an’da aramıştır.[41] Süleyman Nazif de yazılarıyla halka bir nevi çağrıda bulunarak hayatımızın, vata­nımızın tehlikede olduğunu idrak etmemiz gerektiğini ve birlikte hareket edip ülkeyi içinde bulunduğu zor durumdan kurtarmaya çalışmamızı ister:[42]

Bugün ittihada, teveddüde, hayat-ı milliye ve şahsiyemizin son enkaz-ı ku- vasını ve kuva-yı tarumarını cem ü tevhide her zamandan ziyade muhtacız. İçimizdeki anasır-ı rakibe aralarındaki birkaç asırlık ihtilafı nisyan veya iskât etmiş, her unsur ken­di gayesini akilane ve âzimane takip ederken biz hem-din, hem-lisan, hem-vatan ol­duğumuz hâlde bir gaye-i müştereke etrafında toplanamıyoruz. (...) Nefsimi de istisna etmeyerek esef ve hicap ile itiraf ederim ki bizde yalnız akıl ve insaf değil, kendi menafi-i hayatımızı idrak kudreti bile iflas etmiş bir halde bulunuyor.

Efsus ve diriğ!...

Âsım ile Süleyman Nazif’in Hâdisat’taki yazılarını karşılaştırdığımızda Mehmet Âkif’in umut ve karamsarlık noktasında gidip geldiğini ancak Süleyman Nazif’in gelecekten umutlu, bu kötü günlerin geçeceğine dair inancı olduğunu görürüz. Süleyman Nazif, Hâdisat’taki yazı­larında milleti yaşamaya, var olmaya, işgallerle, savaşlarla mücadele etmeye yönlendirirken Malta Geceleri’nde kurtuluş inancını kaybederek yeis ve ümitsizlik içinde bulunur. Nitekim kitaba ismini veren ilk şiir, umutların tükendiği bir atmosferde kaleme alınmıştır. “Üzüntü ve keder içindeyken gözler ‘bir uzak lem’a-i ümidi’ arar fakat bu gurbetin, bu yabancı memleke­tin karanlığında boğulur. Sanki Allah’ın‘nazar-ı merhameti” sönmüştür ve hayalinden Allah’ın o şefkatli, koruyucu bakışı bir kez olsun geçmez. Bütün ümitleri tükenir ve ‘dest-i İlâh’ın alnı­na yazdığı kaderi kabullenir. Ancak asıl üzüntüsü asıl korkusu vatanın da kaybedileceğidir:[43]

Acımam kendime asla. Fakat -Eyvah!.. Eyvah!..-

Korkarım belki vatandan da nişan kalmayacak!

Mesnevi nazım şekliyle yazılan “Hasbıhallerim 1-Son Nefesimle” adlı şiir, üç bölümden olu­şur. Şiirin ilk iki bölümünde şair, olumsuz bir ruh hali içindeyken hatta “Rabb-ı mesaib” diye tanımladığı Allah’ı yaptıklarından ötürü sorgularken üçüncü bölümde bütün bu atmosfer­den sıyrılarak geleceğe dair ümidi olduğunu dile getirir. Şair, bu uğursuz günlerin geçeceği­ne kanidir. Özellikle iman gücüyle bu felaketlerden kurtulacağımıza inanır:[44]

Nevmîd-i vekayi sürünen aczime lânet!..

Eyyâm-ı musibet geçecektir yine elbet

Ümmidime imanım olur şehper-i pervâz;

 

Asım ve Gençlik Bilgi Şöleni

Bin tövbe eğer ye’s ile oldumsa nagam-sâz!..

(...)

Sarsılmayan imâna mevcud olan âtî,

Canlandırır elbette bu enkaz-ı hayatı

Ruhum benim oldukça bu imanla beraber,

Üç yüz sene. Dört yüz sene. Beş yüz sene bekler.

Mehmet Âkif, Süleyman Nazif’in bu şiirine mukabil “Süleyman Nazif’e” başlıklı bir şiir kaleme alır. Şairin “Ruhum benim oldukça bu imanla beraber/ Üç yüz sene, dört yüz sene, beş yüz sene bekler” mısralarından hareketle onun ümitsizliğe kapılmasını hayretle karşılar. Mehmet Âkif, Mütareke devrinde Süleyman Nazif’in gazetedeki yazılarıyla halkın acılarını, kederlerini dünyaya duyurmasını takdir eder ve “ey tek kara gün dostu” hitabıyla ye’se kapılmamasını öğütler. Evet, halk uzun zamandan beri sefil bir haldedir hatta itibarını bile kaybetmiştir. An­cak “beş yüz sene” daha beklemeye tahammülü yoktur. Elbet “bir nefha-i rahmet” esecek, “bu alev selleri dinecek” ve bize “nâr” değil “nûr” inecektir. İslâmiyet’in birleştirici gücüyle biz bu “zulmet”ten, “karanlıklar”dan kurtulacağız der:[45]

Can gitti, vatan gitti, bıçak dine dayandı;

Lâkin o zaman silkinerek birden uyandı.

Bir gör ki: Bugün can da onun, kan da onundur;

Dünya da onun, din de onun, şan da onundur.

Bin parça olan vahdeti bağlarken uhuvvet,

Görsen, ezelî rabıta bir buldu ki kuvvet:

Saldırsa da kırk ehl-i salîb ordusu kol kol,

Dört yüz bu kadar milyon esir olmaz, emin ol!..

Süleyman Nazif, “Namık Kemal ile” başlıklı mensuresinde memleketin içinde bulunduğu va­him durum hakkında “Vaveylâ” şairiyle dertleşir. Memleketi bir “kıyamet”e benzetir. Kanımız ve canımızla asırlardan beri müdafaa ve muhafaza etmekte olduğumuz topraklar birer birer bizden koparılmaktadır. Ülke dört bir taraftan kayıplar yaşamaktadır. I. Dünya Savaşı’ndaki Kafkas, Filistin, Irak, Yemen cephelerinde toprak kaybedilmiş, Çanakkale cephesinde ise ola­ğanüstü bir direniş sergilenmiştir. Elde bir tek Anadolu kalmıştır.

Vatan hasretinin ele alındığı “Dâüssıla”[46] şiirini Bursa’nın Yunanlılarca işgal edilmesi üzerine yazmıştır. Şiirde tarih durgusu ile tabiat manzaraları bir arada işlenmiştir. Şair “kerime-i tarih” olan güzel yurduna seslenerek onu hatırlamanın coşkusuyla ağladığını belirtir. Bu gurbet yerinin rüzgârında ve dalgalarında memlekete dair bir haber yoktur:[47]

Bu şeb de cûşiş-i yâdınla ağladım, durdum.

Gel ey kerime-i târih olan güzel yurdum.

(.)

Gözümde kalmadı yer, gök; batar, çıkar, giderim...

-Zemîne münkesirim, âsmâna muğberim-

(.)

Demek bu mahbes-i âmâl içinde ben ebedî

Yabancıyım. bana her şey yabancıdır şimdi

Süleyman Nazif, Hâdisat’taki yazılarına devam ederken bir taraftan Mehmet Âkif’in hayatı ve eserleri hakkında Servet-i Fünun dergisinde bir yazı dizisine başlamıştır. (Temmuz 1919) Tefri­ka, Mehmet Âkif’in sağlığında, 1924’te kitap olarak basılmıştır. Süleyman Nazif, özellikle “Bir Mu’cize-i Şi’r” başlıklı bölümde Âsım’ı “kuğunun terennümü” olarak nitelemiş ve kitabın ya­yınlandığı dönemde hak ettiği ilgiyi görememesinden duyduğu üzüntüyü dile getirmiştir:[48]

(.)makberî denilecek kadar mukassî ve lâkayd bir sükûttan başka, kitabın şimdilik bir nasîbini gören yok. “Şimdilik” kaydını bilerek ve bu sükûtun muvakkat bulunduğuna kani’ olarak ilâve ettim. İstikbâlin onunla dâima meşgûl olacağına emînim. “Asım” asrımızın a’sâr-ı müstakbeleye bir hediye-i tehassüsü, bir selâm-ı heyecânıdır.

Süleyman Nazif, bu sözlerinde haklı çıkmış ve Âsım, Türk edebiyatının seçkin eserlerinden biri olmuştur. Aynı zamanda günümüzde kitap hakkında yapılan çalışmalar, düzenlenen sempozyumlar Âsım’a gösterilen ilginin bir neticesidir.

Asım ve Gençlik

Bilgi Şöleni

Mehmet Âkif’in ve Süleyman Nazif’in Umudu/ Umutsuzluğu

Özet

İslâm ideolojisinin en önemli temsilcilerinden Mehmet Âkif, şiirlerinde Türkiye’nin ve İslâm âleminin içinde bulunduğu kötü durumdan bahsederken karamsarlığa kapılmamaya dikkat eder. Çünkü gerçek bir mümin, Allah’ın, en ümitsiz bir anda dahi kullarını selâmete çıkaracağına inanır ve karamsarlığını dinden aldığı güçle yenmeye çalışır. 1919-1924 yıllarında Sebilürreşat’ta çeşitli aralıklarla yayınlanan Âsım, 1924’te kitap olarak basılmıştır. Peki Âsım’ın yayınlandığı yıllarda Mehmet Âkif’in çağdaşı Süleyman Nazif’in mevcut durum karşı­sındaki tutumu neydi? Mütareke döneminde Süleyman Nazif, Cenap Şahabettin ile beraber çıkardığı Hâdisat gazetesindeki Milli Mücadeleye yönelik yazıları ile Malta’ya sürgüne gönderilmiştir. Sürgün dönüşü yayınla­dığı Malta Geceleri adlı şiir kitabı, Âsım’ın çıkışı ile aynı yıllara tesadüf eder. Süleyman Nazif, buradaki şiirlerin­de vatan hasretini dile getirirken ülkenin mevcut durumuna da dikkat çeker. “Mehmet Âkif’in ve Süleyman Nazif’in Umudu/ Umutsuzluğu” başlıklı bildiride Âsım, Süleyman Nazif’in Hâdisat’taki makaleleri ve Malta Ge­celeri ile birlikte değerlendirilecektir. Her iki şairin olaylar karşısındaki tutumu karşılaştırılarak incelenecektir.

 

Mehmed Âkif, Âsım ve Gençlik, 2015

Kitabın tamamı: https://kitap.tyb.org.tr/kitap/asim.pdf 


[1] Mithat Cemal Kuntay, ilgili çalışmasında Mehmet Âkif’in Süleyman Nazif’le nasıl tanıştığını ve dostluklarının nasıl iler­lediğini anlatmıştır. Süleyman Nazif, 1927’de vefat etmiştir. Mehmet Âkif, o tarihte Mısır’dadır ve 1936’da hastalanarak İstanbul’a gelir. Mehmet Âkif’in sık sık ziyaretine giden Mithat Cemal, her konuşmalarında Süleyman Nazif’i yâd ettikleri­ni anlatır: “Bir gün yatağında doğruldu, “Kara Bir Gün” makalesini anlattı: ‘Hastalıktan kalkınca yazacağım şiirlerin başında Nazif’e söyleyeceğim mersiye var. O ne erkek adamdı!’ dedi, gözleri doldu.” Ayrıntılı bilgi için bkz. Mehmed Akif, Hayatı- Seciyesi-Sanatı, Timaş Yayınları, İstanbul, 2011, s. 104-107. Süleyman Nazif’in ayrıntılı hayat hikâyesi için bkz. Şuayb Ka- rakaş, “Süleyman Nazif Hayatı ve Eserleri”, Atatürk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, (Doktora Tezi), Ankara, 1986.; Muhammet Gür, “Makale ve Mektuplarına Göre Süleyman Nazif”, Marmara Üniversitesi, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, (Doktora Tezi), İstanbul, 1992.

[2] Şuayb Karakaş, Agt., s. 70., Muhammet Gür, Agt., s. 86-87.

[3] Orhan Okay, “Mehmet Âkif’in Karakteri ve Sanatı”, Hece, Yıl: 12, Sayı: 133, Ocak 2008, s. 9.

[4] Mehmet Âkif Ersoy, Dördüncü Kitap Fatih Kürsüsünde, (Haz. Fazıl Gökçek), Dergâh Yayınları, İstanbul, 2007, s. 24.

[5]      “Türk Şiirinde İçtimaî Meseleler”, Sanat ve Edebiyat Yazıları, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1998, s. 64.

[6]      Fazıl Gökçek, Mehmet Âkif’in Şiir Dünyası, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2014, s. 55-56.

[7] Ahmet Demir, ilgili yazısında Süleyman Nazif’in şiirlerinde gerek konu (vatan ve millet sevgisi, hürriyet fikri, devrin yönetim anlayışı vb) gerekse dil ve üslûp (kelime seçimi, imajlar, hitabet üslûbu) özellikleri bakımından Namık Kemal’le benzerlik olduğunu açıklar. Ayrıntılı bilgi için bkz. “Süleyman Nazif Şiirinde Namık Kemal Etkisi”, Uluslar arası Sosyal Araş­tırmalar Dergisi, cilt: 5, sayı: 22, Yaz 2012, s. 58-71.

[8] Nurullah Çetin ilgili yazısında Fırak-ı Irak’ı metnin orijinaline sadık kalarak Latin harflerine aktarmıştır. Metin neşrin­den önce yaptığı açıklamada kendisinden önce İhsan Erzi tarafından yapılan çalışmada (Süleyman Nazif, Malta Geceleri, Fırak-ı Irak ve Galiçya, Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul, 1979.) şiirlerin ve nesir parçalarının yeni harflere aktarılarak sadeleştirildiğinden, bazı kelime ve tamlamaların yanlış okunduğundan bahseder. Bkz. “Süleyman Nazif’in Fırak-ı Irak Adlı Eseri”, Ankara Üniversitesi Türkoloji Dergisi, C. XI, S. 1, Ankara, 1993, s. 233-256.

[9] Bkz. Şuayb Karakaş, Agt., s. 283-291. , Bilge Ercilasun, Servet-i Fünun’da Edebî Tenkit, MEB Yayınları, İstanbul, 1998.

[10] Süleyman Nazif, “İki Söz Daha', Yeni Türk Edebiyatı Metinleri 3 - Nesir 2 (1860-1923), (Haz. İnci Enginün, Zeynep Kerman), Dergâh Yayınları, İstanbul, 2011, s. 708.

[11]    Süleyman Nazif, “Şiir ve Ahlâk', Yeni Türk Edebiyatı Metinleri 3 - Nesir 2 (1860-1923), s. 718.

[12] Nurettin Topçu, Mehmet Âkif, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2011, s. 26.

[13] Cenap Şahabettin’in “Safahat Mübdii” başlıklı yazısı Âsım’ın 1924’ün sonlarına doğru yayınlandığını haber verir. Mehmet Âkif Ersoy, Altıncı Kitap Âsım, (Haz. Fazıl Gökçek), Dergâh Yayınları, İstanbul, 2007, s. 7. Beşir Ayvazoğlu, Âsım’ın yayınlanışı dolayısıyla Mithat Cemal’in Mısır Apartmanı’nda verdiği bir yemek davetinden ve davette çekilmiş bir fotoğraftan yola çıkarak kaleme aldığı “anlatı”da bu şair ve yazarların Âsım’a dair görüşlerine, birbirleriyle olan ilişkilerine yer vermiştir. Ayrıntılı bilgi için bkz. 1924 Bir Fotoğrafın Uzun Hikâyesi, Kapı Yayınevi, İstanbul, 2010.

[14]    Mehmet Kaplan, “Süleymaniye Kürsüsünden Bir Parça”, Şiir Tahlillleri I, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1997, s. 174.

[15] Mehmet Âkif, Hakkın Sesleri, Fatih Kürsüsünde, Hatıralar, Âsım ve kısmen Gölgeler’de savaş konusuna yer vermiştir. Ay­rıntılı bilgi için bkz. Sema Uğurcan, “Mehmet Akif’in Şiirlerinde Savaş”, Ölümünün 50. Yılında Mehmet Akif Ersoy, Marmara Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 1986, s. 135-166.

[16] “(...) Malta sanihatına gelince: Bunlar yalnız büyük edibimizin şiir ve eserinde değil edebiyatımız tarihinde de müm­taz bir mevki işgaline namzettir. Süleyman Nazif, bu manzumelerinde şahsiyetinden hiçbir şey feda etmeksizin Namık Kemal’in arş-ı ilhamına irtika etmiştir. Şimdi hürmetle ismini zikrettiğimiz ilahi şair ve vatanperver ile hasbıhal âdili sa- hifeler memleketin felaketi karşısında hassasiyeti artmış bir kalbin tesiratını fevkalade bir kudretle tebliğ ediyor. “Firak-ı Irak”ta olduğu gibi “Malta Geceleri”nde de büyük bir şair ile karşılaşıyoruz. Şiir ve nesre böyle siyyan bir kudretle sahip olmak, Fuzuli ve Hamit istisna edilirse bizde kimseye müyesser olmayan bir muvaffakiyettir.”, İmzasız, “Malta Geceleri ve Çalınmış Ülke”, İkdam, nr. 9752, 27 Mayıs 1924.

[17] Süleyman Nazif, “Kara Bir Gün”, Hâdisat, nr. 63, 9 Şubat 1919.

[18] İnci Enginün, Yeni Türk Edebiyatı Tanzimat’tan Cumhuriyet’e (1839-1923), Dergâh Yayınları, İstanbul, 2006, s. 116-117.

[19] Ö. Faruk Huyugüzel ilgili yazısında Mehmet Âkif’in Âsım’da kullandığı farklı anlatım yollarıyla eserini bir “tiyatroya” yak­laştırdığını, “kapsamlı ve orijinal bir terkip” oluşturduğunu belirtir. Ayrıntılı bilgi için bkz. “Mehmet Akif’in Asım’da Başvur­duğu Anlatım Vasıtaları ve Teknikleri”, Ölümünün 50. Yılında Mehmet Akif Ersoy, Marmara Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 1986, s. 31-52.

[20] Orhan Okay, “Şehitlikte Bir Şair: Mehmed Akif”, Sanat ve Edebiyat Yazıları, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1998, s. 168., Meh­met Âkif Ersoy, Altıncı Kitap Âsım, (Haz. Fazıl Gökçek), Dergâh Yayınları, İstanbul, 2007, s.12-13.

[21] Kâzım Yetiş, ilgili çalışmasında Âsım’ın, Türk gençliğinin bir sembolü olduğunu, Klâsik şiirimizde de Nâbî’nin Hayriye’sinde, Sümbülzade Vehbi’nin Vehbiye’sinde bunun örneğini görebileceğimizi fakat içerik yönünden farklı oldu­ğunu belirtir. Bkz. Kâzım Yetiş, Bir Mustarip Mehmet Akif Ersoy, Akçağ Yayınları, Ankara, 2006, s. 130.

[22] Mehmet Âkif Ersoy, Altıncı Kitap Âsım, s. 31.

[23] Süleyman Nazif, “Dün ve Yarın', Hâdisat, nr. 64, 27 Şubat 1335/1919.

[24] Agy.

[25] Süleyman Nazif, “Tarihî Muhakeme', Hâdisat, nr. 116, 26 Nisan 1335/1919.

[26] Süleyman Nazif, “Sulh ve Biz', Hâdisat, nr. 130, 10 Mayıs 1919.

[27] Mehmet Âkif Ersoy, Altıncı Kitap Âsım, s. 106-107.

[28] Süleyman Nazif, “Kara Bir Gün', Yeni Türk Edebiyatı Metinleri 3 - Nesir 2, s. 728-729.

[29] “Kara Bir Gün” yazısı, sansür memuru Yüzbaşı Aziz Hüdai Bey’in metni yabancı görevlilere göstermeyip saklamasıyla yayınlanmıştır. Aziz Hüdai Bey bunu hayatıyla ödemiştir. Bkz. Muhammet Gür, Agt., s. 102-105.

[30] Sen sabret, zira zaman sabretmez.

[31] Ayrıntılı bilgi için bkz. Rıza Filizok, “Mehmet Akif’in Batı Medeniyetine Bakışı”, Ölümünün 50. Yılında Mehmet Akif Ersoy, Marmara Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 1986, s. 53-66.

[32]    Mehmet Âkif Ersoy, Altıncı Kitap Âsım, s. 105.

[33] Süleyman Nazif, “İzmir’in İşgali”, Hâdisat, nr. 137, 17 Mayıs 1919.

[34] Süleyman Nazif, Agy.

[35] Mehmet Âkif Ersoy, Altıncı Kitap Âsım, s. 74-75.

[36] Mehmet Âkif Ersoy, Age., s 76.

[37] Mehmet Âkif Ersoy, Age., s. 77.

[38] Mehmet Kaplan, “Atatürk Milliyetçiliği Açısından Mehmet Akif Ersoy”, Ölümünün 50. Yılında Mehmet Akif Ersoy, Marmara Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 1986, s. 4.

[39] Mehmet Âkif Ersoy, Altıncı Kitap Âsım, s. 96-97.

[40]    Süleyman Nazif, “Salâbet-i Diniyye”, Hâdisat, nr. 121, 1 Mayıs 1919.

[41]    Nurettin Topçu, Mehmet Âkif, s. 46-49.

[42]    Süleyman Nazif, “İnsaf ve Basiret”, Hâdisat, nr. 139, 19 Mayıs 1919.

[43]    Süleyman Nazif, Malta Geceleri, Yeni Matbaa, İstanbul, 1924, s. 4-5.

[44]    Süleyman Nazif, Malta Geceleri, s. 8-9.

[45] Süleyman Nazif, Age., s. 29-30. Mehmet Âkif, bu şiirini son kitabı Gölgeler’e almıştır.

[46] Şiirin ayrıntılı tahlili için bkz. Mehmet Kaplan, “Dâüssıla”, Şiir Tahlillleri I, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1997, s. 135-137.

[47] Süleyman Nazif, Malta Geceleri, s. 18-19.

[48] Süleyman Nazif, Mehmed Âkif, (Haz. Ertuğrul Düzdağ), İz Yayıncılık, İstanbul, 1991, s. 90.

Bu haber toplam 977 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim